Milli sır: Cumhuriyet
Atatürk, Nutuk’ta “Milli mücadeleye beraber başlayan yolculardan bazıları, milli hayatın bugünkü cumhuriyete ve cumhuriyet kanunlarına kadar gelen tekâmülatında, kendi fikriyat ve ruhiyatının ihatası hududu bittikçe, bana mukavemet ve muhalefete geçmişlerdir.” ifadesiyle Milli Mücadele ile Cumhuriyet mücadelesi arasında bir ayrımdan bahseder.
Yine aynı bölümde, yola çıkarken kendi amacının zaten cumhuriyet olduğunu ama bunu sağlamak için mücadeleyi aşamalara böldüğünü, adım adım ilerlediğini açıklar ve cumhuriyet fikrini vicdanında bir “milli sır” gibi taşıdığını söyler.
Atatürk’ün bu çokça bilinen ve her seferinde tekrarlanan sözlerinden kimileri, Atatürk’ün Cumhuriyet’ten hiç kimseye, hiçbir zaman bahsetmediği, sonra gücü ele geçirince birden, aceleyle Cumhuriyet’i ilan ettiği gibi bir sonuca varır. Muhalifleri ise, “bakın, Atatürk bizden sır saklamış” diyerek onu suçlarlar.
Suça bakın, Cumhuriyet’i saklamak!
Kimse de şunu sormaz; Atatürk, bu fikri neden sizlerden saklama ihtiyacı duydu ki?
Yoksa siz Cumhuriyet’e karşı mıydınız?
Ya da şunu: Siz bu sırrı bilseydiniz, sultan, Mustafa Kemal Paşa hakkında idam fermanı yayınladığında ne yapacaktınız, yoksa onu tutuklayıp ipe mi gönderecektiniz?
Bunu Rauf Bey ve Kâzım Karabekir gibi, padişah tarafından hakkında idam fermanı yayınlanmayan iki kişiye özellikle sormak gerek!
Atatürk’ün bu sözleri, onun Cumhuriyet fikrini kimi arkadaşlarından gizlemek, gizlemese bile bu konuyu açmamak zorunda olduğunu gösterir bize. Bunu gizlemese belki de arkadaşları onunla birlikte olmamakla kalmayacak, onun karşısında padişahın yanında yer alacaklardı, böyle olursa da Milli Mücadele belki daha yolun başında bitecekti.
Ne yapsaydı Atatürk, ben dürüst olacağım, kimseden bir şey gizleyemem diyerek, kendi vicdanını tatmin ederek Milli Mücadele’nin başarısız olmasını mı tercih etseydi!
Fakat bu sözlerden yola çıkarak Cumhuriyet’in birden bire, gizlice ilan edildiği sonucuna varmak da başka tür bir yanlışa sapmak olur.
Mazhar Müfit’in anılarında geçen diyaloğu da hemen hemen herkes çok iyi bilir. Mazhar Müfit’in not defterinde 20 Temmuz 1919 tarihinde şunlar yazılıdır:
“Bugün Mustafa Kemal Paşa ile öğle yemeğinden sonra bazı meseleler hakkında müzakerede bulunduk. Kongrenin Temmuzun yirmi üçüncü günü açılmasını muhakkak sayıyoruz. Müzakerenin sona ermesinden sonra yine o kafamdaki her vakitki fikri sabit harekete geçmiş olmalı ki Paşa’ya yine bir fırsatını getirerek:
-Paşam muvaffak olacağımıza inanıyorum. Bu kanaatim katidir. Bunun için de emriniz altında bulunuyorum. Refakatinizde sonuna kadar çalışmaya ve gereğinde ölmeye azim ve yemin etmiş bulunuyorum. Arkadaşlarımız da bu inan ve bu imanı muhafaza ediyorlar.
Aramızda her şeyi görüştük. Görüşmeye de devam ediyoruz. Fakat, muvaffakiyet takdirinde, ki bundan şüphem yok, hükümet şekli ne olacak?
-Açıkça söyleyeyim: Şekli hükümet zamanı gelince, cumhuriyet olacaktır.”
Bu notların alındığı tarihin Erzurum Kongresi öncesi olduğuna özellikle dikkat etmek gerekir. Mustafa Kemal Paşa’nın daha yolun başında hedefi Cumhuriyet’ti, onun için Milli Mücadele ile Cumhuriyet, birbirinden ayrılamaz bir bütünün aşamalarıydı.
Bunu Mazhar Müfit’e söylediğine, söylemekle kalmayıp yazdırdığına göre, bu notlar ele geçerse ikinci bir idam fermanını hak edeceğini de elbet biliyordu. Ama bunları yazdırdığına göre, sırrını paylaşabileceği insanlar vardı, paylaşamayacakları vardı.
