Bayram ertesinde ana gündem maddesi haline gelen konulardan biri Ekrem İmamoğlu’nun Trabzon ziyareti oldu. Daha net ifade etmek gerekirse; Nagehan Alçı ve Ertuğrul Özkök’ün de aralarında bulunduğu “gazeteci”lerle verilen otobüs pozu.
Sosyal medyada dört gündür mesele kapanmadı ve koskoca bir halkla ilişkiler ve medya krizi olarak etkisini sürdürüyor. Çünkü pozun ortaya çıktığı andan bugüne İmamoğlu cephesi süreci hiçbir şekilde yönetemedi.
Olayı “komplo”, “tuzak”, “Saray’ın yapay gündemi” gibi çoğu iyi niyetli bazı açıklama girişimleri olsa da gerçeklik payı yok. İmamoğlu ve ekibi bu krizi bizzat yarattı. Bunun, İmamoğlu’nun kişiliği ve siyaset anlayışıyla doğrudan alakası var.
Krizi iki aşamada incelemek gerekiyor. İlki otobüsteki kadrajın kendisi.
Öncelikle bir şeyi baştan teslim edelim: İkinci bir İBB dönemi için olsun, ufuktaki muhtemel Cumhurbaşkanlığı adaylığı için olsun İmamoğlu elbette bayramlaşmak için memleketine tur düzenleyebilir. İstanbul’da, Karadeniz ile çok dinamik bağları olan, sık gidip gelen bir Karadenizli nüfus var. Bunda anlaşılmayacak bir şey yok.
İmamoğlu’na bu turda eşlik eden bir takım gazeteciler de olabilir ve bunların her biri hitap ettiği toplumsal kesime göre stratejik olarak ayrı ayrı belirlenebilir. Kuşkusuz, İmamoğlu’na ve Millet İttifakı’na muhalif, çeşitli görüşlerden gazeteci ve televizyonculara da yer verilebilir.
Hatta iktidar yandaşlığı ve borazanlığı ile bilinen bir takım figürler bile sırf iktidar cephesine karşı taktik moral üstünlük amacıyla orada yer bulabilir. Söz konusu AKP gibi zifiri karanlık bir rejimden kurtulmak olduğunda muhalif kitlelerin bu konuda göstereceği feraset İmamoğlu’nun aklını aşacak düzeydedir.
Fakat…
Nagehan Alçı bir gazeteci değildir. Türkiye’de hiçbir tabanda karşılığı yoktur.
Bakın, Ertuğrul Özkök okuru bile bulursunuz. Ama Nagehan Alçı okuru diye bir şey yoktur. Nagehan, AKP’lilerin bile gazeteciden saymadığı operasyonel bir elemandır.
Türkiye’de AKP’nin en yüksek oy oranlarını bulduğu il ve ilçelerde sokaktan vatandaşları çevirip sorun. Nagehan Alçı’nın Türk insanında nefretten başka hiçbir karşılığı yok.
Hani, duyunca surat ekşitilen tipler vardır… Onlar başka.
Nagehan’da mideler kalkar, hastane odalarında sürgüler çıkarılır, poşetler elden ele uzatılır. Murat Ongun gibi deneyimli gibi gazeteci başta olmak üzere bunu herkesin bilmesi lazım.
İktidar gücünü arkasına alarak Atatürk’e, Türklüğe, Türk askerine, Türk bayrağına, Türk vatanına yıllarca en ağır küfürleri sıralamış, kumpas davalarında masumları ve kahramanları hedef göstererek artık hayatına bir “nefret objesi” olarak devam eden bir isimle poz vermenin bazı sonuçları olur. Hem de ne poz vermek! Tayyip Erdoğan’ın iliştirilmiş gazeteci (!) takımıyla uçakta verdiği pozun hemen hemen aynısı bu.
İşin ikinci aşaması burada başlıyor. İmamoğlu cephesi yapılan yanlışı idrak edemediği gibi gelen devasa tepkiyi de yorumlayamadı. Haliyle verilen cevaplar krizi yatıştırmak yerine daha da derinleştirdi.
İlk önce Murat Ongun’un “200-300 kişinin tepkisi” açıklaması haberlere düştü. Alevlenen muhalif kitlenin tepkisi birkaç saat içerisinde neredeyse Cumhuriyet Mitingleri’ndeki “kaç kişiyiz saysana” sloganını hatırlatan bir dalgaya dönüştü. Nagehan Alçı’nın bölgede sevilen bir isim olduğu üfürmesi ise acınasıydı.
6 Mayıs sabahı itibarıyla Ekrem İmamoğlu’nun Twitter’daki takipçi sayısında ilk defa düşüş görüldü. On binler mertebesindeki kayıp, 31 Mart seçimlerinde Binali Yıldırım’a atılan farktan fazlaydı.
