Türk Dünyasının Cengiz adlı iki değerli romancısı var: Tatar Türkü olan Cengiz Dağcı ve Kırgız Türkü olan Cengiz Aytmatov. Birincisi Türkçe yazdığı ve Rus ve komünizm karşıtı eserler verdiği için Türkiye dışında tanınmamıştır. İkincisi ise Rusça yazdığı ve Sovyetler Birliği döneminde önemli görevler yüklendiği için şöhret olup eserleri kırk ayrı dile çevrilmiştir.
Benim edebi ve milli bakımdan daha önemli gördüğüm Cengiz Dağcı’nın eserlerinin, Özbekçeden çevirilerini izlediğim Ahsen Batur tarafından yabancı dillere çevrilmesi önerisini kendilerine yapacağım günlerde onu kaybettik.
Bu üzüntülü haftada Gökçe Fırat, bizdeki “yes annemcilerin, olmaz ama evetçilerin”, liboşların, milliyetsiz solcuların, Yunan ve Arap severlerin Rus sevdasını dile getirdi. Türk Solu’nun son iki sayısını okurken hep Cengiz Dağcı’yı ve eserlerini düşündüm. Kendisiyle Londra’da sık sık bir araya gelmiş, anılarını dinlemiş çıkardığım Türkataş Pres için röportaj yapmıştım. Daha sonra 2002 de aynı konuyu İzmir’de çıkan Ege Life’ta dillendirmiştim.

Ukrayna savaşından sonra Rus severlerin ülkemizde artması, 1969 da okuduğum Onlar da İnsandı romanını yeniden okuyup not alamama sebep oldu. Çünkü Rus’u, İvan’ı en iyi tanıyan ve dillendiren romancı ve yazar Cengiz Dağcı’ydı.
Eğer Rus yanlısı yazılar yazan, siyaset güden şahıslar Türk tarihini iyi bilseler, hiç olmazsa Cengiz Dağcı’nın eserlerini okumuş olsalar Rus yanlısı ve Rus sever olurlar mıydı?
Cengiz Dağcı, kendisi gibi ikinci dünya savaşını ve Rus zulmünü görmüş Polonyalı eşiyle Fulham Road’daki iki odalı evlerinin alt katında küçük bir büfede yakınlarında olan stadyuma gidip gelenler için sandviç, tost, hot dog yapıp satarak geçimlerini sağlarlardı. Cengiz Dağcı bu mütevazı şartlarda vatan sevgisiyle ve Türklük aşkıyla Kırım özlemini dile getiren eserler yazıyordu. Rusların, komünizmin Türk ülkelerine ve Kırım’a zalimce katliamlar, zulümler ve yokluklar getirdiğini gözleriyle görüp yaşadığı için canlı olarak anlatıyordu.
Onun Londra’dan gönderdiği ilk eserini alan Varlık yayınları sahibi Yaşar Nabi Nayır, Rumeli acısını tatmış bir insandı. Şimdi bu Tatar yazarın güzel Türkçesiyle bir de Kırım acısı çekmeye başlamıştı ve eserlerini severek yayınladı.
***
Onlar da İnsandı’daki Bekir Ağa aynı Anadolu köylüsü gibi saf, insaflı, iyi niyetli ve çalışkandır, ailesine ve toprağına bağlıdır. Hanımı Esma ve kızı Ayşe ile tütün işinden bağ bahçe ve tarla işlerine kadar her türlü işi kendileri yapmaktadır. Bir gün ansızın tarlaları kenarından yalın ayak, aç sefil iki Rus çıka gelir. Yaşlı baba ve abdal görünümlü oğlu İvan, Bekir Ağa’dan merhamet dilenir, yatacak yer ister. Hanımı karşı çıkmasına rağmen acıma hisleri yoğun olan Bekir Ağa onlara önce ahırda daha sonra da evlerinde bir oda verir ve tarlalarında çalıştırmaya başlarlar. Kırım da o zaman bir milyonu aşkın Tatar yaşamaktadır ve köylerinin hepsi de Kızıltaş gibi Türk köyüdür. Bura köylüleri Bekir’in iki Rus’u evine almasını yadırgar ve Bekir’i eleştirirler. Hatta onu hor görüp dışlamaya çalışırlar. Buna rağmen o merhameti ve saflığı sebebiyle bu iki Rusu kovmaz, barındırır. Ama onların gelmesiyle köyde uğursuzluklar başlar, hastalıklar, hayvan ölümleri, hırsızlıklar artar. Bir gün İvan ahırda Ayşe’ye saldırır, kız direnir karşı kor ama yara bere içinde kalıp korkudan çıldırır.
