Deprem bölgesinden İstanbul’a eve dönüyoruz.
Evde olmak gerçekten güzel.
Günler sonra banyo yapabilmek, bir yatakta yatabilmek, üzerine yorgan çekebilmek, sabah kahvaltı edebilmek…
Evet, bunlar günlük sıradan şeyler ama artık deprem bölgesinde olanlar için bunlar lüksten öte imkânsız şeyler.
Şimdi onlar bugün hangi yardım kuruluşunun ne yemek dağıtacağını, suyun gelip gelemeyeceğini, tuvaletlerini daha ne kadar tutabileceklerini, havanın biraz ısınıp ısınamayacağını, bugün bir çadır bulup bulamayacaklarını düşünecekler…
Belki buna bile şükredecekler çünkü binlerce insan yaşamını yitirdi, onlar ise hâlâ yaşıyor.
Deprem bölgesinde iken kurtarma ekiplerinden insanlarla konuştuğumuzda genelde gözleri yaşarıyordu. Hepsinin belirttiği bir şey vardı, ölenler yalnız ölmüyordu, aileler bir araya geliyordu, birbirlerine sarılıyorlardı, sarılarak ölüyorlardı.
Anne babalar evlatlarına, eşler birbirlerine sarılarak karşıladılar depremi ve öyle göçtüler.
Hayatın sırrı demek buydu, insan olmanın ayrıcalığı da buydu: Madem sarılmakla bitiyordu hayat, demek ki sarılmakla yaşanmalıydı hayat.
Depremden sonra millet topyekün koştu deprem bölgesine, hem işe sarıldı hem de birbirine, millet birbiriyle kucaklaştı.
O güne kadar hiç adını duymadığı, hiç tanımadığı, belki de tanımasa da hiç sevmediği, kızdığı birilerini kurtarmak için, onları yaşatmak için koştular deprem bölgesine.
Enkazdan çıkan her canı alkışladılar, onun için sevinç gözyaşı döktüler, ona sarıldılar.
Ölüm insanımıza insanın değerini de sarılmanın yaşatıcı gücünü de gösterdi.
Depremden sonra hayatlarımız aynı olmayacak.
Ya sevdiklerimize sarılarak öleceğimiz o günü bekleyeceğiz ya da sevdiklerimize sarılarak yaşamayı öğreneceğiz…