Toplumsal muhalefetin sürükleyici gücüyle 19 Mart’tan bu yana siyasi ortam bambaşka bir havaya bürünmüş ve partiler de buna uyum sağlamaya mecbur kalmışlardır. AKP ve MHP açısından ellerindeki devlet gücü ve bulundukları açmaz sebebiyle bu o kadar yoğun gözlenmese de, CHP arkadan gençliğin de ittirmesiyle adeta bir lokomotif olmaya zorlanmıştır. DEM Parti ise Gezi İsyanı dönemindekine benzer bir pozisyonda bulunmaktadır. “Araftadır” demek de doğru sayılmaz zira özellikle Suriye merkezli yeni jeopolitiğin getirdiği avantajı ve Türkiye’deki rejimin Kürt sorunu özelinde sunduğu fırsatı heba etmemek uğruna, kendi kendileriyle çelişme pahasına da olsa bu gündemde aktif rol almaktan kaçınmaktadırlar. Elbette gerçek solun tüm fraksiyonları da onların bu aciz duruşunu ibretle seyrediyor. Böyle devam ettikleri müddetçe oylarından bir kısım daha gidecek ve muhtemelen 8-9 gibi bir bant arasında sıkışacaklar.
Aslında bu vesileyle tekrar belirtmekte fayda var; Siyasette her parti birbiriyle o ya da bu şekilde rakiptir çünkü her birinin kendine has bir programı ya da gizli bir ajandası bulunmakta ve elbette bunlar diğer partidekilerle birebir örtüşmemektedir. Diğer türlü olmuş olsaydı doğal olarak tek bir parti çatısı altında birleşmeleri gerekirdi. Fakat özellikle olağanüstü durumlarda toplumun enerjisini iyi kanalize edecek ve onları sürükleyecek bir ana partinin öne çıkıp oyları toparlayacak olması da önemlidir.
AKP’nin kayıtlı 11 milyon üyesi dışında oy alabileceği bir potansiyel neredeyse kalmamıştır. MHP ise an itibarıyla baraj altında ve kendisinden kopmuş iki partinin oylarını bile geçememektedir. Şunu ifade edelim; Rejim sadece “sözde barış” için bir mücadelede bulunmuyor, iktidarını koruma kaygısıyla harekete mecbur ediliyor, bunu görmezden gelemeyiz. Ancak DEM Parti açısından iyi anlaşılması gereken tarihi bir gerçek var; Otokratik rejimlerle bir “barış” ya da bir uzlaşı ortamının sağlanması imkanı yoktur. CHP’nin bu sakat beklentiyi çok da basına sızdırmadan üstü kapalı bir şekilde kendilerine iletmeleri gerekiyor. Onlara kesinlikle muhalefet blokundan kopamayacakları ve bu süreçte taraf olmayanın bertaraf olacağı tekrar tekrar hatırlatılmalı!
Açıkçası son yapılan araştırmalar paralelinde CHP’nin %40’lara yaklaşan bir oy alacağı anlaşılıyor ve böyle giderse zaten kimseye de ihtiyacı kalmayacak. Yeter ki toplumun heyecanını bu şekilde canlı tutsun ve seçim hazırlıklarını itina ile yapabilsin. Sandık güvenliğinin çok iyi sağlanabilmesi lazım çünkü işin püf noktası sandıktır. Son yıllardaki seçimlerin birçoğunda usulsüzlükler genelde sandık üzerinden devlet gücüyle yapılmıştır ki, gasp rejiminin usta olduğu bir alandır bu. Tabii sıkı bir kontrolle o yöndeki açıkların önüne geçilmesi gerekiyor. İmamoğlu gibi bir lider bu kontrolü yapmaya muktedirdir ve işin doğrusu böylesine dişli bir siyasi figürü istememelerinin başlıca nedeni de budur. Çünkü bu adam kül yutmuyor ve 31 Mart 2019‘dan beri bu böyle.
