Paris’te yapılan olimpiyat açılışı epey infiale yol açtı. Tartışmaların odağında son yılların moda kavramı Woke akımı vardı.
Açılış törenini kısaca özetleyelim. Olimpiyat açılışı vardı ama stadyum yoktu. Yani Fransızlar spor ve stat önemsiz, siz Paris’i izleyin demişler. Bu tipik bir Fransız görgüsüzlüğü… İkincisi yine bir Fransız klasiği olan vasatlık ile harmanlanmış kibir gösterisiyle, ideolojik bir şov tercih edilmiş.
Bu tür ideolojik bir açılış törenini Sovyetler, Kuzey Kore v.s. yapsa dalga konusu olur. Kaldı ki bu tür rejimler bile, stadyumu ve sporu görmezden gelmezdi. Tören en azından stadyumda yapılır, sosyalizmin organizasyonda da, sporda da ne kadar başarılı olduğu vurgulanmaya çalışılırdı.
2008’de Çin bile, ulusal propaganda ve kültürel-tarihsel mesajları ağır basan ancak göz kamaştırıcı ve estetik olarak üst düzey bir şov hazırlamıştı. Yine stadyum kullanılmıştı. İdeolojik mesajlar sporun ve Çin milli gururunun arkasına saklanmıştı.
Fransa ise bize sporcuları bile göstermedi. Yasakladı. Sporcular geçit yapamadı. Teknelere tıkıldılar. Ülkeler bayraklarını kortejlerinin en önünde gururla taşırdı. Şimdi öyle teknenin bir yerlerinde sallayarak göstermeye çalıştılar.
Stadyum göremedik. Ama onun yerine Fransızların yatak odasından tut, kankan dansı yapılan pavyon ortamlarına kadar her şey vardı. Bu Fransa’yı ben yüksek kültürü olan bir ülke sanırdım. Çadır tiyatrosu tadında “aç aç dansı” izlettiler milyarca insana. Bale, opera, modern dans falan yok muydu bunlarda? Açılış töreninde dans edenleri bile sokaktan toplamışlardı sanki. Kanalın kıyısında köşesinde hiçbir eşgüdüm olmadan, saçma salak hareketler yapan kalabalık bir yığın.
Sporcular yürümedi ama üzülmeyin. Travesti yürüyüşü oldu. Arada sırada sporcuların üstünde kalakaldığı zavallı teknelere kamera döndü, ancak 30-40 saniye sonra hemen Fransa bayrağının renklerinden kurgulanmış, önceden çekilmiş doktrin ve propaganda videosu devreye giriyordu.
İşte liberte özgürlük demekmiş. Üç tane tip kütüphanede birbirini kesiyor. Üçü de hem erkeğe hem kadına benziyor. Garip garip koşuyorlar. Çok kötü dans ediyorlar. Birbiriyle şakalaşıyorlar, cilveleşiyorlar. Öpüşür gibi yapıyorlar. Sonra bir otel odasına girip, kameraya parmak sallayıp “siz giremezsiniz” diyerek içeride maceralarına devam ediyorlar. Sonra ekranda “liberte” yazıyor.
Sonra eşitlik meselesine geliyoruz. Bu sefer yine travestiler çıkıyor sahneye. İsa’nın son yemeği portresine benzer bir ortam yaratılmış. İsa yerine en ortada aşırı kilolu lezbiyen bir kadın duruyor. O Dj’lik yapıyor. Bu kadının adı Barbara Butch’muş. Kendi ifadesiyle “aşk aktivisti”ymiş. Diğer 12 kişi de genellikle gay, travesti gibi tipler. Sonra podyuma yine sakallı ama mini etekli biri çıkıyor. Kocaman yazı çıkıyor. “Egalite” yani eşitlik v.s.
Kardeşlik kısmını ben kaçırdım. Bir ara tekrar baktığımda, travestilerin İsa’nın masasındaki podyumu sürüyordu ama 5-6 yaşında kız çocuklar da masaya çıkarılmıştı. Arkada sakallı kadın önde aşırı makyajlı küçük kızlar dans ediyordu. Bu LGBT tayfasının çocuksuz etkinliği olmaz zaten.
