Şiir, tarihle birlikte vardır. Bu ikisi bir bütünü oluşturur. Birbirlerini tamamlarlar. Ortak bir kültür yaratırlar. Dolayısıyla, Türk tarihini öğrenmenin bir yolu da “Türk şiirini okumak ve Türk şiirini anlamaktan geçiyor,” desem, çok da yanlış bir şey söylemiş olmam diye düşünüyorum.
***
Aşağıdakiler, uçsuz bucaksız Türk tarihinin son halkasına, yani 99 yıllık Cumhuriyet’imize ait.
Bu tarihi yazanlar, bizlerden öncekiler; yazılmış bir tarihi kelimelere dökenler ise Türk şiirinin büyük ustaları, ozanları; yani söz tanrıları…
***
Yazılan bir tarihin öyküsüdür bu; 1923’ten bugüne uzanan bir öykü…
Ama öyküyü biraz daha gerilerden başlatalım; 1923 öncesinden, “bir devrin battığı” yerden, “bir hilal uğruna” o pırıl pırıl güneşlerin battığı yerden, bize Cumhuriyet’i armağan eden Ata’mızın tarih sahnesine Yarbay Mustafa Kemal olarak çıktığı yerden, Çanakkale’den, Boğaz Harbi’nden…
Mehmet Akif sormuştu “Şu Boğaz Harbi nedir? Var mı ki dünyada eşi?” diye…
İngiliz’i, Anzak’ı, Hindu’su, daha bilmem nesi… Yüzlerce kilometrelik yoldan gelmişlerdi Türk’ün yurduna; “Hasta Adam”ı Boğaz’da boğmaya.
Gelmişlerdi ama hesap edemedikleri bir şey vardı: Türk milleti için vatan namustu ve namus uğruna ölüme gitmek şerefti. Ve böyle bir milletin başında da henüz kimsenin bilmediği bir Yarbay vardı.
Kurşunların havada birbirine değdiği yerde, akan kanın bir milleti arındırdığı yerde, şehitlerin yeni doğacaklara can olduğu yerde bir destan yazılıyordu.
Mehmet Akif, sorduğu sorunun cevabını yine kendisini veriyordu:
“Sana dar gelmeyecek makberi kimler kazsın?
‘Gömelim gel seni tarihe’ desem, sığmazsın.”
***
Çanakkale, Türk’ün ölmediğini gösterdiği yerdi fakat memleket hâlâ can çekişiyordu. Dört yıllık bir sessizliğin ardından 15 Mayıs 1919 sabahı, İzmir’in işgali son darbenin habercisiydi; düşman ordusu için de Türk Milleti için de…
“Ankara’nın taşına bak
Gözlerimin yaşına bak
Biz Yunan’a esir düştük
Şu feleğin işine bak.”
İzmir’in ardı Anadolu’ydu. Sırada ya Anadolu vardı ya da İzmir geri alınacaktı.
***
16 Mayıs sabahı demir alan vapurun kurtuluş getireceğine bir tek O inanıyordu.
Samsun…
Amasya…
Ve Sivas…
Ve Erzurum…
Mustafa Kemal, Türk milletinin ölmediğini Çanakkale’de haykırmıştı fakat bunu dünyaya kabul ettirmek gerekti; kabul ettirmek için ise tek yol vardı: Savaş; istiklal uğruna savaş…
Ama bu hiç de kolay olmayacaktı. Yol arkadaşları bile ölüm fermanını kabullenmişken, “saltanata asi gelmeyelim,” diyenler varken, bir de İstanbul’un beyleri, paşaları, hanımları varken nasıl kolay olsundu?
“İstanbul’da birçok hanımlar, beyler, paşalar,
Türk halkından kesmişlerdi umudu.
Yağdırıldı telgraflar Erzurum’a:
Amerikan mandası altına girelim, diye. İstiklal diyorlardı, şayanı arzu ve tercihtir, amma
bugün bu, diyorlardı mümkün değil.”