Cumhuriyet’in ilanı ile ilgili çok bilinen ve her 28 Ekim’de özellikle sosyal medyada alıntılanan bir sözü daha vardır Atatürk’ün, 28 Ekim 1923 günü, Çankaya’da toplanan arkadaşlarına şöyle der:
“Efendiler, yarın Cumhuriyeti ilan ediyoruz!”
Mazhar Müfit’e yazdırılan not 1919 tarihli olduğuna göre sanki dört yıl sonra birden bire Mustafa Kemal sakladığı sırrı açıklamış ve ertesi gün de Cumhuriyet ilan edilmiş sanılır!
Elbette böyle değildir…
Doğan çocuğun adı: Cumhuriyet
9 Eylül’de Türk Ordusu İzmir’i kurtarınca ülkenin geleceğinin ne olacağı tartışılmaya başlanmıştı. Milli Mücadele’ye önderlik eden Ankara’daki Büyük Millet Meclisi ne yapacaktı; “savaş bitti artık İstanbul Hükümeti ve Padişah yetkilidir, buyursunlar ülkeyi yönetsinler” mi diyecekti?
İstiklal Savaşımız normal bir mücadele olmuş olsaydı, padişah ve İstanbul hükümeti acizliklerinden, korkaklıklarından, zavallılıklarından teslim olmuş olsalardı, bu bile düşünülebilirdi. Ama Vahdettin ve İstanbul Hükümeti, korkaklık sınırını aşmış, alçaklık ve ihanete sapmışlardı. Şimdi bu hainlere ülke mi teslim edilecekti? Üstelik Meclis’in kuruluş belgesinde “hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindir” yazıyordu.
Yapılabilecek tek şey yapıldı: Meclis, 1 Kasım 1922 tarihinde saltanatı kaldırdı.
Peki, saltanatın kaldırılmasından Cumhuriyet’in ilanına kadar geçen 1 yıl boyunca, ülkede saltanat yoksa ne vardı?
Hemen herkes bunun hâkimiyet-i milliye olduğunu tekrar ediyordu ama hâkimiyet-i milliye diye bir hükümet şekli yoktu, bu sadece hükümet şeklinin dayanacağı prensipti. Tam da bu nedenle 29 Ekim’de Cumhuriyet ilan edilirken Meclis’te ilk sözü alan İstanbul mebusu Abdurrahman Şeref Bey şöyle konuşacaktı:
“Arkadaşlar hükümet şekillerini saymaya lüzum yoktur. Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir. Kime sorarsanız bunun adı Cumhuriyettir. Doğan çocuğun adıdır.”
29 Ekim’de ilan edilen Cumhuriyet, bir yıl önce 1 Kasım 1922’de kaldırılmış olan saltanatın yerine gelen idareydi, yani aslında Cumhuriyet o gün ilan edilmişti şimdi sadece adı konulmuştu.
Fakat Cumhuriyet’in hükümet şekli olarak tanımlanmış olması, Türkiye’nin parlamenter demokrasiye geçtiğinin ilanıydı ki, Cumhuriyet karşıtlarının asıl muhalefet ettiği de buydu.
Cumhuriyet bir gecede mi ilan edildi?
Yine de Cumhuriyet’in bir gecede ilan edildiğini sanmayalım.
Cumhuriyet’in bir anda, habersizce ilan edildiğini ilk açıklayan Rauf Bey olmuştu. 29 Ekim’den bir gün sonra 30 Ekim’de İstanbul basınına verdiği bir demeçte söylemişti bunu. Sonrasında Karabekir de Cumhuriyet’ten hiç haberinin olmadığını, top atışı ile uyanınca öğrendiğini yazar. Bunlar elbette yalandır, yalandan öte ahlaksızca ve kasıtlı yalanlardı. Şunu söylemekten çekinmeyelim: Karabekir Paşa da Rauf Bey de yalancıdır. Onların bu anılarını alıntılayarak komplo tarihi kuranlar da yalancıdır.
Ayrıca böyle tarihçilik de olmaz. Cumhuriyet ve Atatürk üzerine yazılan tarih kitaplarına baktığımızda, Halide Edip’in, Kâzım Karabekir’in, Rauf Orbay’ın, Rıza Nur’un anılarını güvenilirmiş gibi alıntılayanlar ama Nutuk’u muteber görmeyenler, Atatürk’ün en yakınında bulunan kadronun anılarını taraflı bulanların bizzat kendilerinin taraflı olmanın ötesinde kasıtlı olduklarını da ayrıca vurgulamalıyız. Nutuk, Atatürk tarafından okunmuştur ama orada yazılı her şeyin belgesi vardır ve ek olarak bunlar da sunulmuştur. Atatürk’ün tüm söylev ve demeçleri kayıt altındadır. Dönemin gazetelerinde günü gününe çıkanlar da kayıt altındadır.
