Hamas liderlerinden Haniyye’ye yapılan suikast doğrudan İran’ı ve dolaylı yoldan Türkiye’yi hedef alan, zamanlama açısından bakıldığında da kusursuz programlanmış bir terörist eylemdir. Kuvvet-zaman-mekân olarak tanımlanan stratejinin üç öğesi de burada sonuç aldırıcı bir biçimde uygulanabilmiştir.
Eylemin mekânı ve bir önceki gün Beyrut saldırısında Hizbullah komutanlarından Fuad Şükür’ün vurulması İran’a, bu eylemlerin zamanlaması ise Türkiye’ye cevaptır.
Olayları takip eden birkaç saat içerisinde altın ve petrol fiyatlarında yukarı yönlü hareketlenme başladı. Petrolde fiyat eski yerine yakın bir yere geldi ancak bilhassa altın ertesi günkü FED toplantısında beklenildiği gibi faizlerde bir değişiklik olmadığı açıklandığı halde geldiği seviyeyi korudu. Yaygın kanaat altının jeopolitik riski fiyatladığı yönündedir. Avrupa da dâhil olmak üzere geniş çaplı bir topyekûn savaş ihtimaline karşı kaygı düzeyini arttıran gelişmelerdir bunlar.
Peki, bu riski dizginleyebilmek için nasıl hareket etmek daha doğru olur? Öncelikle Türkiye gibi bir ülkenin her şartta kendisini çatışmanın dışında tutması gerekmektedir. Savaşlar sırasında ve sonrasında üstleneceği ve her dönem çok iddialı olduğu arabuluculuk fonksiyonu için önemlidir bu. Yine bu bağlamda yapılacak kontrolsüz açıklamaların sonuçları yıpratıcı olabilir. O nedenle, sorumluluk mevkiinde bulunanların çay bahçesinde bile söylediklerinin bir bağlayıcılığı vardır.
Bir kasaba politikacısına yakışır tarzda ve üstelik çoğu da tam doğruluk içermeyen konuşmalar sadece Türkiye’yi değil kardeş Azerbaycan’ı bile zor duruma düşürmüştür. Azerbaycan’ın o sorumsuzluğu tekzip etmek zorunda kalması da ayrı bir üzüntüdür. Azerbaycan yönetiminin ve oligarşinin İsrail ile içiçeliği uzunca bir zamandır bilinen ve ayrıca irdelenmesi gereken bir gerçeklik olarak ayrı bir yazının konusudur. Ancak şunu kabul etmek gerekir ki, Azerbaycan kendi kararlarını alabilen bağımsız bir devlettir. Siyasal İslam ya da Pan-Türkist saiklerle bu ülkenin zor duruma sokulması kabul edilemez. Benzer hata zaman zaman KKTC’de de yapılıyor. İdeolojik saplantılarla yürütülen siyasetin sonunda o ülkelerin yönetimlerini değiştirmeye yönelik doğrudan girişimler bile adeta bir hakmış gibi algılanmaya başlayabilir. O nedenle bu konuda biraz daha özen gösterilmelidir.
…
Pervasızca aynı anda hem Lübnan’a, hem Suriye’ye saldırıp bir yandan da İran’da operasyon yapabilen Netanyahu yönetiminin önceki hafta Amerikan kongresinde nasıl karşılandığını herkes gördü. Böyle olduğu müddetçe saldırganlığın aynı şiddette devam etmesini beklemeliyiz. Yine bu son saldırıların arifesinde, Filistin devlet başkanı Mahmut Abbas’ın Türkiye’nin davetini ilk başta reddetmesi gidilen yanlış yolu göstermesi açısından çarpıcı bir örnekti ve oldukça vahim bir durumdu. Fakat sonradan da olsa geleceğinin ilan edilmesi bir fırsattır. Abbas’ın TBMM’de yapacağı konuşma dünyaya iyi servis edilmelidir. Çünkü görünen bir gerçek daha var: Buradaki mücadele son yıllarda yanlış bir biçimde siyasal İslamcı hareketler öncülüğünde yürütülmeye çalışılıyor. Oysa bundan bir sonuç alınmadığı gibi genel tablo daha da kötüleşmiştir.
