Gece yarısı gelen ilk depremin ardından devlet harekete geçerek bölgedeki tüm TSK mensuplarını deprem bölgesine sevk edilebilmiş olsaydı, daha hızlı organize olunacak ve arama kurtarma çalışmaları daha güçlü biçimde yürütülecekti.
İktidarın asker korkusu üstün gelmiş ve böylece ilk adım yanlış atılmıştı.
6 Şubat sabahını çok net hatırlıyorum. Televizyon kanalları Kahramanmaraş merkezli büyük bir deprem olduğu haberini veriyordu ancak kanalların yayın akışını değiştirmemesi, depremin boyutunun anlaşılmadığını gösteriyordu.
Henüz ikinci depremin yaşanmadığı öğlen saatlerinde ise İstanbul Üniversitesinin bahçesindeydim. Öğretim görevlileri derslere girip çıkıyor, öğrenciler deprem hakkında konuşuyor ama kampüs yaşantısı alışılageldik biçimde devam ediyordu. Hülasa, depremin üzerinden saatler geçmesine rağmen ülke “uyanamamış”, depremin boyutunu henüz kavrayamamıştı.
Oysa yıkım çok büyüktü. Ve ancak ikinci depremin ardından olağanüstü bir durum olduğu anlaşılmış, her yerden yardım çağrıları gelmeye başlamıştı.
Ortalama bir iktidarın yapacağı ilk şey, hemen milleti ayağa kaldırıp tüm imkanlarıyla teyakkuza geçmekti. Ancak bizdeki durum farklı gelişti. Devlet, “güçlü görünmek” ve “kontrol bende” mesajı vermek adına kendisini atalete sokan bir yavaşlıkla hareket etmeyi tercih etti.
Büyük övgüler düzülen başkanlık sisteminin sonuçları böylesi bir olayla ortaya çıkıyordu. Kimse ne yapacağını bilmiyor, Ankara’dan gelecek “talimatlar” bekleniyordu.
TSK personeli gibi deprem bölgesine sevk edilmeyi bekleyen yüzlerce maden işçisinin de saatlerce bekletilmesi ve üstelik pek çoğunun deprem bölgesine karayoluyla nakli işte böylesi bir “devlet aklının” ürünüydü.
Deprem sonrası arama kurtarma çalışmalarının en önemli saatlerinde yabancı ülkelerden gelen gönüllü ekipler yine saatlerce bekletildi.
Günlerce sonra bile enkaz altından yaşayan bedenlerin çıktığı düşünüldüğünde, buradaki işleyişin kaç kişinin ölümüne sebep olduğu belirsizdir. Ancak bu büyük bir suçtur ve sorumlusu da AKP iktidarıdır; unutmayacağız…
Artık bir yardım kuruluşu olmaktan çıkarak iktidarın arka bahçesi haline gelmiş Kızılay’ın yaşattığı rezillikleri; depremzedelere parayla satılan çadırları ve tüm bu kaos ortamında kaldığı yerden seccadesiyle birlikte poz vererek kendisini aklamaya çalışan sabık genel başkanı da elbette hatırlayacağız.
AKP’li müteahhitlerin yaptığı ve ilk felakette yarılarak kullanılamaz hale gelen havaalanlarını, duble yolları hatırlatmak da görevimiz. Sahi bir müteahhit avına çıkılmıştı deprem sonrası, ne oldu ona? Yakalananların pek çoğu bırakıldı; “sorumluların hesap verdiği” yalanını daha rahat söyleyebilmek için seçilen ve aslında zincirin son halkası bile olmayan 3-5 kişi seçilerek “adaletin tesis edildiği” söylendi.
Oysa çoğunluğu AKP mensubu olan tek bir belediye başkanı bile hesap vermedi. Kağıt gibi dağılan binalara ruhsat veren belediye yetkililerinin tamamı böylece hesap vermekten kaçabildi.
İktidar medyası ise “devletin çok güçlü olduğu, her yere ulaşıldığı” propagandasını yapmakla meşguldü. Dört bir yana dağıtılan gazeteci kılığındaki troller, Marmara Depremi’ni hatırlatıyor ve o dönemde yaşanılan sıkıntıları tekrarlayarak AKP Türkiye’sine “şükretmemizi” istiyorlardı.
Depremzedeler ise çaresizce sosyal medya üzerinden yardım talebinde bulunuyordu. Bir tokat da oradan yediler; AKP’nin propaganda aygıtı “yalan haberlerin önüne geçmek” gerekçesiyle Twitter’ı engelledi.
İktidarın kendi acizliğini örtmek için neler yapabileceğini gösteren tarihi bir olaydı bu.
Bu felaketin üzerinden “başarı öyküsü” üretmek, gerçekleşmeyeceği ortada olan vaatlerde bulunarak yalanlar üzerinden bir seçim kampanyası yürütmek de vicdanın kaldıracağı bir yük değildi; iktidar bunu da yaptı.
Binlerce defa tekrarlanan “1 senede depremzedelere konutlarını teslim edeceğiz” sözü tutulmadı. Yeniden yapılacak 680 bin konutun sadece 75 bininin Mart sonunda teslim edileceğinin söylenmesi bile AKP’nin deprem karnesini özetliyor.
Bu rakamlarla övünebilmek gerçekten de tuhaf bir durum ve bu ruh hali sıradan insanların anlayabileceği bir şey değil.