Ama Cumhuriyet karşıtı tarihçiler ne yapıyor, o döneme ait belgeleri yok sayıyor, günlük basında çıkan haberleri yok sayıyor, mahkeme zabıtlarını yok sayıyor ve yıllar sonra yazılmış, iç tutarlılıktan da yoksun, belgelere de dayanmayan, üstelik pespaye dedikodular olan anılara dayanarak tarihi yeniden kurguluyorlar.
Bunun en net açığa çıktığı örnek ise sanırım Cumhuriyet’in bir gecede ilan edildiği yalanıdır.
Neden mi?
Mustafa Kemal Paşa’nın Cumhuriyet ilan edileceği yolundaki ilk demeci basında çıktığında tarih 27 Eylül 1923’tü. Bu demeç üzerine basında bir ay boyunca tartışma sürmüştü ve tüm ülke Cumhuriyet’in ilan edileceğinden haberdardı.
Üstelik Cumhuriyet’in ilanı öyle Mustafa Kemal Paşa’nın İsmet Paşa ile baş başa verip kararlaştırdığı bir şey de değildir, Meclis’te bir Anayasa Komisyonu kurulmuş ve bu Anayasa Komisyonu yürütmüştür çalışmaları. Bu Anayasa Komisyonu’nun çalışmaya başladığı ilk yer ise Rauf Bey’in evidir! Parti grubunda Ağaoğlu Ahmet bunu yüzüne vurduğunda gıkı çıkmamıştır Rauf Bey’in.
Her şey hukuki süreç içinde, Meclis yetkisi ve denetimi altında gelişmiştir. Ama gerek bu tartışmalar sırasında, gerekse son gün yapılan kabul oylamasında Rauf Bey de, Karabekir Paşa da, Ali Fuat Paşa da yoktular, bu doğru. Ama nedeni, onlardan bir şeyin gizlenmesi değildi. Zaten buna imkân da yoktu ki, tüm gazeteler her gün Cumhuriyet’in ilan edileceğini yazıyor ve bu adamlar da gazete okuyordu herhalde! İnsan gelip Meclis’e “ne oluyor bizden habersiz?” diye sormaz mı?
Mesele son derece basit, Cumhuriyet’in ilanını engelleyecek güçleri olmadığını bilen bu paşalar o gün Meclis’e gelmediler. Anayasa Komisyonu çalışmaları sürerken Ankara’dan ayrıldılar. Çünkü Meclis’te olsalar alkışlamak zorunda kalacaklardı. Cumhuriyet’i alkışlamak, hele hele Mustafa Kemal Paşa’nın Cumhur Reisi olduğunu görmek istemezlerdi. Bu nedenle üçü de Ankara’da değildi, firar etmişlerdi.
Cumhuriyet’in ilanından sonra bu üç paşanın da bu defa Cumhuriyet devrimlerine karşı cephe aldıklarını biliyoruz. Hilafetin kaldırılmasına da karşıydılar, medreselerin kapatılmasına da, tekkelerin ve zaviyelerin kapatılmasına da, Latin harflerinin kabulüne de, ilk Cumhuriyet anayasasına da…
Cumhuriyet’e kimlerin neden karşı olduklarını anlamaya çalışalım öyleyse…
Osmanlı’nın asalak feodal sınıfı
Osmanlı toplumu, çok uluslu, çok dinli, çok mezhepli bir topluluktu. Ama bu kadar çokluğun çoğulculuk olarak görülemeyeceği uyarısını yapalım en başta. Osmanlı’yı çoğulcu, Cumhuriyet’i ise tekçi gören garip bir sol akım var ülkemizde. Benzeri bir akımın Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nda da çıkmış olması elbette tesadüf değil, neo-liberalizm de Viyana’da çıkan bir imparatorluk düşüydü.
Osmanlı’da çok fazla cemaat vardı ama bir toplum yoktu. Hıristiyan cemaatler kendi cemaatlerinin dini liderlerine bağlıydılar. Müslüman olanlar ise sözde Halife’ye bağlıydılar ama aslında Halife çok uzaktaydı, hepsinin başında kendi tekkelerinin küçük Halifeleri vardı. Mesleki gruplar da kimilerinin garip bir romantizmle övdüğü loncalar gibi grupların denetimindeydi ki, buralarda da yine cemaatler vardı, kimi zaman doğrudan etnik şefler, kimi zaman ise dini şeyhlere bağlıydılar.