Manda tartışmalarının geçtiği, izin verilse memleketi felakete sürükleyeceklerin olduğu o kongrelerde, neyse ki kararlı bir irade ve o iradeye inanan, o iradenin emrinde olmak için can atan ama o irade dahi olsa mandayı kim savunursa savunsun karşısında olacak olan ve onlardan vatan ve millet uğruna hesap soracak gençler, tıbbiyeli vatan evlatları da vardı.
“onlar
o kaşları yıkık
çakmaktaşı gibi kuvayı milliyeciler
mustafa kemal şafağının kıyısında öylece duruyorlar
yüreklerinde katıksız güvenleri
yalın yüzlerinde haklı öfkeleriyle
öylece duruyorlar
dimdik
ve apaydınlık”
Manda kesin olarak reddedilmişti ama bitmemişti ki daha… Daha doğrusu, her şey yeni başlıyordu.
“Sivas, mandayı kabul etmedi fakat,
‘Hey gidi deli gönlüm’ dedi,
‘Akıllı, umutlu, sabırlı deli gönlüm,
Ya İSTİKLAL, ya ölüm!’
Dedi.”
Karar, “ya istiklal ya ölüm”dü; bu ise, savaş demekti.
Ama neyle?
Sadece yokun olduğu bir milletle ne, nereye kadar yapılabilirdi ki?
“yoktu yok
verecek hiçbir şeyleri yoktu yüreklerinden başka”
Bu millet, o yüreği Çanakkale’de çıkarıp vermişti ama işte Çanakkale’de şehit düşenlerin kanı, geriden gelenlere can olmuştu, olacaktı.
***
“Biz Yunan’a esir düştük, şu feleğin işine bak” diye ağıt yakan bir millet, Polatlı’da düşmanı püskürtmüş; ağıt ise yerini Cemalettin Bey’in yazdığı Sakarya Marşı’na bırakmıştı.
Sıra, umudun heyecanını yaşamaktaydı:
“O sevimli yüzün asla solmasın
Hiçbir vakit kalbin yasla dolmasın
Ey mert asker durma yürü ileri
Vatanımda tek bir düşman kalmasın.”
Sakarya Marşı ile düşmanın üzerine atılan millet için, 9 Eylül günü, zaferin marşını söyleme zamanı gelmişti:
“İzmir’in dağlarında çiçekler açar
Altın güneş orda sırmalar saçar
Bozulmuş düşmanlar yel gibi kaçar
Yaşa Mustafa Kemal Paşa, yaşa
Adın yazılacak mücevher taşa.”
***
“Efendiler! Yarın Cumhuriyet’i ilan edeceğiz” sözü, yeni bir savaşın habercisiydi. Bu savaşın adı, “medeniyet savaşı”ydı.
Türk milletini muasır medeniyetler seviyesine çıkartacak olan devrimler birbirini ardına yapılıyor, yeni fabrikalar kuruluyor, yurtdışına kıvılcımlar gönderiliyor; memleket, demir ağlarla donatılıyordu.
Cumhuriyet’imiz 10 yaşına geldiğinde ise, haklı gururumuzu yaşamanın tam sırasıydı artık:
“Çizerek kanımızla öz yurdun haritasını
Dindirdik memleketin yıllar süren yasını
Bütünledik her yönden İstiklal kavgasını
Bütün dünya öğrendi Türklüğü saymasını
Türk’üz, Cumhuriyet’in göğsümüz tunç siperi
Türk’e durmak yaraşmaz, Türk önde, Türk ileri!”
***
1938’e kadar hep aydınlıktı ama sonrasında ise, karanlık, boğulduğu yerden tekrar çıkıyordu aydınlığı boğmak için.
Eğitimde atılan büyük adımlardan biri de enstitülerdi; Köy Enstitüleri…
“Çamlıbel’de bir gül açsa
Uykuları kaçar Bolu Beyi’nin
Çünkü kırmızıdır gül
Toprağın ve halkın uyanışına benzer”
demişti, Mehmet Başaran, Enstitüler için.
Bolu Bey’i tarihte kalmıştı ama Bolu Beyleri her dönem olacaktı. Ve o gülü de koparmışlardı.
