Dünkü yazımda, Fransa’da Cezayir kökenli Nahel M.’nin polis tarafından öldürülmesiyle başlayan olayların Fransız sömürgeciliğinden kaynaklanan farklı kökenleri olduğunu ve bu olayların Türkiye’deki göçmen sorunu açısından bir emsal olamayacağını belirtmiştim.
Ancak bir benzerlik olmaması Türkiye’deki göçmenlerin yaşanabilecek toplumsal olaylara sebep olmayacakları anlamına gelmiyor. Türkiye gibi sınırlarını göçmenlere açık bırakan bir ülkede bir çatışmanın yaşanma potansiyeli Fransa’ya oranla çok daha fazla.
Demografik dönüşüm projesinin mimarı olan AKP iktidarı, olayların “batının ne kadar zalim ve ikiyüzlü olduğunun” bir göstergesi olduğunu söylüyor.
Bu propaganda “Türkiye’nin ne kadar iyi durumda olduğu, göçmenlerle toplumun kaynaştığı” gibi bir başarı öyküsünün daha yüksek sesle ifade edilmesi için yapılıyor. “Uyumlu bir ülke” yaratmanın başarısı Erdoğan’ın hanesine yazılacak, vatandaştan da “kaos olmadığı” için iktidarı alkışlaması istenecek.
“Fransa’da internet erişiminin engellenmesi” gibi yalan olduğu ortaya çıkan haberlerin “görünmeyen bir el” tarafından servis edilmesinin amacı, iktidarın en son depremde uyguladığı ve arama-kurtarma çalışmalarına engel olan bir hukuksuzluğu, “evrensel bir tedbir” olarak gösterme çabası yatıyor.
Bir taraftan Fransa’yı olumsuz bir örnek olarak gösterip, diğer taraftan da yine aynı Fransa’yı internet yasağının uygulayıcısı olarak emsal göstermek tipik bir AKP ikiyüzlülüğü.
Eski AKP milletvekili Yasin Aktay, Yeni Şafak’ta yazdığı yazıda olayların asıl sebebinin “birkaç nesildir Fransa’da yaşamakta olan ve aslında Fransız dilini, kültürünü de olabildiğince teneffüs etmekte olan insanları bir millet potası içinde benimseyememiş ve entegre edememiş olması” olduğunu söylüyor.
Gerçekten de önemli bir tespit. Ancak komik olan Aktay gibi “Türk diye bir ırk yoktur” diyecek kadar Türklük düşmanı olan bir kişinin, Türk milletine yakıştıramadığı “millet olma” gerçeğini ve zorunluluğunu Fransa’da keşfetmiş olması.
Fransa’ya millet olma tavsiyesinde bulunan İslamcıların, Türkiye için önerdikleri şeyin etnikçilik olduğunu fazlasıyla gördük.
Tıpkı Kürtçülerin sokaklara dökülen Mağriplilerde kendilerini görmesi gibi, İslamcılarda da kendilerini “zenci” gibi görmeye alışmış garip bir ruh hali var. Senelerdir devam eden bir iktidar sürecinin sonrasında bile mağduriyet edebiyatı yapmanın temelinde, ulus gerçekliğine karşı duyulan büyük bir öfke ve düşmanlık yatıyor.
Diğer taraftan bazı sol kesimlerin Fransa’daki olayları “yükselen ırkçılık”la açıklamalarının temelinde, “ırkçılık” kavramına her şeyi açıklayacak bir anlam yüklenmesi yatıyor.
Evet, gerçekten de yükselen bir ırkçılık var ancak bu bir sebep değil; bir sonuç. Üstelik söz konusu ırkçılığın tek taraflı olmadığını, karşılıklı bir etkileşimin olduğunu da vurgulamak gerekiyor.
“Entegrasyon” dayatmasının her halükarda başarısız olduğu, bu yaklaşımın toplumsal kaynaşmayı arttırmadığı gibi ayrılıkların daha fazla artmasına sebep olduğu ortaya çıkıyor.
Türkiye açısından Fransa olaylarından çıkarılabilecek en önemli ders budur. On yıllardır Avrupa’da yaşayan Mağriplerin bile yaşadıkları ülkeye entegre olmadığı bir dünyada, Türkiye’deki mültecilerin entegrasyonu bugün mümkün olmadığı gibi yarın da mümkün olmayacak.
Göçmenlere yönelik tepkinin sebebini “ırkçılığın yükselişi”yle açıklamak “sol” bir açılım gibi görünse bile aslında gerçeğin üzerini örtüyor.
Gerçek ise reddedilen ulus kavramının ayakta kalması, dünya sisteminin “uluslar” etrafında kurulması ve şekillenmesidir.
Laik olmak isteyen bir “topluluk” için ulus olmak bir tercih değil, zorunluluktur. “Ortak dil, kültür ve tarih” bir dayatma değildir, ulusun kendi varlığını korumak için yarattığı tarihsel kavramlardır.
Ve elbette “ulus” kendi varlığını yok edecek bir dış müdahaleye tepki göstererek kendisini korumaya çalışır.
“Kamu barışı” İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı’nın yaptığı gibi sosyal medya paylaşımları için açılan soruşturmalarla sağlanamaz. Göçmenlerin varlığıyla sağlanan bir sosyal düzende “kamu”dan bahsetmek zaten mümkün değildir.
Altındağ’da, Dilovası’nda ve Türkiye’nin pek çok yerinde yaşananlar, yaşanabileceklerin habercisidir. En büyük provokasyon ise bunları görmezden gelmek olacaktır.