Kısacası Osmanlı’da vatandaş yoktu, tebaa vardı. Bunun ötesinde özgür sınıflar da yoktu, işçiler lonca şeflerine, köylüler toprak beylerine tabiydi. Zaten sınıfın özgür olabilmesi için bu feodal düzenin yıkılması, çoklu yapının parçalanması gerekirdi. Cumhuriyet, bu parçalanmayı hedeflediği için düşmanı çok olacaktı, dünyadaki tüm Cumhuriyet devrimlerinde de böyle olmuştu zaten. Bu muhalefetin örgütlü olmuş olması Cumhuriyet’in dezavantajıydı ama bu cemaatler tarafından tutsaklaştırılan geniş halk kesimleri için bir kurtuluş yoluydu Cumhuriyet ve bu nedenle tam bir halk devrimi olacaktı, halk Cumhuriyet’e hem sahip çıkacak hem de onun liderini yücelterek, tepesindeki minik şeflerden kurtulacaktı.
Osmanlı yıkılırken Cumhuriyet’in karşısında bir sultan olmamıştı. Aslında halife bile olmayacaktı. Sultan ve halife, bu cemaat şefleri tarafından parçalanmış Memalik-i Osmaniye’nin gerçek sultanları ve halifeleriydi. Sultan bolluğu, halife bolluğu vardı. En tepede halife padişah otururdu ama ülkede ikili bir egemenlik yapısı vardı, dini ve askeri egemenlik.
Avrupa tarzı klasik hanedanlıklarda, hanedan ailesi saltanatın başında bulunur fakat bu ülkenin diğer ülkelerle sıkı ailesel ilişkileri de vardır. Mesela Habsburgların bir kolu Avusturya’da hüküm sürerken bir kolu İspanya’yı yönetir. Bourbonların bir kolu Fransa’da bir kolu İspanya’da saltanat sürer. Alman imparatoru ile Rus İmparatoru ve İngiliz Kraliçesi akrabadır. Yani tüm Avrupa kıtasını saran güçlü hanedan aileleri vardır ve birbirlerini desteklerler. Kıtasal bir güçtür bu.
Osmanoğulları’nın ise böyle akrabaları yoktur, onlar tek hanedan kalabilmek için tüm akrabalarını ve rakiplerini çoktan tasfiye etmiştir. 600 yıl rakipsiz kalmış, hükmetmişlerdir ama bu nedenle saltanat yıkıldığında onun imdadına koşacak hiçbir akrabası da kalmamıştı. Öyle ki, Vahdettin İngiltere’ye sığınırken, geride bıraktığı beş karısını İngiliz İşgal Kuvvetleri Komutanı GeneralHarington’a emanet edecekti!
Yine Avrupa hanedanlıkları alt soylu aileler yaratarak hanedana bağlı ve bağımlı güçlü bir soylular, aristokratlar zümresi yaratmıştır. Osmanoğulları ise aristokrasiye kesinlikle izin vermemiş, ünvan verdiği paşaların, beylerin aristokratlaşmasına da engel olmuştur.
Avrupa’da bu güçlü aristokrasinin toprakta egemenliği de olduğu için Avrupa’nın cumhuriyetçi dönüşümünde hanedanlıklar, yani saltanatı savunan güçlü bir toplumsal taban hep olmuştu. Türkiye’de ise saltanat ortadan kaldırılırken onu savunacak hiçbir toplumsal taban yoktu. Bu nedenle saltanatçı bir akım Türkiye’de hiç doğmadı. Saltanat kaldırılırken Vahdettin’e “piç” bile denilmişti de kimse “o bizim atamız” dememişti.
Fakat Hilafetin durumu farklıydı. Osmanlı’da güçlü bir ulema sınıfı vardı. Ulema medreselerden yetişirdi ve medreseler yoluyla da tüm topluma hükmedecek bir güce erişirdi. Bizim bugün hocalar takımı dediğimiz bu medreseliler, Osmanlı’nın yargı gücüydü: Kadılar saltanatıydı.
Bunun dışında şehirlerde de kırsalda da üretim ilişkilerini denetleyen güçlü tarikatlar, tekkeler, vakıflar vardı, bu ise iktisadi çıkar ağını gösterirdi. Bu kesim gücünü Halifeden almasa dahi Halifeliğin yok edildiği yerde onların da bir gücü kalmazdı. Hilafetçilikleri dinden değil parasal çıkardandı. Halife giderse onlara burada ekmek kalmazdı.