Seçim hazırlıkları ve sıkı sandık kontrolünün ilk etabı olarak şu sıralar devam eden imza kampanyasında on beş milyona yaklaşıldığı haberleri geliyor. Bu sayı rejim için ciddi bir alarm durumu demektir. “Toplanan imzaların değişime bir etkisi olmaz” diyenlere bakmayın, bunun her ülkede bir sonucu olur. Demokrasi özünde sandıktan ibaret değildir kuşkusuz ancak her fırsatta sandığı ve dolayısıyla çoğunluk diktatörlüğünü öne süren rekabetçi otoriter rejimlere verilecek en iyi cevap da yine sandıktan gelecektir. Yani çok ideal bir durum olmasa da nicelik burada ön plana çıkmaktadır. “Çoğunlukçuluk” olarak tanımlanan bu komplikasyonda kim daha fazlaysa o diğerlerini domine ediyor ki, yeri gelmişken belirtelim demokrasinin de bir hastalığıdır bu. Ama iş restleşme noktasına geldiğinde çoğunluğu kendi tarafına çekme ihtimali beliren taraf yine de kaçınılmaz olarak bu yöne meyledecektir. Evet, özünde arızalı bir yaklaşım olsa da bugünkü Türkiye pratiğinde bunun aksi, toplumu çok farklı arayışlara ve daha sakıncalı noktalara götürme potansiyeli taşır. “Sandıkla gitmeyecekler mi?” gibi bir soruyu sordurmamak ve kaos ortamına zemin oluşturmamak gerekiyor.
Bu bağlamda yineleyelim: Yasal sınırları içerisinde kaldığı sürece sokak eylemleri kutsaldır, anayasal haktır ve bunların devam etmesinde toplumun istikbali adına yarar vardır. Önümüz 1 Mayıs ve Taksim konusunda kararlı olunmalıdır!
…
Tabii bu arada rejim de bir türlü akıllanmıyor. Her adımından ve gelen açıklamalardan yargıyı bir bütün olarak kontrol ettiğini açık açık belirtiyor. Yoğun tepkiler ve taşıdığı başka riskler sebebiyle İstanbul Büyükşehir Belediyesi‘ne ve CHP’ye kayyum atama cesaretini gösteremedi belki ama bu şimdilik böyle. Eline su borusu alıp televizyonlarda abuk subuk iğrençlikler anlatarak gündemde kalmaya çalışan gayri ciddi bir adamın “CHP’ye yarın kayyum atanacak” lafıyla bile piyasa altüst oluyor. Düşünün, memleket ne hale gelmiş, ipin ucunu ne kadar kaçmış…! O gülünç adam kuvvetle muhtemel rejimin planını açık etmiş oldu ama rejim önümüzdeki günlerde mutlaka yeniden bir çökme girişiminde bulunacaktır.
Şimdi her şeyin çivisi bu kadar çıkmışken, hukuk ayaklar altındayken daha nasıl bir kamu düzeni sağlanabilsin ki?
Sandık Putu!
Zamanında sandığa sığınanlar Hz.Ömer (r.a)‘den nakledildiği haliyle “Helvadan put yapıp acıkınca onu yiyenler” kabilindendir. Evet, bir zamanlar en kutsal olan sandıktı ama bugün sandık size ters dönünce o sandığı tekmelemeye başladınız(!) Kamu düzenini sağlayamıyorsunuz, miadınız doldu artık zehir saçıyorsunuz, şimdi bu millet sizi göndermeyecek de ne yapacak!
…
Bunlar, bu kokuşmuş düzenlerini ne pahasına olursa olsun sürdürmek niyetindedirler fakat daha KKTC’ye bile sahip çıkamamışlardır. Orada yaşananları ve son diplomatik fiyaskoyu hepimiz gördük. Uzun yıllardan beri zaten takip ediyorum ancak son günlerdeki ifşaat; Kumar rantı, bu maskeyle yapılan para aklama işleri ve mafya bağlantılı dönen türlü türlü dolaplar bir parça vatan ve millet hassasiyeti taşıyan ortalama bir yurttaşımızın bile sabrını zorlayacak seviyeye gelmiştir. Tabii bunlarla eş zamanlı olarak bir “baş örtüsü krizi”nin çıkarılması, adadaki sosyolojiye rağmen Türkiye’deki rejimin öteden beri kendi dar dünya görüşüyle belirli bir yaşam tarzını dayatıyor oluşu ve büyükelçilerin sürekli değiştirilmesi öyle birbiriyle bağlantısız olaylar değil… Oradaki soydaşlarımıza ve tarihimize resmen düşmanlık ediyoruz. Şimdi anlıyor musunuz Kıbrıs niçin kaybediliyor? Ve bu rejimin iktidarını koruyabilmesi uğruna bakalım daha ne facialar yaşanacak?
Yüce milletimize benim buradan naçizane önerim şudur:
Bunlar her ne yapıyorlarsa tersi yönde hareket ediniz, zira bu saatten sonra millet yararına yapabilecekleri bir şey kalmamıştır. Tek öncelikleri sarsılan iktidarlarını tahkim edebilmek, o nedenle “Bakalım bu sefer belki hallederler.” gibi bir beklentiyle yeni kredi açmak da anlamsızdır… Biletleri kesilmiştir ve bir an önce gönderilmelidirler, muhatap bile almayın sakın.