Bekir’in komşusu “Recep’in dediğine göre Rus cin gibidir. Cinler gavurun memleketinden gelir. Gözede pek görünmezler. Görüldükleri zaman hemen saklanırlar. Müslümanlardan korktukları için gizlenip geceyi beklerler; karanlık basınca çıkıp mezarlığa gider Müslüman ölülerine sataşırlar.”
İvan da böyle eylemlerde bulunmaya başlamıştı. Köylülerinin uyardığı saf Bekir, kızının İvan tarafından dövülüp bilincini yitirmesine sebep olmasına rağmen sarhoş Rusları evinden kovmaz. “Onlar da insan” der.
Ne zaman ki komünistler gelir, topraklarına el koymaya başlar Bekir uyanmaya başlar. Komünist öncülere İvan rehberlik eder. Eski sünepeliğin düşkünlüğün yerini sarhoş Rusluk alır. İvan artık baş kesendir. Köy çocuklarını ve Ayşe’nin nişanlısı Remzi’yi öldürür. Kolhozcu Ruslar önce atlara arabalara, ambarlardaki buğdaylara ve tavuklara, hayvanlara el kor. Sünepe İvan çavuş olur. Çarlık Rusyası Yalta, Akmescit, Gurzuf, Sivastopol gibi şehirlere zengin Rusları yerleştirmiştir ama Kırım köylerine girememiştir. Stalin’in emri ile Tatarları öldürme, sürme ve Kırım’ı Ruslaştırma başlar.
***
“Bütün Kırım kan ağlarken, öldürülen oğullarını, kızlarını, kocalarını, hanımlarını toprağa gömerken göçmen Rusları getiren vapur Ayıdağ’ın burnuna gittikçe yaklaşıyor, mikrofonda bir şarkı vapurun arkasındaki köpüklü sulara karışıyor. Tahta valizleri üstünde, sırtlarını parmaklıklara dayamış, başları kırmızı mendillerle bağlı, kalın pamuk paltolu, çatlayacak derecede şişman ve kırmızı yanaklı, hamur tekneleri gibi durmadan ay çiçeği yiyerek kabuklarını bacaklarının arasına tükürüyorlar.
Erkekler çeşitli kılıklarda. Sanki bütün Rusya bir vapurun içine toplanmış. Çuval gibi bol ve uzun gömleklerinin içinde kalkın kemikli, ayılar gibi ağır hareketli, saçları sakallarına karışmış Sibiryalılar; ter ve deri kokulu Don ve Terek Kazakları;ezilmiş serçeler gibi pis tırnaklı, yalın ayak,dilleriyle boyuna akan sümüklerini yalayan Ukrayna Rusları; sebze ve çorbaları gibi birbirine karışıyor, kaynıyor, fokurduyor ve Rus kokuyorlardı. Vapur, Ayıdağ’In gerisinden çıktı, burnu geçti, Kızıltaş hizasına geldi. Yalta’ya gidiyordu. Vapurda her kafadan bir ses çıkıyor:
– Hey Vasil! Müslüman köyünü görüyor musun?
– Nasıl?
– Otlak yok!.
– Ya o yeşillikler?
– Onlar otlak değil! Bağ.
– Bizimkiler çıkarlarsa o yeşilliklere kuruturlar müslümanın şarap tarlasını.
– Hoho!
– Biz oraya yerleşirsek hükümet, Müslüman Tatarları ne yapacak?
– Tuzlayacak, kurutacak, Moskova müzesinde kavanozda saklayacak, üstlerine toz konmasın diye.
– Hooohohoho!
– Yazık! Kadınlarını bıraksalar bari.
– Onlarda kadın var mı?
– Yok mu?
– Var ama yatak için değil!
– Ya ne için?
– Onlar kadınlarını battaniyeye sararlar, yemek yerken artları yumuşak olsun diye kadınların üstlerine otururlar.
– Hohoho!
– Hey Aleksi!
– Ne var?
