Yıkılmayan Atatürkçülük
Atatürk’ün kurduğu Türkiye Cumhuriyeti’nin yeni yüzyılı büyük sarsıntılara gebe. Bu durum yalnızca Türkiye’nin son yirmi yılındaki siyasal İslamcı iktidarla ilgili değil; çok daha öncesinde başlayan bir birikimin yarattığı toplumsal çalkantılara tanıklık edeceğiz.
Siyasal İslamcılık, AKP döneminde hiç olmadığı kadar güç kazansa da, kökeni çok daha derinlerde ve Cumhuriyet sonrasında karşı devrimci unsurların sağ politikalarının bir sonucu olarak ortaya çıktı.
Genç Cumhuriyet güçlü bir miras bıraksa da, gericiliğin toplumsal tabanının tam olarak ortadan kaldırılamaması bugüne varan sorunların temelini oluşturdu.
Altı yüzyıllık Osmanlı hakimiyetinden sonra gelen büyük bir kopuşun toplumsal yapının tamamını değiştireceğini düşünmek gerçekçi değildi.
Atatürk Cumhuriyet’inin “başarılarına” değil, her devrim sonrasında ortaya çıkabilecek belirli sorunlarına odaklanmak ve bunun üzerinden Cumhuriyet’i mahkum etmeye çalışmak, insafsızca bir tutumdur.
Tüm dünyada buhranın yaşandığı, I. Dünya Savaşı sonrası yeni savaş hazırlıklarının yapıldığı bir dönemde, Türkiye bağımsız kalmayı ve kendi varlığını garanti altına almayı başarmıştı.
Atatürk sevgisinin toplumu bu derece sarmış olmasının tek sebebi ülkeyi kurtarması değildi.
En az bunun kadar önemli olan diğer bir nokta Kurtuluş Savaşı’nın yeni savaşlar başlatmak amacıyla değil, Osmanlının üzerine bir karabasan gibi çöken “savaş yıllarını” sonlandırmak için yapılmış olmasıydı.
Atatürk sadece bir yeni bir ülke kurmakla kalmıyor; yüzyıllardır savaşmayı, kaybetmeyi ve geri çekilmeyi kabullenmiş çaresiz bir halka, bağımsızlığına kastedilmediği sürece savaşmayacağı güvencesini veriyor ve gerçek bir “barış ülkesi” tesis ediyordu.
Böylesi bir manzara köylü, bürokrasi, asker gibi toplumun tüm katmanları için “yaşamayı” ve “yeni bir gelecek inşa etmeyi” vaat ediyordu.
Aynı dönemde kurulan Sovyetler Birliği’nin dağılmasına rağmen Türkiye Cumhuriyeti’nin ayakta kalması, Cumhuriyet’le birlikte kurulan toplumsal düzenin gücünü gösteriyor.
Ancak hiçbir güç sonsuz değildir. Türkiye’nin son yirmi yılında yüzleştiğimiz Siyasal İslam artık Cumhuriyet’i tamamen yok edecek derecede güçlendi.
Bu geri dönüş sürecinin atlatılması ise ancak tüm toplumu kökünden etkileyecek olan toplumsal bir devrimle mümkün olabilir.
Ulusalcı fikirlerin her geçen gün “netleşeceği”, ideolojik bir hat oluşturacağı ve daha geniş bir toplumsal taban yaratacağı bir süreç dünyanın farklı coğrafyalarında da etkili olacaktır.
“Ulus”un reddinden “Ulus”un keşfine
Buradaki ana unsur, liberalizm ve Marksizm tarafından reddedilen “ulus” gerçeğinin iddia edildiği gibi “yapay” olmadığı, dünyevi ilişkilerin ulus gerçeği etrafında oluştuğunun kesin olarak anlaşılması olacak.
Yaşanılan her toplumsal olay dünya sisteminin esas olarak uluslardan oluştuğunu gösteriyor. Enternasyonalizmi imkansız kılan şey sadece kapitalizmin eşitsiz olarak gelişimi ve uluslar arasındaki “refah” farklılığı değil. “Üst yapı” denilen ve geleneklere bağlı oluşan birçok faktörün etkili olduğunu, her ulusun tarihiyle birlikte var olduğunu görüyoruz.
Ulusalcılık ve Atatürkçülük özdeştir
Burada belirtmek gerek ki ulusalcılığın yeni bir akım olarak ortaya çıkması, Atatürkçülüğün reddi anlamına gelmiyor. Küresel ölçekte “ulusal sol” ya da “ulusalcılık” olarak tanımladığımız düşüncenin Türkiye’deki karşılığı aslında tam olarak Atatürkçülük.
Bu iki kavram esasında özdeş olarak görülmeli. Altı ok programının bir ideolojiye dönüştürdüğü Atatürkçülük geçerliliğini hâlâ koruyor.
“Ulusalcılık” kavramı özünde Atatürkçülükten farklı olmamakla birlikte daha evrensel bir ideolojiyi ifade ediyor.
