“Üç kıtanın kalbinde yer alan Türkiye, hadiseleri tribünden seyredemez. Sahada ve masada güçlü olmak bizim için tercih değil mecburiyettir. ‘Türkiye eksenli’ bir okumayla, usta bir satranç oyuncusu titizliğinde bölgemizdeki ve ötesindeki gelişmelere müdahil oluyoruz. Türkiye, son yıllarda uluslararası ilişkilere damgasını vuran birçok kritik başlıkta dahli aranan, katkısı beklenen, takınacağı tavır yakından takip edilen oyun kurucu bir ülke haline gelmiştir. Diyalog ve diplomasi, bizi bu hedefe taşıyan en önemli iki aracımız olacaktır.”
Bu sözler, 14. Büyükelçiler Konferansına katılan Tayyip Erdoğan’a ait. Erdoğan’ın konuşmalarında bir süredir ağırlık verdiği “diplomasi ve uluslararası arenada Türkiye’nin ağırlığı” vurgusu, iç siyasette yaşanan sıkıntıları örtmek için öne çıkarılıyor. “İçerisi” güçlü olmadığında, dış politika kullanışlı bir kaçış alanı haline geliyor.
Yine de bu dış politika söylemlerinin artmasını tamamıyla bir “gündem değişikliği” olarak yorumlamak doğru olmaz. Toplumsal muhalefet açısından olumsuz bir durum yaratsa bile gerçeği söylemek gerek: Dünya konjonktürü ve uluslararası gelişmeler, Erdoğan’ın önünde geniş bir hareket alanı yaratmış durumda.
Kimi zaman Batıya yanaşılabilecek, kimi zaman Batıya rest çekip Rusya’ya yakınlaşacak ama iki tarafın da mevcut durum gereği ilişkiyi koparmak istemeyeceği ve toleranslı davranacağı bir konum iktidarın eline geçmiş durumda.
Teslim edilmeyen F-35’ler konusunda ABD’yi fırçalamak da Putin’i rahatsız edeceği halde Azov komutanlarını Ukrayna’ya göndermek de koşulların yarattığı hareket alanının sonuna kadar kullanacağını gösteriyor.
Erdoğan’ın konuşmasında bahsettiği, “masada güçlü olmak, oyun kurucu olmak, olayları tribünden seyretmemek” bu güvenin bir sonucu.
Bu durum AKP seçmeninin ruhunu okşasa da geçici bir durum ve geleceği yok.
Diplomasinin etkili biçimde kullanılabilmesi ve caydırıcı olması ancak güçlü bir devlete ve orduya sahip olmaktan geçiyor.
Oysa AKP, Türk Devletiyle hesaplaşmış ve Türk Ordusunu tasfiye etmiş bir geleneğin kurucusu. Kendi ülkesinin büyükelçilere bile “monşer” diyerek, onlara “dış mihrak” muamelesi yapan bir iktidarın güçlü bir diplomasi kullanabilmesi mümkün değil.
İktidar kendi medyasını “usta satranç oyuncusu Erdoğan” haberleriyle donatıp, trolleriyle sahte zaferler yaratmanın peşinde.
Ancak Türk Milleti için önemli olan bu kahramanlık öyküleri değildir, AKP’nin Türkiye’ye soktuğu milyonlarca mülteciden kurtulmaktır.
Bir dönem PKK ile bile masaya oturabilecek kadar diplomasiye düşkün bir iktidar neden mültecilerin geri gönderilmesi konusunda Esad’la görüşmekten kaçınıyor?
Üstelik Ürdün ve Lübnan gibi ülkelerin bile topraklarında bulunan Suriyelileri geri gönderdikleri bir dönemde!
Erdoğan geçtiğimiz Kasım ayında düzenlenen G-20 Zirvesi sonrasında, “Haziran seçimlerinden sonra sil baştan yapabileceklerini ve Esad’la farklı bir ilişki inşa edebileceklerini” açıklamıştı.
Seçimlerin üzerinden iki ay geçti ve atılan hiçbir adım yok. Üstelik seçimler öncesinde Moskova’da yapılan görüşmeler de kesilmiş durumda.
Oyun kuruculukta bu kadar usta olduğunu söyleyen bir iktidarın, Suriyelilerin geri dönüşü konusunda hiçbir adım atmamasının farklı sebepleri mi var?
Şimdi terör örgütü PYD’nin kontrolünde olan Suriye’nin kuzeyinden gelen Suriyeliler evlerine geri dönerse bölgedeki Kürt hakimiyeti sona erebilir. İktidar bundan mı çekiniyor?
Terör örgütünün Türkiye’ye komşu olarak varlığını devam ettirmesi ve bir tehdit unsuru olarak mevcudiyetini koruması AKP’nin sahte milliyetçiliğinin devamı için uygun bir zemin yaratmıyor mu?
Suriyelilerin topraklarına döndüğü, Suriye Devletinin topraklarında hakimiyeti sağlamak için PYD’ye karşı savaş açtığı, Türkiye sınırları içinde kaldığı söylenen çok az sayıda PKK unsurunun imha edildiği ve Meclis’teki sivil uzantılarının da susturulduğu bir Türkiye düşünün…
Böyle bir Türkiye, AKP’den önce vardı zaten…
Huzurlu bir ülke değil mi? Belki de Erdoğan’ı Esad’la görüşmekten alıkoyan şey tam olarak budur…