Yargıtay 3. Ceza Dairesi, Anayasa Mahkemesi’nin (AYM) Can Atalay hakkındaki hak ihlali kararını uygulamadığı gibi kararı veren AYM üyeleri hakkında suç duyurusunda bulundu. Ancak bir “muz cumhuriyeti”nde yaşanacak bu garabet, AKP’nin egemenliği altındaki Türkiye’nin yaşadığı en yeni utanç oldu.
AKP’nin propagandası olarak 7 gün 24 saat papağan gibi yinelenen “Türkiye Yüzyılı” denen şeyin ne menem bir şey olduğunu da hep birlikte görmüş olduk.
Yargıtay 3. Ceza Dairesi’nin kararı ve suç duyurusu üzerine hukuki olarak söylenebilecek çok fazla bir şey yok. Ortada hukuki değil, siyasi bir kavga söz konusu. AKP iktidara geldikten sonra, Türkiye Cumhuriyeti’nin bağımsız yargısını tasfiye etmek için çok çalıştı. Hedefe oturttukları diğer bir ilke ise Laiklik’ti. Bu rastlantı değildir çünkü çağdaş devlette laiklik hukukun egemenliği, hukukun egemenliği ise laiklik demektir.
AKP lideri Türkiye’yi hukuksuzlaştırma kavgasında, en çok kullandığı ifade “yargı vesayeti”ydi. 22 yıllık baltalama sonucu, bugün geldiğimiz noktada vesayet adı altında bağımsız yargı erki ortadan kaldırıldı. Ancak bu da AKP rejimi için bir “istikrar” yaratamadı.
Eskiden gerçekten hukuk devletini savunan bağımsız yargı mensupları “vesayetçi” olmakla suçlanırken, artık yerlerine atanan AKP yargıçları ve savcıları birbirlerine saldırıyor ve bu sefer “vesayetçi” diye birbirilerini suçluyor. Yani yargının AKP’lileşmesi ve sonra da saraylaşması, tek vücut ya da tek ses bir yargı yaratmadı. Tersine yargıyı yüzlerce küçük tarikat ve fraksiyonun çatışma alanına çevirdi. Çünkü saraylaşma her alanda olduğu gibi, yargıda da “güçlü devletin” değil, güçsüz devletin ve nihayet devletsizleşmenin ta kendisiydi.
Tıpkı laikliğin sabote edilmesinin kanlı tarikat savaşlarına yol açması gibi yargı bağımsızlığının yok edilmesi de mahkeme savaşlarını başlattı. Son derece kanlı bir şekilde gerçekleşen Fethullahçıların tasfiyesi, yargıda tarikatlar arası savaşı bitirmedi. Bunun yerine yepyeni çatışmaların perdesini açtı. Artık hepsi AKP tarafından atanmış yüksek mahkeme üyeleri kendi aralarında çatışıyor, didişiyor, birbirinin kararlarını yok sayıyorlar ve hatta uygulamakla yükümlü oldukları yasaları ve Anayasa’yı da tanımıyorlar.
Bugün bazıları bu yaşananları “devlet krizi” olarak adlandırıyor. Ancak yaşanan devlet krizi değil, tam tersine devletsizlik krizidir. Çünkü dikta rejimleri devletçi değil, devletsiz rejimlerdir.
Güçlü dikta, güçlü devletin tam tersine güçsüz liderin ve güçsüz devletin işaretidir. Güçsüz lider kendi hezeyanları ve zaafları ile sürekli krizlere yol açar ve bunları aşmanın yolu olarak bizzat gücünü ele geçirdiği devlete savaş açar. Devletin kuruluşundaki temel ilkeleri, devletin hukukunu, kurumlarını, geleneklerini yok ederse kendi yetki alanının genişleyeceğini sanır. Sebep olduğu kaos ortamında herkesin mecburen güçlü bir figür olarak kendisinin etrafında birleşeceğini umar. Böl, parçala, yönet taktiğine o kadar bağımlı olmuştur ki; devleti ele geçirse bile; artık bölmek yerine birleştirmeyi, parçalamak yerine bütünleştirmeyi beceremez.
Bu sefer yine, anladığı tek siyaset olan “böl-parçala-yönet”e başvurur. Ancak bu sefer kendi ekibini ve elemanlarını bölüp, birbirine kırdırır. Sonra da yeniden tasfiye ve atamalarla alttan gelenlerin desteğini alır, sahte bir asabiyet ortamı yaratır. Bürokrasinin altındaki kadrolar tepedekileri ihbar eder, yukarıdakiler de birbirini. Boşalan yerlere atanma hevesiyle yeni kavgalar ve muhbircilikler hep kızışır.
Kimse devletin memuru, yargıcı, savcısı, bürokratı değildir. Bu yüzden herkes her an herkesi hain ilan edilebilir. Sonra da sarayın raconu beklenir. Bu yüzden yaşadığımız bir hukuk krizi değil, bir devletsizlik krizidir. Zaten anayasalar devletler içindir. Devletler anayasayla yönetilir. Devlet işleyişi yoksa, anayasaya ihtiyaç yoktur. Orada bir yerde süs olarak durabilir. Son mahkeme savaşları da bunu gösteriyor.
AKP lideri Tayyip Erdoğan’ın bizzat kendi ifadesi, yaşanan devletsizlik krizinin sorumlusunun kim olduğunu göstermektedir:
“Anayasa, ‘devlet başkanı’ sıfatıyla bize ‘devlet organlarının uyumlu çalışmasını temin’ görevi vermektedir. Biz bu tartışmada taraf değil hakem konumundayız.”
Yani diyor ki; bu kurumların çatışması doğaldır, ben bunum için buradayım, hakemim, en son kararı ben veririm. Aslında bu açıklama Yargıtay’ın hukuk tanımazlığından daha büyük bir skandaldır. Çünkü Cumhurbaşkanı yargı organının hiçbir yerindedir. Hakemi hiç değildir.
Bir taraftan da aklı sıra racon kesecekken, büyük bir zayıflık gösterisinde bulunuyor. “Taraf” değilmiş. Neden ki? Erkek gibi “tarafım” desene. Öyle yan çizmek yok. Topu hakemliğe, “VAR” a atmak falan!
Bu başta tarif ettiğimiz duruma aynen uyuyor. Ancak güçsüz bir lider devletinin mahkemesinin Anayasa Mahkemesi’nin kararını uygulamaması ve hatta suç duyurusunda bulunmasından mutlu olur. Çünkü ona gün doğmuştur. Siyaseten taraf olmaya cesaret edemediği yerde güya hakem olacak. Kendini “hakem” ilan edebilecek; böylelikle kendi yarattığı kaostan, daha da büyük bir kaosla çıkabilecektir.
Acaba çıkabilecek midir? Sanıyor ki; yarattığı kaos anaforları sayesinde bütün ülke hep bir girdaba sürüklenecek, o ise tepeden bakıp bu işin içinden sıyrılacak. Koskoca Türkiye ve Türk milleti olduğu yerde duruyor oysa. Bunlar tarihsel varlıklar. Siyaset ise gelip geçicidir. Bir gün bir bakmış, girdaba kapılıp giden sadece kendisi.