Beşar Esad’ın, Saddam ya da Kaddafi gibi ülkesinde durmayıp kaçması isabetli bir karar olmuştur. Geçmişteki örnekleri coğrafyanın ve sosyolojinin zor olduğunu ve istikrarın kolay sağlanamayacağını gösteriyor. Açıkçası yeni dönemde genel vaziyet Irak ve Libya’daki gibi olursa -ki olma ihtimali yüksektir- toplum eski rejimi arar hale gelebilir. Böyle bir arayış Esad’ı geri getirmez belki ama eskiden ders çıkarmış yumuşak bir ismi öne çıkarabilir. Elbette direnişçiler bu tür ihtimalleri tamamen imkânsız kılmak için eski rejimin tüm kirli çamaşırlarını en abartılı haliyle ortaya dökecektir. Savaşın sıcağı ve duman henüz ortadan kalkmış değil, eski rejim liderinin ve rejim bileşenlerinin saklanarak bir süre durumu dışarıdan takip etmeleri doğru hamledir.
●●●
Suriye’deki yeni düzen(sizlik) Rusya için tek yol bıraktı: Sürekli terör. Doğal olarak her yönüyle ciddi yara almış Rusya’nın yeni bir yöntem olarak paramiliter güçlerle düşük yoğunluklu bir savaşı başlatmak zorunda kalacağını söyleyebiliriz. Bu sefer doğrudan İsrail’e karşı bir yıpratma savaşı vermek durumundadırlar. Tabii sorunun asıl püf noktası şu: Finansman nasıl sağlanacak?
Tabii bu yeni dönemde eskiden olduğu gibi Wagner gibi bir teşkilatı kullanarak değil, yerel güçlerle, onları kışkırtmak suretiyle ve koruyabilirse oradaki üstlerinden de destek vererek sürece yeni bir yön getirmek zorundadır. Bu bağlamda Aden Körfezi’nden ticareti terörize edecek Husilerle de koordinasyonu iyi sağlayabilirlerse etkileri çok daha büyük olur.
●●●
Pazar günü Şam’ın düşüşü bir kısım sol çevrelerde neredeyse Sovyetler Birliği’nin dağıldığı gün kadar kötü bir psikolojik etki yarattı. Bir gün öncesinden Doha’da dışişleri bakanları zirvesiyle ilinti bir biçimde gerçekleşen muhalif güçlere devir teslim ve o sırada yaşanan ve yine muhtemelen ikna edemedikleri liderlerine yaptıkları eş zamanlı darbe öyle kolay hazmedilecek türden olaylar değildir. Rusya ve Türkiye’deki Avrasyacı cenah bunun şokunu henüz atlatamadı. Fakat burada kabul etmek gerekir ki, Şubat 2022’deki Ukrayna savaşı da müthiş bir stratejik hata olmuştur. Bu hata Sovyetlerin Afganistan bataklığına saplanması ve on yıl içinde Berlin duvarının çökmesine benzetilebilir. Geçen yılın Ekim’inde Hamas saldırısıyla başlayan İsrail yayılmacılığı ise kuşkusuz son darbeyi vurucu ve statüyü kesin olarak belirleyici etken olmuştur.
Burada Rusya ile gizli bir anlaşma olduğu, anlaşmanın içeriğinde Suriye’ye karşılık Ukrayna’da onurlu çıkış ve beraberinde Tartus ve Lazkiye’deki askeri üslerin güvenliğinin teklif edildiği iddialarına çok itibar etmemek gerekir. Sahadaki güç dengesi her şey için belirleyici olacaktır, dolayısıyla Rusya’nın buraları da kaybederek Büyük Petro’dan bu yana megalo ideası olan sıcak denizlere inme ülküsü (ya da rüyası) son bulabilir.
İsrail Genelkurmayının “Cepheyi Suriye’ye taşıyoruz” demeci ve ordunun Şam önlerine gelişi artık malumun ilanıdır. Böyle olacağını çok önceleri gerek yazılarımda gerek söyleşilerde ifade etmiştim. Evet, herkesin kabul ettiği üzere planlı ya da plansız, iyi niyetli ya da kötü niyetli, son 50 yılda her ne olduysa İsrail’in önünü açtı ve İsrail belki de tahmin ettiğinden daha kısa zamanda ummadığı kadar güçlendi.