– Panteley’e bak! Kocakarının bacakları arasına hayran hayran nasıl bakıyor!
– Hohoho!
– Kocakarı donsuz galiba, Panteley’in ağzının suyu akıyor.
– Hey! Ayağıma bastın! Karnını yararım. Avradını…
– Fedya! O yediğin ekmeğin birazını ver, ben de yiyeyim!
– Kilise avlusuna git de elini aç, belki biri verir.
– Hey! O tepenin ötesinde başka bir köy var! Bakın bakın!
– Hoy, oy! Büyük köy!
– Bizi hangisine götürüyorlar?
– Müslüman köylerinde isim var mı?
– Yook!
– Bizim yerlerin isimlerini veririz Müslüman Tatarların köylerine.
-Podleski Hutor!
– Hayır! Poltavşçizma!
– Niıkolayevski Slaboda!
– Nijni Matveyeska!
– Nikolayevski
– Vur! Vur! Nkoloyevski Slobodalar vurub!
– Vur! Vur! Holera!
– Kardeşler! Kardeşler!. Hey kardeşler!
– Vuruşmayın kardeşler.
Mikrofonda ‘Şirako strana maya randaya’ şarkısı ansızın kesiliyor. Mikrofon, insan kılığından çıkmış, yabanlaşmış ‘bahtiyar Sovyet halkı’nın kavgasını, haykırışlarını dinliyor, sonra gene homurdanıyor, zırıldıyor, geniş ağzından taş, demir parçaları gibi katı sert sözleri birbirine giren, yumruk sallayan adamların kafasına fırlatıyor:
– Hallo! Hallo! Sıraya girin, sıraya girin. Ekmek verilecek! Hallo! Ekmek verilecek. Ekmek verilirken vapurda gürültü yok!
… Susuyorlar. Esmer adam, yukarıya Kızıltaş’a bakarak düşünüyor: ‘Evler teraslı; göğüslerini çiçekler süsülüyor.Ne hülyalı bir köy’. Allah’ım sana çok şükür!
Köyün üstünde Tatarların tütün kuruttukları aranları. Hava ve güneş bakımından en münasip yer orası. Arkada çamlıklar ve yayla, karşıda bütün gün güneş ve deniz, Vasil Dimitroviç..
Rus göçmenler Yalta limanından taşıyor; Cenevizliler zamanından beri sulh ve sükûn içinde yaşayagelen Türk köy ve kasabalarına akıyordu. (sf. 259-263)
***
“İvan uyandı, gerindi, esnedi, arkasını güneşli duvara dayadı, çul ceketinin cebinden kuru ekmeğini çıkardı ,dikili bacakları arasında konserve kutusundaki suya banarak yerken uzakta, vapurdan inen insanlara baktı. İvan hayli değişmişti. Daha doğrusu kendi kılığına girmiş, eski halini almıştı. Bekir’in tarlası üstündeki yolda, Kala Mala’nın yanında durduğu günkü gibi yalın ayaktı; saçı sakalı birbirine karışmış, ellerini ayaklarını kir basmıştı.
Bekir’in evinden Yalta’ya geldiği gün meşin ceketini, Kala Mala’nın çizmelerini satmış, birkaç gün içinde parasını içkide tüketmişti. Şimdi bütün gün iskele yanındaki helanın güneşli duvarı dibinde yatıyor, akşamları çarşıya gidiyor, meydanı süpüren adamların uzun çalı süpürgeleri arasında dolaşıp yerden sebze, meyve topluyor, köylülerden ekmek dileniyor, hela duvarı dibine dönüyor, topladıklarını yiyip çul ceketini başına çekiyordu. (sf.363)
***
Türk Kırım’a gelen komünizmle birlikte nankörler kadar hainler de çıkmaya başlamıştı.
“Evler, sokaklar boşaldıkça etrafa bir korku, bir öksüzlük çöküyordu. Ahırlarda kapalı hayvanlar, evlerin boşaldığını hissediyor, huysuzlanıyordu. Bazı duvarların yanında iç çekmeler, mırıltılı seslerle öteki dünyaya Kızıltaş’ın halini anlatıyor gibiydiler.