Avrupa’nın tutumu
İsrail yayılmacılığına karşı esas darbe eskiden olduğu gibi yine sol bir yumrukla yapılmak zorundadır. Aktivist gruplar ve sol hariç tutulacak olursa 7 Ekim’de başlayan savaşa kadar Avrupa toplumu için olayların genel seyri film seyretmek gibiydi ve hatta son 10-15 yılda İsrail’e bakış biraz daha olumluydu çünkü buralardaki Yahudi nüfus azdı. Buna mukabil sayıları gittikçe artan ve uyum sorunu yaşayan Müslüman kalabalıklar söz konusuydu. Son Avrupa Parlamentosu seçimlerinde de görüldüğü gibi en büyük korku “Göçmen İstilası”dır ve bu korku merkezinde ultra korumacı bir döneme girildi. Öylesine bir korumacılık ki, Rusya ve Belarus vatandaşlarına vize kolaylığı sağlayacağı ve bu yolla Avrupa’nın sınır güvenliğini tehlikeye atacağı varsayımıyla Macaristan başbakanı Victor Orban gibi mülteci düşmanı bir siyasetçi bile Avrupa Parlamentosu’nun merkez sağ kanadınca hedef tahtasına kondu. Rus ajanlarının Avrupa için tüm zamanlarda tehdit unsuru olduğu yadsınamaz bir gerçektir kuşkusuz fakat artan küresel tansiyonu düşürmeye yönelik normalleşme mecburiyeti de vardır.
Avrupa toplumu ve pek tabii siyasi kadrolar paradoksal bir biçimde Trump’un yeniden seçilmesini de istememektedir. Kaldı ki, seçimler kendisi için tam bir engelli maraton ve kazansa bile görev süresince Azil Davası (Impeachment) tehdidi Demokles’in kılıcı gibi tepesinde olacak. Ancak, yine de Cumhuriyetçi Parti’nin tüm hastalıklı ideolojisine rağmen Trump’un dominant karakteri ve şahsi politik tercihleri Avrupa’nın daha menfaatinedir.
Türkiye’nin sorumluluğu
Asya-Pasifik’de sular iyice ısınmışken, İsrail kıyameti erkene almak için ruh hastası Evangelist Amerikan “Elit”leriyle her türlü cinayeti işlemekteyken, Rusya-Ukrayna savaşını bitirmek yaklaşan büyük savaş tehlikesini savuşturabilmek açısından daha mantıklı bir çıkış yolu gibi duruyor.
Trump’un İsrail ve Çin’e karşı şahin duruşu ortadayken düğümü çözmek için Rusya seçeneği kalıyor geriye ve Türkiye doğru yoldan ilerlerse bu çözümde öncü olabilir.
Hangi Türkiye?
Sıcak çatışma alanlarının genişlediği şu aşamada en elzem olan bir Suriye barışının yakın gelecekte mümkün olmadığı yine Suriye hükümetince yayınlanan “kara liste”yle daha net anlaşıldı. Bu ciddi handikapı bir yana koyalım. Epeyce uzunca bir zamandır Tuğrul Türkeş’in paylaşımlarından da anlıyoruz ki, Türkiye ile Avrupa Konseyi arasında, daha doğrusu teşkilatın parlamenterler meclisinde (AKPM) bazı tutukluluk halleri ve keyfi uygulamalar yüzünden sorunlar var. Anayasa Mahkemesi’ni bile aldığı kararlardan sonra tehdit eden siyasi partilerin olduğu bir ülke için bu da yine hiç sürpriz olmayan bir durum!
Fakat bu haliyle daha fazla devam edilemeyeceği çok aşikâr.
Türkiye’de merkezî hükümet insanlığa karşı tarihi bir misyon yüklenmek iddiasındaysa ve ciddiye alınmak istiyorsa ya kendisini ciddi bir revizyondan geçirmeli ya da fedakarlık yaparak ülkenin önünü açmalıdır.