Bu kadar çabuk değilse bile gidişatın buna yakın bir istikamette ilerlediğini ölçümleyerek Ukrayna’daki savaşın bir şekilde bitirtilmesi gerektiğini, bunun Rusya kadar Avrupa ve Türkiye için de çıkar bir yol olduğunu OstPolitik doktrini örneğiyle destekleyerek ifade etmiş ve hatta yine o günlerde Rusya yenilmelidir ve fakat ezilmemelidir diyerek bunu klişeleştirmiştim. Montrö gibi sağlam bir kartın Türkiye’nin elinde olduğunu göre göre Ukrayna’da sonu gelmeyen bir saldırıya girmesi de çok ilginç ama bir o kadar düşündürücüdür. Savaşın çok çabuk biteceği ve Kiev’de Rusya yanlısı bir geçiş hükümeti kurulacağı düşünülmüş olsa da uzayan savaşta yeni önlem alabilmesi, daha doğrusu çatışmayı bitirmesi gerekirdi. Çok açıktır ki, Montrö yürürlükte olduğu müddetçe kıyıdaş olsalar dahi savaşın tarafı olan ülkelerin Karadeniz’e giriş çıkışları oldukça kısıtlıdır, dolayısıyla Rusya için bu durum Akdeniz’deki donanmayla irtibatın kesilmesi anlamını taşıyor.¹ Tabii anlaşılan Rusya tarafından işlerin buralara geleceği de öngörülemedi.
Oysa Türkiye ve Rusya’nın Avrupa Birliği’ni dışarıdan tamamladığı bir Avrasya, yeni kutup oluşturabilirdi. Çünkü Çin halen Atlantik blokunun üstün konumunu koruduğunu görüyordu ve bir şekilde bugün için topa giremezdi. Ayrıca Güney Kore ve Japonya’yı da bu ittifakın dolaylı bileşenleri olarak değerlendirdiğimizde dünyanın atölyesi Çin’in zaten büyük oranda dışsatımını buralara yaptığını ve yıllar içinde kaydettiği aşamadan, yani küresel kapitalist üretim ve pazarlama sisteminden gayet memnun olduğunu görebiliyoruz. Bir diğer yandan, içinde bulunduğumuz yüzyılın ilk yarısını içine alan birçok projeksiyonda Çin’den de öte yükselmekte olan bir Hindistan dikkatleri çekiyor. Büyüme her ne kadar kontrolsüz artan nüfusun etkisiyle de olsa tahmini 2047-2048 yıllarında Hindistan’ın, Çin’i de altına alarak ABD’yi üçüncülüğe itmesi bekleniyor. O halde ABD öncülüğündeki Batı koalisyonu açısından yapılan tüm bu müdahaleleri, önleyici savaşın bir parçası olarak görmek daha gerçekçidir.
Olmayan bir Suriye’nin toprak bütünlüğü!
Önceki yazılarda da değindiğimiz üzere Kürtlerin önü tamamen açılmıştır ve buradan geriye dönüş artık katiyen olmayacaktır. Suriye’deki darbenin İran yönünü de gözden kaçırmamak gerekir. Kitabın ortasından konuşalım: Her türlü yıkıcı faaliyete sponsor olduğu halde, bugün bile üstelik hiçbir tutar tarafı olmadığı da ortaya çıkmışken, Suriye’nin toprak bütünlüğünü vurgulayanlar yarın başlayacak İran iç kargaşasında da aynı temenniyi tekrarlayacaklardır. Büyük Kürdistan ülküsünün doğu parçası (Rojhilat)² önümüzdeki dönem İran’da yakılacak ateşle daha mümkün olacaktır ve aslında işin Türkiye’yi ilgilendiren önemli tarafı budur. Türkiye için bir bölünme ihtimalini öne sürmek bugün için belki çok mantıklı görünmüyor, ancak Türkiye’nin peşe hataları neticesinde Kürtler bir uluslaşma sürecinden geçiyor.
Bu hataların altında kötü niyet yoksa bile basiretsizlik vardır. MHP lideri, NATO koridorlarından ve sahadan bir takım bilgileri önceden alıyor ve ona göre iç kamuoyunu hazırlıyor olabilir. Nitekim DEM Parti’ye gösterdiği jestler, bütün bu arbede başlamadan yaptığı “Apo çağrısı” ve pek tabii 2002’den beri izlediği siyasetle kritik anlardaki dönüşlerine bakıldığında kendisine verilen rolü oynadığı da söylenebilir. Fakat gerçekler televizyon dizilerinden çok farklıdır.