***
1950’ler ise, Türkiye’nin “demokrasi” ile tanıştığı yıllardı. Zamanın Bolu Beyi, “demokrasi” ile gelecekti. Memleketin “…çilik”ten kurtulup “…çılık”la tanıştığı yıllardı. Bolu Beyi’nin, yüzünü “…çılık”la boyadığı yıllardı.
Ama Bolu Beyi varsa, karşısına çıkacak bir Köroğlu da illaki vardı:
“Bir adınız var, Adnan Bey, adımıza benzeyen.
Dilimiz kuruyor dilimizi konuştuğunuz için.
Bitten, açlıktan, sıtmadan betersiniz.
Yüz Türkiye olsa
elinizden de gelse
yüzünü de zincire vurur
yüz kere satarsınız.”
***
Bolu Beylerinin Amerika’yı bize “dost” kıldığı yıllarda, ışığını Mustafa Kemal’den, Kuva-i Milliye’den alan bir kuşak doğuyordu: 68 Kuşağı.
Türkiye’nin, “dost” yüzlülerce işgal edildiği bir dönemde yapılması gereken de belliydi: İkinci Kurtuluş Savaşı.
“Götürün İzmir’lere doğru bizi dünyalar kadar
Kitabınızın ardından inancınızın ardından
Aydın yüzünüzün bilince ulaştığı yerde
Bütün kitapların eyleme dönüştüğü yerde
Sesleriniz geliyor özgürlük alanlarından
Bir bayrak yarışı bu mutlaka geçeceksiniz
Güzel başladınız çocuklar güzel bitireceksiniz”
Onlar, karanlık günlerin aydınlık yüzüydü ve ışığa düşman olanlar, onları hep yok etmek istediler.
Meydanlarda vuruldular, darağaçlarında asıldılar…
Anaları babaları evlatsız, evlatları öksüz yetim bıraktılar.
50 yıl evvel uğruna can verilen toprakta, canı alınması gereken yine onlar olmuşlardı.
“kimi kurşun sıkar kimi cop sallar
kan akar okulların kapılarında
defteri kan kitabı kan günaydını kan
böyle mi doğmuştu güneş samsun’dan”
***
1938’den sonra her gelen yılın, gideni arattığı yıllar yaşadık, yaşıyoruz.
Otuz yıl önce yazılanlar, bugünleri anlatıyor; bugün yaşadıklarımız, elli sene evvelinden yazılmış:
“iş bu şiir tasarlandı bir gece
yetmiş sekiz eylülünde bir gece
atatürk öleli tam kırk yıl olmuş
cumhuriyet kurulalı elli beş
sense elli yaşındasın hey bekleroğlu
dolar çökmüş ümüğüne liranın
ekmek düşmüş it ağzına
sofralar kan
sokaklar kan
düşlerse karabasan”
***
Bir hafta öncesine gidelim…
Bartın’a…
41 cana…
41 ocağa…
41 canın hikayesi de yazılmış 50 sene evvel, bağrı yanık bir Anadolu anasının yaşlanmayan gözünden:
“karadeniz derler bir kara derya
abanmış üstüne kozlu’da çocukların
kömür müdür yürek midir ocaklardaki
ağıt mıdır figan mıdır bacalardaki
zonguldak zonguldak vurur yüreğim
zonguldar dertlerim günde beş öğün
katarlanır albayraklı cenazelerim
kimi ağlar ekmek ekmek ne bilem
kimi ağlar okul okul ne bilsin
ne bilsin grevi grizuyu sendikayı kemal’ım
ne bilsin yoksul yetim
sen hep samsun’a mı çıkarsın ay oğul ay kemal’ım
hele bir de kömürlere
çık hele bir
çık hele bir
kemal’ım!”
***
Peki, bugünler…
Yeniden İzmir Marşı… Yeniden mücadele…
Cumhuriyet’imizin 100. yılına ramak kala, kurtuluş yine Mustafa Kemal’dedir, O’nun ışığındadır.
Bize Mustafa Kemal’in askeri olmak yeter.