İsa’nın son yemeği veya portresi benim için kutsal bir şey ifade etmiyor. Ama bir dinin simgeleriyle bu denli iğrenç dalga geçilmesi ve İsa karakterinin çarpıtılması midemi bulandırdı. Bir de bunu yapan “woke” tayfası dünyanın en hassas tayfası. “Bana ‘she’ deme ‘them’ de”, “bana bayan deme birey de” diye tutturacak kadar “saygı” faşisti olan kırılgan kalpli bireycilerimiz, işlerine geldiğinde her şeyle nasıl da dalga geçiyor.
Sonra sahneye çırılçıplak, vücudu tamamen maviye, sakalları ise sarıya boyanmış kafası bir dünya bir Fransız herif çıkıyor. O da Yunan Bağbozumu Tanrısı Dionysos imiş. Yahu aptal herifler. Yunan mitolojisini, “Batı medeniyetinin” temellerini de biz mi öğreteceğiz Fransızlara? Antik Yunan’da Olimpiyat Şöleni, Tanrı Zeus için yapılır. Dionysos’un şöleni ve temsil ettikleri başka. Seks, fuhuş falan da değil ama hadi diyelim ki Dionysos oraya ait olsun. Olimpiyatta ne işi var mavi hırbonun. Olimpiyat atletleri bildiğin savaşçı, asker, mücadeleci bir ruh ile Zeus’a kendilerini beğendirmeye çalışır. Yani şu sizin leş gibi kokan Fransız kanalına attığınız teknelerin üstündeki sporcuların olayı…
Neyse daha şov biter bitmez, hem Katolik kilisesi hem de Müslüman din adamları art arda Hz. İsa ile dalga geçilmesini kınadılar. Olimpiyat komitesi özür diledi, açılışın videosu Youtube’tan dahi kaldırıldı.
Böylelikle herkese eşitlik ve özgürlük dersi vermeye kalkan Fransız “woke”lar sadece sansürcülük ile olimpiyat tarihine geçmiş oldular.
Bu törenden sonra çok tartışma ve komplo teorisi üretildi. Bu tezlere sonraki yazımda daha ayrıntılı gireceğim. Şu anda baştan kendi görüşümü kısaca belirteyim.
Kimisi dedi ki, bu Woke akımı dünyayı yöneten küresel elitlerin hepimize bir komplosu. Şimdi bu bir komplo olsa gizli ve ani olur. Bu devamlı süren bir kültürel hegemonya saldırısı daha çok.
Kimisi dedi ki, bu Woke akımı bir propaganda. Amaç çocuklara ahlaksızlığı dayatmak, erkekliği zayıflatmak, homoseksüelliği yaymak, nüfusu düşürmek… Böyle propagandalar var ama her propagandanın bir siyasi programı olmalı. Oysa bugün hem Avrupa hem de Kuzey Amerika’da doğurganlık oranı yeniden kadın başına 2’nin üstüne çıkarılmak isteniyor. Aşağı yukarı tüm Batı ülkelerinde para için çocuk doğumu teşviki var. Bunu Üçüncü Dünya’ya yayıyorlar derseniz, o da pek doğru değil, çünkü Batı’daki büyük LGBT propagandasının yüzde biri bile bizim gibi ülkelere sirayet etmiyor.
Peki, Woke akımı bir ideoloji mi? Bence öyle de değil. Çünkü modern ideolojilerin belirleyici yönü, bir bütünsellik iddiası, iki bilimsellik iddiası, üç iktidara gelip kendi felsefi kurgusuyla toplumu veya insanlığı ilerletme iddiasıdır. Woke akımında ise ne bütünsellik ne de insanlığı ilerletme iddiası var. Bilimsellik iddiası ise bilime hakaret gibi… Marjinal düzeyde bile bir bilimsellik referansı yok. Woke akımına illa bir ideoloji bulacaksak, belki LGBT’cilik, liberalizm, çevrecilik, feminizm aktivistlerinin ortak bloğu diyebiliriz. Kaldı ki bu akımların azıcık kendi ideolojileri varsa dahi, bu ideolojik vektörler de birbirine zıt yönlere gider.
En son seçeneğe geliyorum. Wokism bir din midir? Evet, bence Woke akımı, modern, seküler bir dindir. Ritülleri vardır. Cinselliğe dayanan bireycilik temelli bir ahlak ve varoluş felsefesi vardır. Birey, rıza, otonomi, cinsel tercih şeklinde kutsal tabuları vardır. “Genel ahlaksızlık” sloganını atarlar, ancak sözcüklerin kullanımından tutun, insanları “iptal” ederek sosyal linçe maruz bırakmaya varacak kadar uyduruk ancak katı “ahlakları” ve ahlak zabıtaları vardır.