Osmanlı’nın bu toplumsal düzeninin farkında olan Cumhuriyet önderliği başta Mustafa Kemal Paşa ve İsmet Paşa olmak üzere, Hilafeti kaldırarak yetinemeyeceklerini, bu toplumsal zeminin yok edilmesi gerektiğinin zaten farkındaydılar. İslamcıların o çok sevdikle tabirle ifade edecek olursak, bir vesayet sistemi vardı, vakıfları kanalıyla mülkiyeti ve ticareti; medreseler kanalıyla adliyeyi; tarikatlar, tekkeler ve şeyhler vasıtasıyla toprak beyliğini elinde bulunduran bu geniş feodal kesimin vesayetine son verilmeliydi.
Son olarak bir de rakam verelim. İstiklal Harbi bittiğinde ülkedeki tüm medreselerde en az 18 bin talebe olduğunu ve bunların harbe katılmadıklarını biliyoruz. Üniversite ve liselerde okuyan öğrenciler bile gönüllü olarak cepheye giderken, bunlar hiç anlamadıkları dilde bir şeyler ezberlemeye çalışır, ekmek elden su gölden yaşarlardı. Asker kaçaklarının sığınağıydı buralar. İstanbul, medreselerin kalbiydi. Ama aynı zamanda tarikatların da merkeziydi. 16 tarikatın 438 tekkesi faaldi kentte. Hiçbir iş yapmayan, asalak bir sınıftı ve bu sınıfa dayanarak iktidarını sürdüren bir İstanbul seçkinleri vardı.
Kürt-İslamcılık ve Çerkez-İslamcılık
Osmanlı’nın en yaygın ve güçlü örgütlenmesi bu dini oligarşi olsa bile sonuçta kılıç kalemden keskindi ve ülkenin güçlü bir ordusu vardı.
Osmanlı askeri sisteminde Batı Avrupa tarzı askeri bir aristokrasi yoktu. Osmanlı Devleti, toprak aristokrasisini engellediği gibi askeri aristokrasiyi de engellemişti. Ama ıslahat çalışmaları ile birlikte Yeniçeri lağvedilip yeni bir askeri sınıf ortaya çıktığında köklü olmasa bile bir “askeri zümre” meydana gelecekti. Bu askeri zümreyi örgütleyen ise İttihatçılar olacaktı.
31 Mart’ta dinsel feodal oligarşi ile İttihatçı askeri zümre karşı karşıya gelmiş, kılıç kalemi kesmişti ama İttihatçıların bu dinsel yapıyı dağıtmak gibi bir niyeti yoktu. Çünkü “İttihatçı milliyetçilik” denilen şey cumhuriyetçi değil imparatorlukçu, ulusçu değil ümmetçiydi. Bir yandan da Hilafeti kullanarak büyümek gibi hayalleri vardı.
İttihatçılık, Jön Türk kökenleri nedeniyle bir yanıyla modernleşmeciydi ama diğer yanıyla tutucu, Hilafetçi bir yapıydı. Birinci Dünya Harbi’nin kaybedilmesinden sonra ülkede kalan İttihatçı ağ ise esas olarak Hilafetçiydi. Kesinlikle Türkçü değildi çünkü bu zümrenin önde gelenleri genel olarak Çerkez kökenli paşalardı.
Şeyh Sait İsyanı nasıl Kürt-İslamcı iki yana sahipse, bu kesimin de Çerkez-İslamcı iki yanı vardı. Aralarında önemli bir fark vardı elbette, Kürtler ayrılıkçıydı, Çerkez’ler ise burada zaten sürgünde sayılırlardı; burayı bölmek, sığındıkları coğrafyayı yok etmek olurdu. Üstelik burada Osmanlı devleti onlara güvenmiş ve neredeyse tüm devleti onlara teslim etmişti. Ünlü Teşkilat-ı Mahsusa bir Çerkez örgütü sayılırdı ve Atatürk’e karşı muhalefet edenler de bu teşkilattan Çerkezlerdi.
“Peki, madem ayrılıkçı değillerdi, neden Cumhuriyetçi olmadılar?” gibi mantıklı bir soru gelebilir akla. Cumhuriyet, vatandaşlığa ve eşitliğe dayanan bir sistemdi, burada etnik bir zümre oluşturmanın imkânı yoktu. Osmanlı padişahına hem hizmet etmenin hem de istediği her ayrıcalığı ondan almanın imkânı vardı, bu bir vesayet sistemiydi. Oysa Cumhuriyet demek parlamento demekti, siyasi partiler demekti: Fikirler etrafında örgütlenmekti, etnik aidiyetler etrafında değil.
