Tayyip Erdoğan’ın yaptığı açıklamayla seçim tarihi olarak 14 Mayıs’ı işaret etmesi, “Erdoğan seçimlerde aday olabilir mi?” sorusunu gündeme getiriyor.
14 Mayıs’ta bir seçim yapılabilmesi için iki seçenek var. Birinci seçenek; Meclis’te 360 milletvekilinin oyuyla seçim kararı alınması. Bu aritmetik olarak mümkün değil çünkü CHP, İyi Parti ve HDP bu tarihe destek olmayacaklarını açıklamıştı.
İkinci seçenek ise Erdoğan’ın Meclis’i feshederek ülkeyi seçime götürmesi. Tartışma bu noktada başlıyor. Muhalefet ve hukukçular, mevcut yasalara göre Erdoğan’ın bu durumda aday olamayacağını söylüyor.
Herhangi bir muhalif kimlik taşımayan, sadece “hukukçu” olan uzmanlara göre de Erdoğan’ın böyle bir durumda aday olması mümkün değil. Siyasi bir kimlik taşımayan hukukçular, Erdoğan’ın seçim kararı alırsa yeniden aday olamayacağını açıkça dile getiriyor.
Diğer taraftan basit bakıldığında; mevcut yasaların bu iktidar döneminde hazırlandığı ve geçirildiği düşünülürse, bu yasaları hazırlayanların Erdoğan’ın adaylığına engel olması mantıklı gelmiyor.
O zaman neden tartışma yaratacak bir yasa hazırlandı ve kabul edildi?
2017’de yapılan Cumhurbaşkanlığı seçim sistemi referandumu öncesi mevcut yasanın hazırlanması aşamasında ileride karşılaşılabilecek böyle bir tartışmadan Erdoğan’ın haberdar edilmesi ancak
Erdoğan’ın böyle bir tartışmadan faydalanmak için “Olduğu gibi kalsın!” demiş olması kuvvetle muhtemel.
Yasada iki farklı kanat tarafından çok farklı yorumlanan böyle bir belirsizliğin oluşması “unutkanlık” olarak yorumlanamaz. AKP’nin anayasa mantığının zemini “kurallar” üzerine değil “belirsizlikler” üzerine kuruluyor. Bilinçli bir tercih olan “belirsizlik”, iktidara her konuda çok geniş bir hareket alanı sağlıyor.
İktidar, yaptığı her işte olduğu gibi anayasa değişiklilerinde de “Kervan yolda düzülür” mantığıyla hareket etmeyi bir alışkanlık haline getirdiği için önce yasaları değiştiriyor, ardından sonuçları “test ediyor” ve gerekirse “revize ediyor”.
AKP’nin kurduğu “hukuk düzeninin” tek referansının iktidarın bekası olduğunu gösteren mükemmel bir örnekle karşı karşıyayız. AKP kendi yaptığı anayasayı bile çiğnemiş; anayasal düzen rafa kaldırılmış, yerine kabile hukuku getirilmiştir.
Oysa devletler anayasalarını günlük tartışmalar ve çıkarlar üzerinden değil, uzun bir süreç içinde oluşan toplumsal ihtiyaçlar üzerinden yaparlar. Bu yüzden de ortada sürekli bir anayasa tartışmasının olması, anayasanın ağırlığının fiilen ortadan kalktığı anlamına gelir.
Ancak AKP’nin kurduğu kabile düzeninde kararnamelerin anayasanın önüne geçtiğini, tüm anayasal engellerin de bu şekilde “aşıldığını” görüyoruz. AKP anayasasındaki “belirsizlikler” ve kararnameler arasında çok sıkı bir ilişki var. Türkiye artık buna fazlasıyla alışmış durumda.
Diğer taraftan iktidar, “anayasal tartışmanın” açılmasından fazlasıyla memnun çünkü böyle bir mücadele zemininde kazanının kimin olacağı çok açık. Hakemin AKP tarafından belirlendiği, maç başladıktan kuralların değiştirilebildiği bir müsabakanın tarafı olmak, iktidarın en çok hoşuna giden şey…
Hatta şunu söyleyebiliriz: AKP, kural tanımayan galibiyetleri, kurallı galibiyetlerden daha çok tercih ediyor.
Hukuk kavramının “ayaklar altına alındığı”, anayasanın toplum nazarında itibarsızlaştırıldığı böylesi bir siyasi atmosferde iktidar, kendi yaptığı bir anayasaya bile muhalefet ederek, kendisine oy getirecek
bir propaganda malzemesi yaratmanın peşinde.“
Anayasa Mahkemesi kararına saygı duymuyorum” diyen Cumhurbaşkanının, “Anayasa Mahkemesik apatılsın” diyen iktidar ortağının olduğu bir Türkiye’de yaşıyoruz.
İktidar açısından kendi yaptığı yasayı bile çiğnemek ayrı bir “haz” haline dönüşmüş durumda. Böylesi bir “imtiyaza” sahip olmayı, tüm topluma kabul ettirmek istiyor gibiler. “Ben yaptım oldu” zihniyetinin
ülkeye dayatılmasıdır yaşanan seçim tartışması.
Toplumun “hukuksuzluğa” ve “kuralsızlığa” karşı düştüğü çaresizliği gösteren böylesi bir tabloyu izlemek birilerini çok mutlu ediyor olmalı.