Masanın gerisinde iki Rusla Tatar genci sırtlarını Kızıltaşlılara çevirmişler, yalnız kendilerinin anladıkları bir dille fısıldaşıyorlardı. Daha doğrusu o iki Rus konuşuyor, genç onları dikkatle dinliyor, başını sallıyor, ikide bir paltosunun yeni ile soğuktan yaşaran gözlerini, burnunun ucunu siliyordu. Sonra kooperatiften bir iskemle çıkardılar, genç Tatar iskemleye çıktı. Köylüler başlarını kaldırıp gence baktılar. Çıt çıkmıyordu, Tatar genci söze başladı:
– Arkadaşlar!
Hafif bir kımıldanma, fısıltılar, sonra yine sessizlik…
Küçük adam, Lenin, dedi, sosyalizma, dedi, proleterya, dedi. Kimsenin anlamadığı bir takım laflar etti. Yeni devleti uzun uzun övdü.
Mırıltılar işitildi. Adam devam ediyordu:
– Toprak iyi sürülmüyor. Niçin? Çünkü Komünist Partisi ile arada sıkı bir bağ yok. Kızıltaş’ta sosyalizme sarılacağız, artık biz de Kızıltaş’ta kolhoz kuracağız.
Tatar genci hala konuşuyor ama iki Rus’tan başka kimse onu dinlemiyordu”(sf. 414-415)
***
“Söndü türküler, eridi döküldü kalplerden evlere dert girdi, sonsuz tükenmez bir dert! Bazen asfalt şose boyunca rüzgâr gibi bir otomobil Yalta’ya gidiyor. Ardında bıraktığı boşlukta Dermanköy kırlarından inen rüzgârlar, eski mezarlık meşelerinin tepelerinde ağlaşarak insanların kalplerine kara hayat türküsünü örüyorlar:
Arkamızdan ağlaştılar
Meşe dalları
Bize haram oldu
Kırım yolları” (sf. 438)
***
“Rusların Bekir’in evine yerleştikleri haberi aynı gün köye yayıldı. Seyd-Ali Esma’ya’Sizin eve yine itler dolmuş’ dedi. Esma ince dudaklarını kanatırcasına ısırarak yanıp yakılmaya başladı:
– Yol saçlarını Esma! Isır evini temizleyen, evine bakan ellerini; yak tutuştur ciğerini. Esma! Sürüklen yollarda, el eşiklerinde kocan yok senin. Gelsin de omuzlarını sarsın hayatın kahırlarıyla seyrelmiş, ağarmış saçlarını okşasın. (sf. 416)
***
Gelen, Türk köylerine, evlerine konan Ruslar kolhoz kurar ama kocasız, kimsesiz, yersiz yurtsuz kalan Türk kadınlarına faydası yoktur:
“Dağa çıksam kaşka
Geyik baş vermez
Köye dönsem Kolhoz
Bana aş vermez. (sf. 423)
Ruslar Türkleri Kırım’dan sürmeye başlar:
“Gözyaşlarını döktüğü yere oturdu, avuçlarıyla göz yaşlarını sildi, kuru ellerine bakarak: ‘Köyü boşalttılar dün gece’ dedi.
– Kimleri götürdüler?
– Kimleri mi? Hepsini nasıl sayayım sana! Komşu Mustafa’yı, Şaban Muzaffer’i, Çırak Süleyman’ı Karamirza Hasan’ı, Kaşka Hüseyin’i, Kiraz Ebubekir’i, Sofu Cemil’i, Baltacı Hasan’ı, Bektaş Nuri’yi Zembilcileri…
Adamın gözleri doldu. Enver sessizdi… Daha dün önlerinde tirtir titreyen düşmanları, bu milleti süngülerle böyle sindirmişti… Enver de pençesiz, tırnaksız bir Türk olmuştu.” (sf. 425)
Arkamızdan ağlaştılar
Ağaç dalları
Bize haram oldu ah aman aman
Kırım yolları” (sf. 426)
Ruslar asıl buranın sahibi olan Türksüz Kırım istemektedir:
“Vasil Dimitroviç, İvan’ın gelmesi üzerine sesini biraz yükselterek devam etti:
– Arkadaşlar, yine de tekrar ediyorum. İnsaf merhamet denen şey biz Bolşevikler için hem ayıp hem de Tatarların çoğu bize karşıdır. Rus köylüsü ile Kırım köylüsü arasında büyük fark var. Onlar hanların, sultanların hafif hükümdarlıkları altında yaşadılar. Onları yalnız kuvvet ve zorla. Milliyetçilik onların kanlarına sinmiştir. Türkçe konuşuyorlar. Çocuklarının kafalarını kalplerini Türkçe türkülerle, millet sevgisiyle, Cengizhan’ın, Türk sultanlarının, Türk edip ve kahramanlarını adlarıyla kirletiyorlar. Buna son vermeliyiz. Bir şey daha bu milletin zenginiyle fakiri arasında bir fark yok. Bura bize lazım. Bir itiraz geldi mi kurşuna acımayın. Bolşevizmin, partimizin temel taşı budur. (sf. 451)
***
Kocası, babası Ruslar tarafından öldürülen Ayşe yalnız başlına bir ahıra sığınır. Hamiledir. Doğum vakti gelmiştir. Yanında dokuz-on yaşlarında annesiz babasız kalmış bir çocuk vardır. Onun yardımı ile doğum yapar:
“- Utanma dedi. Utanma kardeşim. Suç bizde değil zamanda. Eğil de göbeğini kes. Bağla ne olur! Bir çare bul. Elimi kaldıramıyorum.
