Aydın bir Türk’ün bu dünyadan göçü…
Tam bir ay önce (13 Ağustos 2022’de) dedem Osman Melik’i bu fani dünyadan uğurladık. Ancak şimdi kafamı toparlayıp bir şeyler yazabiliyorum.
Dedem, 1927 doğumluydu. Bu dünyada dolu dolu 95 yıl yaşamıştı. Ama hani derler ya her ölüm erken ölümdür diye… 95 yılın, çocuklarının, torunlarının ve torunlarının çocuklarının ardından yine de onun gidişi de erkendi. En azından biz yakınları için…
Konya’da, Kırım muhacirlerinin yoğun yaşadığı İhsaniye Mahallesi’nde doğmuştu. Doğduğunda Cumhuriyetimiz sadece dört yaşındaydı. İlkokula giderken, Atatürk’ü Konya’yı ziyaretlerinden birinde (muhtemelen 1934’teki olmalı) Konya Garı’nda uzaktan da olsa gördüğünü hâlâ sevinçle anlatırdı. Sırf bu bile bir ömre kıymet verecek bir olay…
Ortaokul mezunuydu… Ama hakikaten, o dönemin eğitiminin kalitesi ile bugünkünün niteliksizliğini onun şahsında yakından gözlemlemişimdir. Tarih, genel kültür gibi alanlardaki bilgisinin ötesinde sadece ortaokulda okuduğu üç yıl içinde edindiği Fransızcası dahi epey iyi düzeydeydi. Atatürk döneminde ve doğrudan onun yönlendirmesiyle okullar için hazırlanmış üç cilt Tarih kitabı da onun bana daha çocuk yaşlardayken okuttukları arasındaydı.
Çok güzel resim çizerdi. Her zaman güzel ve temiz giyinmeye dikkat ederdi. Güzel konuşmaya özen gösterirdi. Neredeyse yüz yılını geçirdiği kentimizin şivesinin tınılarını onun konuşmasında duyamazdınız. İstanbul Türkçesi konuşurdu.
T.C. Devlet Demiryolları’nda şef olarak çalışıp buradan emekli olmuştu. Konya’dan başka Afyon ve Gaziantep-Karkamış’a kadar uzanan, on yıllar süren bir devlet memurluğuydu bu. Çocukluğum bu Cumhuriyet memurluğunun ve memleketin farklı iklimlerinden süzülüp gelen anıların, izlenimlerin hikâyeleriyle de doludur.
Benim kendimi bildiğim ilk yıllarda Konya’da istasyonun hemen yanındaki Demiryollarının müstakil, bahçeli lojmanlarında yaşardı, daha doğrusu yaşardık. Benim ilk yıllarım da kendi evimizden çok orada geçmiştir. Berlin-Bağdat Demiryolu’nu inşa eden Alman mühendisler ve teknik adamlar için yapılmış olan bu Alman mimarili konutlardaki hayat, benim de ilk anılarımdır.
Döneminin yetiştirdiği eğitimli, kültürlü, dürüst, Cumhuriyet’e has insan tipinin bir örneğiydi dedem. Dönem dönem farklı siyasî görüşleri savunmuş olsa dahi her döneminde gerçek bir Türk aydını olmuştu. Muhtemelen hayatının her evresinde, çevresinin en çok okuyan, araştıran, merak eden ve elinden geldiğince yazmaya ve aktarmaya çalışan Cumhuriyet neslinin bir ferdiydi.
Herhalde biz çocuklarına, torunlarına, torunlarının çocuklarına bıraktığı paha biçilmez miras da bu olmuştur. Onun torunu olmakla doğrusu ben çok şanslıydım…
Taşlıca-Sancak ve Kırım’dan Konya’ya akan muhacirlikler
Evet, dedem Konya doğumluydu. Fakat ailemizin hikâyesi başka yerlerde başlamıştı. Osmanlı’nın ve Türklüğün, Kırım ve Rumeli’nden son ve ana vatana çekilmesinin hikâyesinin bir parçasıdır bu.
Dedemin babası Şerif Mekiç, Balkan Savaşları’ndan sonra Karadağ’ın eline düşecek olan Taşlıca’da doğmuş. Ailesi bilmediğimiz kadar eski dönemlerden beri kuşaklardır orada yaşamıştı. Onlar orayı terk etmek zorunda kalınca, Türk ve Türkçe “Taşlıca” ismi de gitmiş, yerine “Pljevlja” getirilmiştir. Annesi Emine Savesen ise Kırım Bahçesaraylıydı. O da ailesiyle birlikte, bu defa Karadağ ve Sırp’ın değil, doğrudan ağabeyleri Rus’un zulmü neticesinde “ak topraklar”a yani Türkiye’ye göç etmişti. Bu iki hayat Konya’da kesişmiş, dedem Osman Melik de bu evliliğin sonuncunda dünyaya gelmişti.