“Esad gitsin” takıntısı dışında bölgesi ve kendi bekası için net bir önceliği olmayan Türkiye’nin şu günde bile reel olarak kazandığı bir şey yok. Dış basına servis edilen haber görsellerinde Türkiye’nin bayrağı İsrail ve ABD ile yan yana veriliyorsa orada bir tuhaflık olduğunu kabul etmek gerekir. Bu tabloda, Türkiye bir kazanıyorsa ABD-İsrail üç kazanıyor ve güçlü bir Kürt özerk yapısı ortaya çıkıyor. O halde bu tablo göreceli olarak Türkiye’nin kaybıdır çünkü söz konusu tablo sıfır toplamlı bir oyundur. Yani bir paradigma değişimi olmadan Türkiye’nin ve İsrail’in aynı anda kazandığı bir dünya söz konusu değildir. Bu pencereden bakıldığında, Suriye’deki son gelişmeler karşısında açıktan memnuniyet belirtenlerin neye sevindiklerini anlamak oldukça güç. Dümdüz edilmiş Suriye’nin yeni dönemi için “inşaat iştahıyla” sabırsızlanan müteahhit zümre, İsrail bombardımanları karşında gizli memnuniyet yaşıyor olabilir ancak ortalama muhafazakar bir insan bunu kendisine açıklayamaz.
●●●
Rojava direnişi; Suriye iç savaşında alınan mesafe ve diplomatik başarı son birkaç yılda bu mücadeleyi veren Kürtlerde bir bütün olarak IKBY’ye değilse bile Barzanilere karşı, özünde Apocu doktrinle de ters düşen bir aşiret-şeyh düzeninin temsilcilerine karşı soğumayı getirmiştir. Şimdi şöyle bir soruyu da sormalıyız: Büyük Kürdistan yolunda şu konjonktürde Barzani ailesi artık ne kadar kutsal?
Kürt yakın tarihininde önemli bir yere sahip olan Molla Mustafa (Barzanilerin babası) vesilesiyle ailenin elinde tuttuğu siyasi güç ve popülaritenin, Türkiye ile olduğundan fazla içiçe görüntü verilmeye başlanması ve son zamanlarda yaşanan olaylara kayıtsız kalmaları sebebiyle eskiye göre düştüğü görülüyor. Son seçimlerde KDP’nin kısmen gerilemesine rağmen birinci çıkmış olması kimseyi yanıltmasın. Yakın gelecekte Suriye’deki gelişmelerin şartları zorlaması ve ABD-İsrail’in de gelişmelere göz yummasıyla birlikte darbe de dâhil olmak üzere her türlü senaryo mümkün hale gelebilir.
Suriyeliler dönecek mi?
Tersine göç beklemek için de henüz çok erken. İlk günlerde biraz heyecanla biraz da medyanın bir pazarlama tekniği olarak sınır kapılarında gözlenen yığılmalar ve sevinç gösterileri arasında verilen “dönüyoruz!” mesajları bol bol servis edildi. Ancak henüz kargaşa bitmiş değil, daha kaotik yeni bir süreç kapıda. Ayrıca AKP yönetimi birçoğuna vatandaşlık, oturum ve türlü haklar tanıdı ve bu insanlar da doğal olarak kendi menfaatlerine göre karar verecekler. Kalanlar daha fazla olacaktır fakat kanımca gittikleri halde dahi Türkiye’deki haklarını öldürmek istemeyeceklerdir. Ve elbette AKP’nin bu insanlara ihtiyacı olacak; Hem Türkiye’deki demografik dönüşüm hem de seçimlerde oy desteği olarak ihtiyacı olacak. Seçimlerde ve muhtemel referandumda Suriye’de de sandıkların kurulduğuna ve buralardan AKP ve MHP’ye silme oy geleceğini şahit olacağız. Elbette muhalefet de öylece bakacak…
Dipnotlar
1) Montrö Boğazlar Sözleşmesi (1936); Savaş ve Barış koşullarında savaş gemilerinin Karadeniz’e geçişini düzenleyen, doğal su yolları olan İstanbul ve Çanakkale boğazları üzerinden Türkiye’nin otoritesinin kabul edildiği sözleşme. Şubat 2022’de Ukrayna-Rusya savaşının patlaması, her iki ülkenin de Karadeniz’e kıyıdaş olması sebebiyle Montrö Boğazlar Sözleşmesi üzerinde yeni tartışmalar başlattı ancak yine karar verici tek ülke durumundaki Türkiye’nin sözleşme hükümlerini uygulayacağı ilan edildi.
2) Dört parçalı Büyük Kürdistan’da İran bölgesini ifade eder. Plana dâhil diğer bölgeler; Başûr (Irak), Bakur (Türkiye) ve Rojava (Suriye)’dır.