Depremi gösteren fotoğraflarda genellikle yıkılan binalar kullanılır. Sanki deprem binaları yıkan bir felaketmiş gibi.
Oysa yıkılan binalar değil yuvalardır.
…
Deprem toplam 11 ili etkiledi, birkaç şehri büyük oranda, birkaç ilçemizi ise tümüyle yıktı. Tahminen 200 bin bina ya yıkıldı ya da ağır hasarlı olduğu için yıkılmak zorunda. 200 bin bina demek, her binada ortalama 10 daire olduğunu hesap etsek 2 milyon daire eder.
Sayı gerçekten ürkütücü.
Geçtiğimiz yıl ülkemizde toplam 1,5 milyon daire satılmış. Bunun yaklaşık 500 bini yeni, birinci el konutmuş. Yani yıkılan evleri yenilemek en iyi ihtimalle bile 4 yıllık bir yeni konut satış rakamı demek. Ama bu rakam üretim değil satış rakamı.
Konut üretim miktarımıza gelirsek. TOKİ, 20 yılda 1 milyon 170 bin ev üretmiş. Yıllık ortalama 60 bin konut ancak yapıyor. Sadece TOKİ eliyle konut üretilmeye kalkılsa depremde yıkılan 2 milyon daireyi yeniden yapmak yılları değil 10 yılları alır. Özel sektörü de işin içine soksak bile, deprem bölgesinin yeniden inşası en az 10 yılımızı alır.
Bugün bir dairenin maliyeti 65 bin dolar olarak hesaplanıyor. 2 milyon daire ise 130 milyar dolar eder. Türk ekonomisinin yıllık hacmi 800 milyar dolar. Demek ki inşaat için gereken para yıllık milli hâsılanın %15’inden fazla.
Çok çok büyük bir iş ve bunun altından kalkmak da çok çok zor.
Kızılay’ın son 10 yılda 100 bin çadır bile üretemediğini düşünecek olursak TOKİ’nin böyle bir konut projesini bitirebilmesinin imkânı olmadığını görürüz.
…
İnsanların ev hayallerini söndürmek istemem tabi, sonuçta insanımızın en büyük hayali başını sokacak bir ev olmuştur.
O güzelim şarkımızın sözlerini hatırlayalım:
Bir evi olsun ister
Bir de içmeyen kocası
Tanrı ne verirse geçinir gider
Yeter ki mutlu olsun yuvası
Evet, budur bizim hayalimiz. Fakat farkında mıyız bilmem ama hayalimiz ev değildir, bina hiç değildir, aslında mutlu bir yuvadır…
Deprem bölgelerine bakıyoruz, bazı çok lüks sitelerin, rezidansların yıkıldığını, binlerce insanın buralarda hayatını kaybettiğini görüyoruz. Demek ki en lüks, en şatafatlı binalar bile aslında yuvamız değil mezarımız olabilirmiş.
Şimdi şunu sorgulamanın tam zamanı olmalı: İnşaat cenneti yapılan bir ülkede, hemen hemen herkes bu albenili binaların cazibesine kapıldı. Kendimizi kurtarmamız, paramızı biriktirmemiz, kredilerimizi ödememiz ve kendimizi şöyle güvenli, güzel, nezih sitelere atmamız lazımdı.
AKP inşaat sektörü bu cazibe üzerine kuruldu ve ilk müşterisini de ülkenin daha modern, laik insanlarından buldu. Daha sonra bu furyaya İslami kesimin zenginleri de dâhil edildi. İnşaat sektörü genişledikçe orta sınıfları bile içine çekecek büyük bir piyasa oluştu.
Oysa bu yönelimin bir alternatifi vardı. 1999 depremini yaşayan bir ülkede, kamu eliyle ya da kamu güvencesiyle yaşanılabilir, ferah, depreme dayanıklı bir konut seferberliği yapılabilirdi. Muhtemelen bunun maliyeti son 20 yılda inşaata aktarılan paradan daha az olurdu, daha fazla konut yapılırdı, yapılan konutlar daha güvenli olurdu. Bunca insanımız ölmezdi, kalanlarımız da bugün korku içinde yaşamazdı.
Ama bizim kamu ekonomisi korkumuz baskın geldi, özel sektörün şatafatlı binaları bizi büyüledi.
Sonuç ortada değil mi?
…
Bir yuva nerede kurulur anlamak için kuşlara baksak ya…
Yuva, güvensiz yerlerde kurulmaz.
Yuva, tehlikeye açık yerlerde kurulmaz.
Yuva, yalnız başına kurulmaz.
Deprem, evlerimizi değil yuvalarımızı yıktı. Şimdi o enkazların altından yine aileler çıkıyor. Genelde ölen aileler birbirine sarılarak ölüyor, kalanlar birbirini çıkarıyor, kurtarıyor. Şimdi belki bir çadıra sığınıyor o aile, bir çorba sırasına giriyor. Artık başını sokacak bir evi yok.
Belki artık ihtiyacımız olanın bina değil yuva olduğunu anlayacağız. Yuvanın banka kredisi ile değil sevgi ile kurulduğunu, sevgi ile ayakta kaldığını anlayacağız.
“Eskiler ev alma komşu al” derlerdi, şimdi komşularımıza ihtiyacımız olduğunu, site sakinlerinin bunun yerini tutmadığını, tutamayacağını bileceğiz.
Tolstoy, “İnsan neyle yaşar” başlığıyla yayınlanan hikâye kitabındaki bir öyküsünde “İnsana çok toprak gerekir mi?” sorusunu sormuş ve insanın açgözlülüğünün onun mezarı olduğunu anlatmıştı. Bizimki belki açgözlülük değil, sonuçta fakir bir milletiz ve iyi olan her şeye açız. Böyle olduğu için de güzel bir bina istiyoruz.
Ama artık sarsılmalıyız.
İhtiyacımız olan daha fazla çimento, demir, beton değil.
Güçlü ailelere, sağlam dostluklara ve koruyucu bir devlete ihtiyacımız var…