Dedem hep daha çok dayılarıyla, anne tarafından akrabalarıyla iç içe bir ortamda büyüğünü anlatırdı. Çocukluğumdan ben de hatırlarım… Konya’da çok geniş bir Bosna-Sancak muhacirleri topluluğu yoktu. Fakat bunun aksine, kalabalık, örgütlü ve etkin bir Kırım Tatar diasporası mevcuttu. Bu muhitte yetişmenin sonucunda dedem, Kırım Tatarcasını gerçek anlamıyla “anadili” olarak öğrenmişti. Ve bu dil ve kültür bize de az çok aktarılmıştı.
Yıllar sonra, rahmetli Ahsen Batur’un çevirilerinden, Uluğbey’in Hazinesi’ni, Ötgen Künler’i ve diğerlerini okuduğumda ve sonrasında Özbek Türkçesi öğrenmeye giriştiğimizde Kırım Tatarcasını az çok bilmekle aslında Özbekçe ile diğer Türkistan lehçelerinin çok önemli bir kısmını zaten yarı yarıya bildiğimi fark etmiştim. Bu dedemin bana büyük bir hediyesiydi. Fark ettiğimdeyse 30 yaşımı geçmiştim!
Daha sonra İleri Yayınları’ndan da yayımladığımız bu kitapları ona da götürdüğümde hepsini severek ve dikkatle okudu. Hatta geçmişi anıp hüzünlendiğinde “Ah, ötgen künler, ah!” diyordu. Ah, geçmiş günler…
Dedemin kütüphanesi
Çocukluğumdan beri beni çeken büyülü bir varlıktı dedemin kütüphanesi. Çocuk aklımla çok anlamadan meftun olduğum bu kitapların anlamı benim için bugün nettir. Mevlevî-Melamî meşrep bir ehli tasavvuf olan dedemin kitaplarının önemli bir kısmını bu alandaki eserler oluşturuyordu. Zamanında tanıştığı Abdülbaki Gölpınarlı’nın Mesnevi Şerhi’nden başlayarak, bu alanın neredeyse bütün temel eserlerini okumuş, edinmiş ve on yıllarca korumuştu.
Ama bunun yanında eski Konya ve Selçuklu tarihi, Kırım Hanlığı ve Kırım Tatarları üzerine kitaplar ile neredeyse aklımıza gelebilecek her konuda birçok eser buradaydı. Vefatından sonra yine az zaman önce yitirdiğimiz rahmetli Ahsen Abi’nin Selenge Yayınları’ndan çıkmış özellikle Kırım’la ilgili kitapları bu kütüphanede yeniden görmem benim için ayrıca anlamlı olmuştu.
Bu kitaplardan ortaokul yıllarından itibaren bana okutturduklarının bazıları geliyor aklıma: Şeyh Sadi’nin Bostan’ı ve Gülistan’ı, Kelile ve Dimne, Lord Kinross’un Atatürk’ü, Alphonse de Lamartine’in Osmanlı Tarihi, Mehmet Akif’in Safahat’ı, Ömer Seyfettinler ve elbette Mesnevi ve diğerleri…
Çocuk kalbine ekilen tohum
Bunları bana okutturan bir dedem olması elbette benim için büyük bir şans ve yolumu çizen önemli bir etkendi. Ama çocuk kalbime ektiği tohum sadece kitaplarla olmamıştı. Kendimi ve etrafımı ilk bildiğim zamanlardan itibaren ben, onun elinden tutmuş Mevlana Türbesi’ni, İnce Minareli Medrese’yi, Karatay Medresesi’ni, İbni Arabî’nin üvey oğlu ve en önemli öğrencisi Şeyh Sadreddin Konevî’nin türbesini, Konya-Selimiye, Sahib Ata, Aziziye Camilerini gezer halde bulmuştum kendimi.
Bunlara, Alaeddin Keykubat Camii’ni, Selçuklu saray kalıntılarını, Konya’nın çeşitli yerlerindeki çeşitli tarihî mekanları da eklemek gerekir. Ama hepsini saymaya kalkmak bu yazının sınırlarını epey aşar.
Çocukluğumda Kayseri’de kaldığımız 88-89 yıllarında da yanımıza her geldiğinde aynı “gezi-dersleri”ni orada da ihmal etmemişti. Bu kendisinin de çok bilmediği şehirde anlaşılan önce ders çalışır gibi okumuş, harita incelemiş ve sonra da aktarmıştı!
Herhalde bir çocuk kalbine öğrenme tutkusu, tarih ve Türklük bilinci daha iyi ekilemezdi. Ve bu da ancak severek, emek vererek yapılabilirdi. Şimdi gözlerim dolarak hatırladığım o günlere kıymet biçmek olası mıdır?