Kürt-İslamcılar, Birinci Dünya Savaşı sonrasında egemen olan Hürriyet ve İtilafçılarla birlikte hareket etmişlerdi, İstiklal Savaşı sırasında başını Anzavur’un çektiği türde Hilafetçi ve Çerkez-İslamcı bir akım da vardı. Fakat Milli Mücadele’nin başlaması ile Çerkez-İslamcılara karşı başka bir Çerkez grubu daha devreye girdi, bunlar Teşkilatı Mahsusa tarafından örgütlenen, en ünlü liderleri Rauf Bey, İsmail Canbulat, Kuşçubaşı Eşref, Çerkez Ethem gibi isimlerdi. Bu ikinci grubun niyeti saltanatı yıkmak değil yenilemek, eski sultanın yerine yeni sultanı geçirmek ve o sultana hükmederek İttihat Terakki’yi canlandırmaktı. Bu İttihat Terakki’ninse Türkçü bir yanı elbette yoktu.
İttihatçılar, Mustafa Kemal Paşa’nın parlamenter demokrasisine karşıydılar, fikirler ve idealler etrafında değil, kan bağı ve silahlı yemin etrafında birleşen bir komitanın ötesine gidemezdi onların ufukları. Meşrutiyet sürsün, onlar padişaha hükmetsin istiyorlardı.
Paşalar saltanatı, Tekkeler saltanatı ve sivil Cumhuriyet
Yani Paşalar, Cumhuriyet’i isteyemezlerdi çünkü Paşalar Saltanatı biterdi böyle olursa. Tıpkı tarikatların Cumhuriyet’i istemeyeceği gibi, isteseler Tekkeler Saltanatı biterdi.
Aslında burada tam olarak sivil Cumhuriyet projesine ulaşırız. Mustafa Kemal Paşa’nın laikliğin ilk adımını attığı din ve devlet işlerini ayıran, Şeriye Vekilliği’ni kaldıran, Diyanet İşleri’ni hükümet dışına çıkaran kararı ile eş anlı olarak, Genel Kurmay Başkanlığı hükümetten çıkarılmış, ordu komutanlığı ile Meclis vekilliği birbirinden ayrılmıştı.
Şeyh Sait İsyanı, tekkelerin, tarikatların, medreselerin bu karara isyanı sayılırdı, onlar toplumu kendileri denetlemek istiyorlardı, hem eğitimi ve ticareti böyle denetimleri altına alacaklar, hem de siyaseti vesayetleri altına alacaklardı.
Askeri zümrenin isyanı ise Mustafa Kemal Paşa ve Fevzi Paşa’nın çabaları ile engellenmişti. Karabekir Paşa’nın İstanbul’da başlatması ihtimali ve girişimleri olan askeri darbe önce akıllı adımlarla engellenmiş, sonra Paşalar Komplosu bertaraf edilmiş, İttihatçı askeri zümre askersiz bırakılmıştı. Böyle olunca İttihatçıların dayanacağı ihtiyat kuvvet olarak fedailer devreye sokularak Gazi Paşa’ya suikast tertip edilmişti.
Cumhuriyet’in ilanı sonrası peş peşe gelen Şeyh Sait İsyanı ile İzmir Suikasti arasında böyle bir bağ, hedef birliği vardı: Tekkeler Saltanatı ile Paşalar Saltanatı, Gazi’ye karşı birleşmişlerdi.
Ama son derece ilginçtir, özellikle Batılı yazar ve gözlemciler, ülkemizde Batıcılıkları ile bilinen liberal kesimler, Cumhuriyet’in bu sivil adımlarına karşı tekkelerin Şeriatçılığını ve İttihatçıların militarizmini savunurlar. Akıl tutulması gibi gelebilir, sözde daha demokratik bir Cumhuriyet istemek için tarikatların, sözde daha sivil Cumhuriyet için İttihatçıların tercih edilmiş olması nedendir?
Batılı devletlerin Mustafa Kemal Paşa’nın Cumhuriyet’ini hazmedemediğini görürüz aslında. Laik bir Cumhuriyet kuran bu Doğulu devrimciyi affedemediler. Mustafa Kemal’in yolunu tüm Doğu takip etse, laik ama Batı emperyalizmine karşı cumhuriyetler ilan edilse, emperyalizmin hali nice olurdu?
