“Yargı”nın Gezi Davası’nda verdiği karar; yaklaşan seçimler öncesinde muhalefeti sokağa dökmek ve bunun üzerinden yeni bir kutuplaşma yaratmak için iktidarın kurguladığı yeni bir adım mı? Mahkeme heyetinde AKP’den milletvekili adayı olmuş bir ismin olmasının toplumsal muhalefetin sinir uçlarıyla oynamak için tercih edildiği çok açık. Göstermelik bir yargılamadan bile vazgeçilmesi, açıklanan cezaların büyüklüğü düşünüldüğünde, iktidarın onayı olmaksızın bu cezaların çıkmayacağı ortada.
Karara sadece muhalefetten değil, AKP’nin içinden de tepkiler geldi. Uşak Valisi Funda Kocabıyık’ın eşi eski AKP milletvekili Hüseyin Kocabıyık’ın sosyal medyada “Kararı alanlar AKP’nin başardığı her şeyi yıkıyorlar.” paylaşımı, Doğu Perinçek’in iktidarı eleştirmesi bunun göstergesi. İktidar bloğunun içinde bile tartışmaya neden olacak bu karar elbette toplumsal muhalefette de büyük bir tepkiye sebep olacak.
Küçük gruplar halinde bile olsa İstanbul’da ve Ankara’da polisle yaşanan çatışmalar ve sokak gösterileri böyle bir eğilimi de gösteriyor. Ancak bu görüntü üzerinden sokağa çıkan eylemcileri böylesine her olaydan sonra yapıldığı gibi “AKP’nin ekmeğine yağ sürmekle” suçlamak ve onları “oyuna gelmekle” eleştirmek de başka bir yanlış.
AKP gerçekten de muhalefeti sokağa dökmek istiyor olabilir. Muhalefet, AKP’yi sandıkta yeneceğini düşünüyor da olabilir. Ancak şu basit gerçeği görmek ve göstermek de muhalefetin görevi: Bugün AKP, tüm toplumsal muhalefeti yok edeceği bir seçim sürecinin hazırlıklarını yapıyor. Kavala davası, bunun önemli adımlarından bir tanesidir. Devamı da gelecektir. Seçim yasasından tutun da, Ekrem İmamoğlu’na açılan davalar, CHP’li belediyelere yönelik kayyum tartışmalarının hepsi bu “paket programa” dahil.
Gezi Davası iktidarın bu süreçte kural tanımayacağını açıkça deklare etmesidir. Mahkeme çıkışında Özgür Özel’in gösterdiği tepkiye denk düşen politik bir tutum görünmüyor. Böyle olduğu için de yargı kararı sıradanlaşıyor, üzerinde 1-2 gün konuşulup hiçbir şey olmamış gibi “önümüze bakalım” deniliyor.
Buna tepki gösterip sokağa çıkma cesaretini gösterenleri farklı kılan şey ise bu hukuksuzlukların artarak devam edeceğini şimdiden görmeleri. Kimse eğlence olsun ya da bireysel bir rahatlama için kendisini tehlikeye atıyor değil.
Muhalefet bu yöntemi benimsemiyor olabilir. “Masaya daha sıkı oturacağız”, “daha çok seçim çağrısı yapacağız” tarzında bir yaklaşım da benimseyebilirler. Ancak bu tarz olaylar, iktidarın önünde ucu bucağı olmayan farklı bir hareket alanı yaratıyor. Tepkisizlik ya da “sıradan demeçler” bir süre sonra filli bir suskunluk rejimine ve kabullenmeye dönüşüyor.
Önümüzdeki süreçte iktidarın muhtemel politikalarına dikkat çekmek, toplumu uyarmak felaket tellallığı yapmak değil. Kaldı ki bu ülkenin artık toplumu umuda boğan söylemlerden daha çok önümüzdeki sürecin ne denli sancılı geçeceğini ifade edecek, “toplumun gözünü açacak” söylemlere ihtiyacı var.
Sokağa çıkmaya cesaret eden vatandaş da kendi gövdesini siper ederek, bu “sancılı” sürecin nasıl olacağını anlatmaya çalışıyor. Kaldı ki şunu da unutmamak gerek, bugün hepimizin sahip çıktığı Gezi de bir “seçim öncesi süreçte” yaşanmıştı. Eğer toplumsal muhalefet “önümüzde seçim var, sokağa inmeyelim” demiş olsaydı Gezi olayları olmayacaktı.
Bazıları pişman olduğu için “indik de ne oldu?” diye sorabilir. Sokakta ya da evde bugün hala toplumsal bir muhalefetten söz edilebiliyorsa, bunun kökenini her şeyden önce Gezi direnişinde aramak gerek. 2013 Haziran’ında “sokağa inmediğimiz bir Türkiye” bugün hayal ettiğimizden çok daha kötü olabilirdi.