“Ulusalcılık” kavramını kullanmak, Atatürkçülüğün bazı kesimler tarafından “demode” ya da “yıpranmış” bir kavram olarak görülmesinden kaynaklanmıyor.
Ulusalcılık “Eski Türkiye” özlemi değildir
Ulusalcılığa karşı olan bazı kesimler, “ulusalcılık olarak nitelenebilecek bir ideoloji” olmadığını ve ulusalcılığı “Türkiye şartlarında Siyasal İslamcılığa karşı verilen bir refleks” olarak tanımlıyor.
AKP’nin yarattığı toplumsal dönüşümün ve buradaki “başarının” Atatürkçülüğün sonu olduğunu söyleyen bu kesimler, ulusalcılığı İslamcı kesimdeki “Asr-ı Saadet dönemine dönüş” isteğine benzer bir “eski Türkiye özlemi” olarak göstermek istiyor.
İlginç olan bu eleştirilerin farklı siyasetlerden gelmesi…
Cumhuriyet’in son yirmi senesinin “Kemalizm’in dramı” olduğunu, “halk tarafından benimsenmemiş ve devlet gücüyle ayakta tutulan toplumsal devrimlerin tüm defolarının ortaya çıktığını”, “Atatürkçülüğün ancak devlet gücü ve yardımıylavar olabilecek bir siyasi düşünce olduğunu” savunan sosyalistler, liberaller ve İslamcılar var.
Oysa “hezimet” olarak gösterilen Cumhuriyet dönemi aslında Atatürkçülüğün başarısızlığını değil başarısını ispatlıyor.
Türkiye uzun yıllardır hüküm süren Siyasal İslamcı iktidara teslim olmuyorsa, şartlar ne olursa olsun AKP’li olmayı reddeden milyonlarca insan varsa ve güçlü bir muhalif gelenek yaratılmışsa bunun sebebi Cumhuriyet’in yarattığı toplumsal sosyolojidir.
Ulusalcılık devrimci geleneğin devamıdır
Ulusalcılığın Türk siyasetinde “merkez”in ortadan kalkmasıyla birlikte, merkez siyaseti yeniden ikame etmek için üretilmiş ve özü itibariyle “sağ bir politika” olduğu düşüncesi de yanlıştır.
Cumhuriyet mitingleriyle başlayan dönemde “sağ ve solun geride kalması” gibi söylemlerle “ideolojisiz” bir birliktelik yaratma isteği olmuşsa bile bu akım güdük kalmış ve toplumsal süreç farklı yönde gelişmiştir.
Ulusalcılık; “sağ” ve “sol”u aynı safa sokacak bir orta yolculuk ya da herkesi memnun etmeye çalışan toplumsal bir uzlaşma arayışı değildir.
Ulusalcılık, Cumhuriyet’i yok olma noktasına getiren sağ siyasetten ve batılı kaynaklara teslim olmuş “sosyal demokrat sol”dan kurtulma çabasıdır.
Sağ siyaset tarikatları merkeze koyarak gerici örgütlenmelerin önünü açmakta, bu durum laikliği içselleştirmiş geniş halk kesimleri tarafından tepkiyle karşılanmaktadır.
Diğer taraftan sol içerisindeki etnikçi eğilim, uluslaşma sürecini yaşamış toplum açısından “çatışma yaratıcı” bir unsur olarak görülmekte ve kabul edilmemektedir.
Cumhuriyet sonrası sağcılığın sonucu olarak ortaya çıkmış gericilik ve etnikçiliğe tepki olarak ortaya çıkan ulusalcı düşünce doğal olarak “sağ” olamaz.
Ulusalcılık devrimci geleneğin devamı olarak ortaya çıkmıştır.
Atatürk’ün “ulus yaratma” mücadelesi
Ulusalcılığın Cumhuriyet’in yeni yüzyılında bir “diriliş” ideolojisi olarak ortaya çıkması, Atatürk’ün giriştiği “devlet kurma” ve “ulus yaratma” mücadelesinin sonucu ve uzantısıdır.
Cumhuriyet’le aynı dönemde kurulan Almanya ve Sovyetler Birliği gibi iki ülkenin farklı bir yöne evrilmesi; Alman demokrasisinin faşizmi doğurması, Sovyetler Birliği’nden de sosyalizm adına bir imparatorluk siyaseti çıkması iki önemli örnektir.
Atatürk’ün Cumhuriyet’i bugünden bakıldığında pek de anlaşılmayan zor şartlar altında doğru bir tespit yaparak ancak “ulus yaratarak” ayakta kalabileceğini gördü.
Çağdaş bir milliyetçilik, ulusal kültür, milli eğitim, ortak dil ve ulusal ekonomi yaratma mücadelesinin temelinde sömürgeci hevesler değil Cumhuriyet’in kuruluş sürecinde karşılaşılan kuşatmayla yeniden karşılaşma ihtimali vardı.
Cumhuriyet kendisini yok etmek isteyen böyle bir süreçle karşılaştığında “dahili ve harici bedhahlara” karşı ancak güçlü bir Türk ulusunun varlığıyla kendisini savunacak ve devrimleri kollayacaktı.