Bu arada şunu da özellikle hatırlatalım: İstiklal Harbimiz boyunca İngiltere’yi Loyd George’un Liberal Partisi yönetmişti. Mustafa Kemal Paşa’nın askeri zaferi sonrası Loyd George Hükümeti düşmekle kalmadı, Liberal Parti’nin siyasi hayatı da bitti. O günden sonra İngiltere iki partili sisteme döndü: Muhafazakâr Parti ve İşçi Partisi. Sonuç olarak Atatürk, sadece Osmanlı saltanatını değil onun hamisi İngiliz liberalizmini tarihe gömmüştü!
Ama sonra bu liberallerin İngiliz İşçi Partisi içinde faaliyet gösterdiğini de bilin. Liberallerin sol maskesi takması bile yerli ve milli değildir, bir İngiliz taklididir yani. Türkiye’de de sol görünümlü yapıları kazıyın, altından Loyd George’un ve İngiliz liberalizminin ruhu çıkacaktır.
Ülkemizdeki güçlü bir İngilizci liberal tayfanın varlığını biliyoruz. Bunlar hep sivillikten bahseder, Mustafa Kemal Paşa’yı ve Kemalizm’i de hep militaristlikle suçlarlar. Ama bir bakmışsınız kendi ifadeleri ile Ermeni soykırımının faili olan İttihatçıları savunuyorlar.
Mantıksız gelir size öyle değil mi?
Tersine çok sinsi bir mantık vardır burada!
İttihatçılar egemen olsaydı, İngiltere başta olmak üzere Batı emperyalizmi bu ülkeye rahatça saldırabilirdi. O zaman Ermenistan da kurulurdu, Kürdistan da… Kim bilir belki bir Anzavuristan ya da Ethemistan bile olabilirdi!
Mustafa Kemal başa geçerek ve Cumhuriyet’i ilan ederek, Batı’nın Türkiye’ye saldırmasının tüm gerekçelerini ellerinden almış, sonra kurduğu laik ulus devletle kalan hayallerini bile soldurmuştur.
Osmanlı yıkılırken bu ülkede Kürt-İslamcılık ve Çerkez-İslamcılık akımları olduğunu, bunların Cumhuriyet’e karşı çıktığını öğrendiğimize göre, bundan sonra Cumhuriyet’e karşı çıkan ve liberal görünen, hele hele solcu görünen bir aydın görürseniz ona bir memleketini sorun, niyetini ancak öyle anlarsınız!
Mustafa Kemal’in “asil kan” uyarısı hiç boşuna değildir.
Modern psikolojinin son dönemde popülerleşen bir formülü var: Doğduğun ev kaderindir. Bireysel olarak böyle bir kader olduğunu sanmıyorum, en fazla kendi kaderlerini ellerine alma cesareti gösteremeyenlerin bir bahanesi, sığınağı olabilir doğduğu ev. Ama doğduğun soyun bir kader olduğu gerçeğini de unutmamak gerekir diye düşünüyorum.
Halk çocukları ihtilali
Osmanlı toplumunun bakiyesi olan güçlü gruplar vardı ve Cumhuriyet’in kuruluşunda bunlar hep faal oldular. En aktif grup Nakşibendilerdi, onların gücü hem Kafkaslar’da hem de Güneydoğu’da aynı anda etkin olabilmelerindeydi. Ünlü Çerkez aileleri ile ünlü Kürt ailelerinin yolu bir şekilde bu tarikatta kesişiyordu.
Ama bu soylu ailelerin, güçlü ailelerin, tarikat silsileleri ve etnik kökenleri ile toplumun ayrıcalıklılarının saltanatı Cumhuriyet’le yıkılıverdi. O nedenle laiki dincisi, “müslümanı urumu”, hepsi Cumhuriyet’in karşısında konumlandı.
Ahh keşke padişahlık sürseydi de Meşruti bir demokraside istedikleri gibi yine saltanat sürebilseler, halkın sırtından hiç inmeseler, hep birilerinin emeğini sömürüp asalak asalak yaşayıp gitselerdi!..
Mustafa Kemal Paşa ise yetim bir halk çocuğuydu. “İkinci Adam” İsmet Paşa, basit bir memur çocuğu. Fevzi Paşa, paşalığa yükselemeyen bir subayın çocuğu. Ali Fethi Bey’in babası bir Hariciye memuruydu. Cumhuriyet’in kurucu kadrosu, ayrıcalıksız zümreden, sıradan halktandı.
Ülkemizde garip skolastik bir sol olduğu için, sol teori, bu halk çocuklarını en iyi halde küçük burjuvazi diye tanımlar, bazen büyük burjuvazi olarak, kimi zaman ise askeri elit olarak. Oysa ortada bir halk çocukları ihtilali vardır.