Benim gazeteciliğim, yazarlığım ve O
O, 80’li yaşlarına geldiğinde ben de gazeteci ve yazar olarak onun karşısındaydım artık. Türk Solu’nun düzenli yazarlarındandım. Elbette onun umduğu, beklediği insan değildim tam olarak. Evet, o da Cumhuriyetçiydi, Atatürkçüydü, milliyetçiydi. Ama Türk aydının sol kanadına yakın olduğu da pek söylenemezdi. Benim ise onun muhafazakâr tarafının pek de yakınında olduğum söylenemezdi…
Bu, son yıllarında ülkenin bu hale getirilmesine içten ve kuvvetli bir tepki duymasına, iyi bir muhalif olmasına, gençliğindeki daha sola yakın siyasî tercihlerine tekrar yaklaşmasına rağmen yine de böyleydi.
Fakat benim solculuğum onu pek rahatsız etmemişti. Bu konuda en ufak bir serzenişi bıraktım, herhangi bir sözünü bile hatırlamıyorum. Herhalde bir önceki kuşağa göre epeyce şanslıyımdır. Aslında beni onunla yeniden buluşturan da Şeyh Bedreddin olmuştu. 2009’da Bedreddin-Hayatı ve Mücadelesi’ni yazdığımda, dedeme pek de hoşuna gideceğini tahmin etmeden vermiştim kitabı. Oysa onun Bedreddin’e ilgisi beni de aşıyordu! Tabii benim ilgim devrimciliği yönünden, onunki tasavvuf açısındandı ama işte bu köprüyü kuran da Nâzım’ın Bedreddin Destanı olmuştu…
Konya’ya gidip geldikçe hem kendi yazdığım ya da çevirdiğim başka kitapları dedeme ulaştırırdım, hem de İleri Yayınları’ndan yayımladığımız çeşitli kitapları. Türk Siyasetinde Kürt İslamcılar’ı, Pusudaki Cemaatler’i, Ömer Hayyam’ın Hayatı’nı ve Kürtleşen Ermeniler’i artık 90 yaşına varmış olduğu yıllarda, yaşından beklenmeyecek bir hızla, altını çizerek, not alarak, katılmadığı yerlerde benimle tartışarak okudu.
Hatta aklına takılan, eksik kalmış bulduğu noktalar için elindeki kaynakları taradı. Bana yüz yüze ya da mümkün olmadıysa telefonla bunları aktardı.
Hâlâ ilgisini, emeğini benim üzerimde bir şemsiye gibi tutmaya çalışıyordu…
Son dönemi…
Vefatına kadar her an yanında bulunan, her ihtiyacını gören sevgili teyzem Zerrin Melik’i sık sık aramaya çalışıyordum Durumu hakkında bilgi alıyordum. Neredeyse son gününe kadar okumuş, gazetelerden ilgilendiği haberlerin kupürlerini kesmiş, dosyalamıştı. Onu gören doktorları dahi şaşırtan, yaşından ve sağlık durumundan beklenmeyen bir faaliyeti sürdürüyordu.
Fakat artık günden güne kaçınılmaz sona yaklaştığını hissediyorduk. Ve nihayet onu kaybettik. Şimdi ondan geriye kalan 95 yıllık bir miras var elimizde…
Dedem, ölüm ve yaşamın anlamı
Her yaşamın bir anlamı elbette var. Bunu pek bilmesek de, anlamasak da o anlam orada duruyor. Ölüm, çoğu zaman o anlamı kavramamızı daha iyi sağlayan, yaşamın aynadaki ters yansıması gibi.
Dedem Osman Melik, bugün benim olduğum kişi olmamda çok belirleyici olmuştu. Kişiliğiyle, bilinciyle, okuma ve öğrenme aşkıyla bana böyle bir manevî miras bıraktı.
O benim için, Atatürk’ün kurduğu Cumhuriyet’in yetiştirdiği ilk eğitimli kuşağın simgesiydi.
Sonuna kadar namus ve şerefle sekiz nüfusa bir memur maaşıyla bakmış dürüstlüktü. Kültürdü, edebiyattı, tarihti, tasavvuftu. Çocukluğumun Konya’sıydı. Mesnevi’ydi, Safahat’tı. Selçuklu’ydu, Kırım’dı, Rumeli’ydi…
Ve hepsinin ötesinde benim çocuk kalbime saf sevgi ve emeğiyle dokunmuş adamdı.
Dedemdi…
Şimdi dönüp baktığımda, insanın ölümünün de yaşamının da aslında aynı şey olduğunu görüyorum. Ve anlıyorum ki, yaşamamızın da, ölmemizin de anlamı bu dünyada yaptığımız iyi işlerden, söylediğimiz iyi sözlerden ve onların bizden sonra çapımıza göre belki birkaç yıl, birkaç kuşak ya da binlerce yıl boyunca yaratacağı yansımalardan ibaret…
Dedem öldü ama işte bende, beni tanıyan insanlarda, hatta hiç tanışmadığı ve benim de belki hiç bilmediğim ama bu satırları okumakta olanlarda bir şekilde yaşamaya devam ediyor.
Sevgi, dürüstlük, öğrenmek ve öğretmek onun mirasıydı.
Bu mirası ne kadar yaşatabilirsem, o kadar mutlu olacağım.
Ruhu şâd, mekânı cennet olsun…