Sonradan Murat Ongun, 200-300 kişi ile gazetecileri kastettiğini belirtti ama bu defa da gazeteciler açısından rakamın gerçeklik payı yok.
İmamoğlu’nun 6 Mayıs akşamı “Denizleri anma” gecesinde sarf ettiği sözler ise, belki siyasi kariyerinde hanesine yazılmış en büyük eksi puan olarak kayıtlara geçti. Aslında buradaki konuşmasında kendisini Deniz, Yusuf ve Hüseyin’e benzetmeye çalıştı. Denizlerin halen toplumun bir kesimi tarafından hain ve düşman olarak biliniyor olmasından hareketle kendisinin de bu Nagehan meselesinde kurban edildiğini anlatmaya çalışıyordu.
Bu konuşmasında durduk yere, “Mustafa Kemal’in askerleriyiz” sloganına saldırmayı da ihmal etmedi.
“Öyle kuru laf olarak Mustafa Kemal’in askerleriyiz diyerek bağıranlardan olmam, olamam. Ben onun hakkını veririm.”
İmamoğlu’nun, Türkiye’de milyonlarca insanın direniş ve mücadele parolası olarak benimsediği bu kritik sloganı her fırsatta susturup geçiştirdiğini biliyorduk ama “kuru laf” kabul ettiğini böylece öğrenmiş olduk.
İmamoğlu gösterişe dönüşmemesi gereken ibadet ve tilavetleri ortalığa döke döke sergilemesini biliyor. Bir gün Denizleri, bir gün Demirel’i, öbür gün Menderes’i, ardından Türkeş’i rahmetle, minnetle, sevgi ve hasretle yâd ediyor… Herkese mavi boncuklar dağıtabiliyor.
Ama sıra Mustafa Kemal’in askerlerine gelince, AKP’ye teslim olmamış milyonlarca Atatürkçü, direnişçi kuru gürültü oluyor. Gereğini yerine getirelim ama kendimizi belli etmeyelim, öyle mi? Neden? Mustafa Kemal’in askeri olmak utanılacak bir şey midir? Bu da böyle ayrıca not edilmesi gerek bir husus.
İmamoğlu burada daha da derinde, “Tam bağımsız Türkiye idealinin 50 yıl sonraki sancaktarı benim,” mesajını iletmeye çalıştı. Çalıştı diyorum, çünkü haklı bir eleştiri yönelten seçmen kitlesine tam da Denizleri asanların üslubuyla “vız gelir tırıs gider” sözüyle tokat attı.
Ardından çok daha vahim bir hataya imza atarak sahneden parmak salladı ve “Akıllı olmaya davet ediyorum” dedi. Bu tam olarak Tayyip Erdoğan’ın 20 yıldır öncülük ettiği tehdit dili. İşte burada dananın kuyruğu koptu ve 200 mü, 300 mü bilemem, çok sayıda gazeteciden kınama mesajları gelmeye başladı.
İmamoğlu’nun halen başka bir âlemden seslendiğini ertesi günkü özür (!) konuşmasıyla anlıyoruz:
“Ben çiftçi çocuğuyum, benden kibir doğmaz. Bu açıklamaları yapan arkadaşlardan, sadece ve sadece dün bir konuşmada kullandığım ‘vız gelir tırıs gider’ sözlerimden dolayı özür diliyorum.”
Kibirli olmadığını iddia ederken bile her yerinden kibir akan bu konuşma elbette tatmin etmekten çok uzak. Parmak sallayıp “akıllı ol” tehdidi savurmak, bir bakıma “Bana mecbursunuz” anlamına da geliyor. Bu büyük yol kazasıyla birlikte Kılıçdaroğlu’nun eli bir miktar güçlenmiştir. Bu da bir başka gerçek.
Aslında İmamoğlu bizi, biz de İmamoğlu’nu daha yeni tanımaya başlıyoruz. Karşımızda Deniz Gezmiş’in parkasını giyebilen bir Tayyip Erdoğan kibri var. Kar felaketinde balık restoranına gitmekte, deprem felaketinin ardından kayak tesisine uğramakta, yangın felaketi üzerine denize açılmakta –vicdanı bir kenara attım– en azından bir vitrin sıkıntısı görmeyen bir anlayışla karşı karşıyayız.
İmamoğlu ise Tayyip’ten sonra gelecek bir “Mayyip”ten korkmayan, ruhunu yitirmemiş bir kitle ile karşı karşıya. Hiçbir şeyi sineye çekmemeye ve cepte olmadığını göstermeye kararlı, mücadeleye devam eden bir toplum var. İmamoğlu’na “sen bize mecbursun, biz sana değil” diyen, “akıllı olmasını” tembihleyen, Mustafa Kemal’in askeri olduğunu AKP faşizmine karşı çekinmeden haykıran bir ulus var. Ve bu bir linç veya kurban etme girişimi değil ama “kuru laf” da değil.