Seyit Rıza gibi toprak ağası tekke şeyhlerinden, Çerkez Ethem gibi askeri çete şeflerinden solcu halk kahramanı yaratmaya çalışanların sol ile ilgisi elbette olamaz. Ama sorunları etnik midir psikolojik midir kişisine göre değişebilir.
Mustafa Kemal Paşa’nın, Çankaya’daki bir tek adam da, yalnız adam da olmadığı ayrıca vurgulanmalıdır. Halk Fırkası’nın kuruluş kararını verdiği 1922’den itibaren her adımından önce yurt gezilerine çıkmış, sadece kendi partilileriyle değil, her kentin öğretmenleriyle, aydınlarıyla, esnafıyla, çiftçisiyle toplantılar yapmış bir liderdir O. Her devrimi sadece halkçı değildir aynı zamanda halkla birlikte yapılmış devrimdir.
Mustafa Kemal Paşa bu halkın sadece evladı değil tartışmasız lideridir, onu lider yapan halktır ve bu öyle köklü bir gerçektir ki, bugün dahi onun Anıtkabir’i milyonlarca vatandaşın ziyaret ettiği bir makamdır. “Yaşa Mustafa Kemal Paşa” bu halkın kendi yazdığı ve kendi söylediği bir marştı, bugün bu marşın ruhu Anıtkabir’e koşan halkın sessizliği ile söylenmektedir.
Atatürk, kurduğu partinin de lideridir ama bu partinin demokratik yanı da görmezden gelinir hep. Oysa o dönemde her karar önce partide tartışılırdı, gerçek tartışmalar olurdu ve bu parti tartışma zabıtları gazetelerde yayınlanırdı. Düşünebiliyor musunuz demokrasinin hudutsuzluğunu, bugün hangi siyasi parti kendi iç tartışmasının zabıtlarını basına dağıtabilir?
Basında farklı ve güçlü kalemler vardı ve tartışırlardı. Hilafetin kaldırılması gibi, Şeyh Sait İsyanı gibi kimi önemli olaylarda gazetecilerin yargılandığı doğruydu ama hepsi beraat etmişler ve gazetelerinin, köşelerinin başına geri dönmüşlerdi.
Meclis deseniz zaten orada sınırsız demokrasi vardı. O Meclis kürsüsünde hilafeti de savunabilirdiniz saltanatı da.
İşte böylesi demokratik bir ortamda kuruldu Cumhuriyet…
Fakat Mustafa Kemal’in paşazade arkadaşları bunu demokratik bulmuyorlar, “şahıs saltanatı” olarak görüyorlardı. Saltanı ve hilafeti savunanların cumhurbaşkanına şahsi saltanat eleştirisi getirmesi elbet komikti, hadi bunu gelenekçiliklerine verelim diyebilirsiniz.
Ama asıl şahsi saltanat peşinde koşan onlardı. Atatürk’ün vefatından sonra hepsi CHP’ye döndü. Üstelik döndükleri dönem CHP’si Atatürk dönemine göre çok daha sıkı disiplinli bir parti olmuştu. O dönemin CHP Genel Başkanı ise Milli Şef’ti. E, hani şahsi saltanata karşıydılar, ne o yoksa İsmet Paşa’nın milli şefliği, tek adamlık değil miydi?
Üstelik, Mustafa Kemal Paşa’ya asıl itirazları İsmet Paşa nedeniyle değil miydi? Atatürk İsmet Paşa’yı seçti diye Atatürk’e küsenler, ne olmuştu da İsmet Paşa’ya sığınmışlardı? Demek ki gerçek dertleri İsmet Paşa değildi.
Şu tespiti gerçekten çekinmeden yapmak gerekir: Tek dertleri Atatürk’tü!
Ondan sonra kimileri “devrim kendi evlatlarını yedi” der. Kâzım Karabekir, anılarında bunu bizzat yazmıştır. Hemen hemen her Cumhuriyet kitabında da tekrarlanılır. Tekrarlana tekrarlana da “Goebbels Kanunu” doğrulanır: Bir yalanı ne kadar çok tekrarlarsanız o kadar çok insan inanır.
Oysa Karabekir Paşa da, Rauf Bey de, diğerleri de devrimin evladı falan değillerdi. Devrim, evlatlarını yememiş, karşı devrimcileri devrimin yolundan kenara çekip onları orada bırakmıştı.
Devrimin evladı da lideri de sadece Mustafa Kemal’di!
Biz de bu nedenle Mustafa Kemal’in askerleriyiz…
Ve tıpkı 1922’nin 9 Eylül’ündeki gibi hep bir ağızdan haykırıyoruz yüzyıldır:
“Yaşa Mustafa Kemal Paşa Yaşa
Adın yazılacak mücevher taşa”