Böyle din mi olur diyorsunuz? Bunlar geleneksel din değil. Bunlara modern, seküler din diyoruz. ABD’de çıkan “kült”leri düşünün. “New age” akımlarını… Adnan Hoca gibilerini, Yoga, astroloji tarikatlarını falan…
Peki, emperyalizm neden bu yeni garip dini bu kadar çok dayatıyor. Bu kendi krizlerinden kaynaklanıyor. “Tarihin ve ideolojilerin sonunu” ilan eden Fukuyamacı kafayla, her türden ideolojiye ve felsefeye “dini dogma” damgası vuran Popper gericiliği, farkına varmaksızın emperyalizmi ve liberal ideolojiyi karşıtsız bıraktı. Böylelikle liberalizm kendini bir ideoloji olarak değil, “bireycilik”-“insan hakları”-“insan otonomisi”-“demokrasi” mitlerine dayanan bir din olarak insanlığa dayatmak zorunda kaldı.
Kısa sürede birkaç milyon insanın ölümüne yol açan çelişkili tavırlar bu dinin hemen yıkılmasına yol açtı. Yugoslavya’da insan hakları, Irak’ta demokrasi, Covid sürecinde “insan otonomisi” mitlerini kendi kendine yerle bir eden “bireycilik” dini, çaresiz bir şekilde, insanın en güdüsel, en ilkel yanına dört elle sarıldı: cinsellik.
Bireyci dinin son sığınağı olan cinsel güdü ise aslında gerçek bilinçli “birey”in, kendini insanlaştıran tarihsel “birey”in gündemi değildir. Cinsel güdüler, insan ya da en azından insanlık öncesine aittir. Hayvanlarla ayrıldığımız ancak ortaklaştığımız ilkel evrimsel birikimler üzerine “bireysel özgürlük” kurma çabası kurnazca bir manevraydı. Böylelikle “bilinemez” bir alan üzerinde dini mitler inşa edilebilirdi. 19.yüzyılda bireycilik için bireyin kendini var etmesi akli ve entelektüel bir çabanın ürünüydü. Şimdi ise bireyin birey olabilmesi cinsel bir keşif (!) sonucu mümkün. Oysa orada bir keşif yok içgüdü yumağı var. Orada akılları sıra bulanık suda balık avlayıp, hem de hepimizi “kadın, homo, zenci” düşmanı ilan edip parmak sallayarak ahlakçılık oynayabileceklerdi. Ancak işte ortaya böyle Paris’teki gibi bir dalga konusu olan “sirk şovu” çıktı. Estetiği yerlerde sürünen bir “din”. Bir de Mısır’ın Piramitlerine, Avrupa’nın katedrallerine, Osmanlı ve İslam âleminin camilerine bakın! Dalga geçtikleri dinlerden bin kat ilkel bir “üst kültür.”
“Woke” dini üzerine yazmaya devam edeceğim. Ancak ortada bir komplo ya da zarar gören varsa bunlar ilk olarak kadınlar ve annelerdir. Woke-LGBT-feminizm bloğunun en büyük kötülüğü kadınlaradır. Yine olimpiyatlardan bir örnek. Olimpiyat şampiyonu boksörümüz Busenaz Sürmeneli yarı finale çıkarsa karşısına, kendine “kadın” diyen eski bir erkek çıkacakmış.
Woke, LGBT, neo-feminizm… Bu akımların yarattığı kadın ve anne düşmanı dünyanın bir rezilliği daha. Bu durum sizi şaşırtmasın. Stalinizm ne kadar işçi-emek dostuysa, bu yeni liberal din de o kadar bizlerin özgürlüğü veya kadınların haklarıyla ilgilidir.
Ben ortada bir propaganda veya komplo varsa dahi bunların başarılı olacağını sanmıyorum. İnsanlığı küçümseyen, hatta bizim biyolojimizi ve anatomimizi dahi yok sayan, fanatik ve kibirli bir Batı dini bu. Bırakın bunun misyonerliğini yapsınlar. Sıfır başarı şansları var. Olan Fransızlara oldu. Milyarca Euro harcayarak tüm dünyaya rezil ettiler kendilerini. Bu arada kankan dansı da ne vulgar ne rezil şey öyle…