Atatürk’le 8 yaşındayken tanıştı. Atatürk ona “adın ne?” diye sordu.
“Hanri” dedi.
“Soyadın ne?” dedi bu kez.
“Benazus” dedi.
Demişti ki Hanri Bey, “Bana hâlâ Türk olsan adın Ahmet olur Mehmet olur diye soranlar olur, ‘adın neden Hanri, neden Benazus ?’ diye sormayan büyük Atatürk işte o gün bana Türklük bağışladı!”
“Ne mutlu Türk’üm diyene” sözünün ne anlama geldiğini, ben onu tanıdığım ve bunu anlattığı gün bir kez daha anlamıştım.
“İleri Yayınları olarak kitaplarınızı basmak istiyoruz” dediğimizde, gözlerimize baktı ve “hay hay, 12 ciltlik bir Atatürk seti hazırladım onu size vereyim” dedi. Şaşırmıştım… İlerleyen aylarda yeni çıkan kitaplarıyla fuarlarımıza gelmeye başladıktan sonra “ben kolay kolay kitaplarımı vermem kimseye ama gözlerinize bakınca bu işi gerçekten inanarak, iyi niyetle, isteyerek yaptığınızı anladım” demişti. “Ben kim tüccar, kim sahtekâr, kim dava insanı anlarım, ömrüm ticaretle geçti be kızım…” demişti ve gülmüştü gözleriyle.
“Kızım…”
Çok sevmiştim bu hitabını…
Ne zaman telefon açsam “İyi insanlara has” bir sahiplenme ve ses tonuyla “evet, Serap kızım…” derdi.
Sesi hep sevecen, cümleleri net ve açıktı. Telefonda konuşurken karşınızdakinin ne yaptığını bilmezsiniz, nerede olduğunu ne durumda olduğunu bilmezsiniz elbet ama ben onun çalıştığını anlardım sesinden. Ya bir yerlerde konferansta, ya bir kitap standında ya da bilgisayar başında… Zaten tanıdığım Hanri Benazus hep çalışan biri değil miydi? Nerede olursa olsun gece geç saatlere kadar okuyan ve yazan, az uyuyan, az yiyen ama hep üreten bir Atatürkçü…
“Türk milleti çalışkandır”ın en canlı örneğiydi…
Teknolojiyi yakından takip eder, her işini bilgisayarda hallederdi.
Bir fuar zamanı “Atatürk Orman Çiftliği” kitabının son halini verecekti bana. “Akşam otelde lobide halledelim” dedi. “Yanımda bellek yok” dedim. “Ben sana we-transferle yollarım” dedi. 90’lı yaşlarında birinin bu işlere bu kadar hâkim olması şaşırtmıştı. Ama söz konusu Hanri Bey olunca bir süre sonra şaşırmamaya başladım.
O akşam çalışırken “Otel de pek iyi değil, imkanlarımız buna yetti kusura bakmayın” dediğimi hatırlıyorum. “Olur mu be kızım, benim yatım, villam ve helikopterimin de olduğu, bir fotoğraf için bir günlüğüne Amerika’ya uçakla gittiğim, her türlü lükse sahip olduğum günlerim de oldu, sokakta kaldığım günlerim de… İnsan her şeye alışıyor, bir süre sonra da bunların hiçbir öneminin olmadığını anlıyor, iki gülen göz, bir atan kalp varsa karşında ne otel umurunda oluyor, ne başka bir şey… Biz işimize bakalım, ne çok kitap ulaştırsak, ne kadar çok anlatsak Atatürk’ü o kadar iyi, boş ver şimdi oteli moteli, ben zaten pek uyumuyorum” diyerek gülümsemiş sonra da yanağıma eliyle hafifçe dokunup tekrar bilgisayarına dönmüştü.
Sanıyorum 2019 yılının sonuna doğruydu. Yine bir fuardaydık. Arayan ve konferans sözü almaya çalışan biriyle konuştu telefonda ve kapattıktan sonra bana döndü. Cebinden bir not defteri çıkardı. Ajanda olarak kullandığı, sayfaları sararmış küçük bir not defteriydi bu:
“Bak” dedi, “10 Kasım 2020, 10 Kasım 2021, 10 Kasım 2022, 10 Kasım 2023, aynı şekilde bu yılların 23 Nisanları, 29 Ekimleri de hep dolu, şimdiden nerede ne konuşacağım belli, yukarıdakiyle anlaşma yaptım” dedi parmağıyla yukarıya işaret ederek, “100. yıla kadar buradayım, işimi yapacağım, sonrasını bilmem” dedi ve güldü…
Önce gözlerim doldu, sonra ağlamaya başladım…
Ve o günü hatırlayıp hâlâ ağlıyorum. Gerçekten de dediği gibi oldu. Hastalığının izin verdiği ölçüde ve dediği tarihe kadar tüm özel günlerde konuştu, Atatürk’ü anlattı ve o sözlerini tutarak gitti Hanri Bey…
Gittiği yerde “Atatürk’ün leblebilerini çalan” 8 yaşındaki o küçük çocuğa has muzip gülümsemesiyle bizi izleyerek “Hadi canım sen de, bulamadın mı başka ağlayacak şey…” dediğini duyar gibiyim…
Tam da böyle derdi…
İyi ki yaşadı, iyi ki girdi hayatımıza Hanri Benazus…
Ruhu şâd olsun…