Selim hemen diz çöktü, ceplerinde bir şey aradı; aradığının ceplerinde olmadığını anlayınca başını Ayşe’nin bacakları arasına soktu, ağzıyla göbeği aradı, buldu, dişleri arasına alıp ısırdı, kopardı.
Ayşe: ‘bağla bağla’ dedi, ince bir şeyle bağla. Bak, başımın yanında tahta yarıklar arasında bizim atın kuyruk kılları var. Al bağla.’
“Selim uzandı tahta yarıkları arasından at kıllarını çekip çıkardı. Göbeği bağlarken Ayşe’ye fısıldadı:
– Ayşe abla, yol asker dolu, Memiş’in deresinde de dünyanın askeri var. Köy de öyle. Benim babamı da, annemi de aldılar.
– Biliyorum. Korkma. Yavrumu al git. Kaç Selim kaç! Akmesçit’e kaç. Yavrum sana emanet. Yalnız bir şey istiyorum senden, adı Alim olsun. Onbeş-onaltı yaşını bulunca ona nasıl doğduğunu, nerde doğduğunu, kimin evladı olduğunu anlat. Babası Remzi’nin ölümünü anlat, onun intikamını alsın. Haydi eğlenme, git.” (sf.-471)
“Selim atını sürdü, aşağıda şose tarafında köpekler hılı hızlı havlıyorlardı. Ara sıra kesik kesik tüfek sesleri, müthiş bağrışmalar işitiliyordu. Selim atını kestirme sırıklar üstünden atlattı. Solda dün yağmış, geceleyin birinin ayaklarıyla çiğnenmiş, bulaşmış, kırmızılıklara karışmış kartların üstüne gelince at şaha kalktı, deli deli kişnedi.
Selim hayvanın böğürlerini tekmeleyerek sinirli, sabırsız: ‘Haydi Aktaban vakit kalmadı çık bu Kızıltaş’tan!’ diye bağırdı. Hayvan başını sallayarak, ard ayaklarıyla karları, çamurları havaya savurarak dört nal koşmaya başladı.
Yarım saat sonra Selim Gelinkaya’nın üstünde duruyor, aşağıda kızıl güneşin ışınları altında sızlayan Kızıltaş’ın beyaz, parlak damlarına bakıyor, kucağındaki Alim’i sallayarak gülüyordu.
Çocuğun başcağızını örttü, kendi başını kaldırdı, yüksek çamlara bakarak yavaş bir sesle: ‘Alim Aydamak’ türküsünü söyledi:
“Alim Alim demekten
Ben kesildim yemekten
Aman Alim of of
Yandım Alim of of
Alim gider pazara
Uğramasın nazara
Alim öldü diyenler
Kendi girsin mezara
Aman Alim of of
Yandım Alim of!. of.” (sf. 472-473)
Ekim 2019’da ölen ve Kırım’daki köyü Kızıltaş’a gömülen Cengiz Dağcı’yı on birinci ölüm yıldönümünde rahmetle anarız.
(*) Onlar da İnsandı, Cengiz Dağcı, Varlık Yayınları, İstanbul, 1969