Niteliğinden bağımsız olarak tüm rejimlerde, bilhassa da demokratik rejimlerde siyasal sistem güvensizlik üzerine kuruludur. Çünkü Antik Yunan döneminden bu yana siyaset felsefesinde “politik bir hayvan” olarak tanımlanan insan, doğası gereği güvenilmezdir. Bir defa daha yaşandı ve görüldü ki endüstriyel gelişimde son kırk yılda uçarak ilerleyen Güney Kore gibi bir azim ve dürüstlük abidesi ülkede bile bu böyledir.
Yetki karmaşasının yaşandığı anlarda statüyü belirleyecek bir takım ek unsurların olması ve bunların içselleştirilmiş olması gerekir. Tipik parlamenter demokrasinin hakim olduğu yerlerde yürütme erkinin kendi içinden çıktığı ve yine kendisine karşı sorumlu olduğu için statü belirleyici, doğal olarak parlamentodur. Başkanlık/Cumhurbaşkanı sistemli ya da yarı başkanlık tipi modellerde de bu statü belirleyici unsur parlamentodur. Çünkü hükümetin ve bağlı kurumların esas olarak nasıl çalışacağını en başta koyduğu kanunlar yoluyla belirleyen erk, yasama erkidir. Dolayısıyla “Parlamentolar demokrasinin mabedidir” aforizması, öyle gelişi güzel sarf edilmiş değildir ve kaotik zamanlarda bu daha iyi anlaşılmaktadır.
●●●
Güney Kore’de herkes için ders sayılabilecek olaylar silsilesi, birkaç saat içinde tüm dünyanın gözleri önünde yaşandı…
Kendi koltuğunun tehlikede olduğunu gören Güney Kore cumhurbaşkanının Kuzey Kore “öcüsüyle” halkına korku salarak denediği çılgınlık, parlamenterler ve aklı selim sahibi insanların aldığı inisiyatifle ters tepti.
Ülkesinin ekonomik alanda kaydettiği ilerlemede Kaesong bölgesindeki Kuzey Korelilerin iş gücünün de etkisini bildiği halde, utanmadan ve adeta bir kasaba politikacısı edasıyla konuyu saptırarak kuzeyi tehdit gibi gösteren cumhurbaşkanı profili, bize de bir yerlerden tanıdık gelmektedir. Sığınmacılar karşılığında 3 milyar avro ve birçok imtiyaz koparmalarına rağmen yine de her fırsatta Avrupa’ya çatarak içeride oy dilenen iki yüzlü siyasetin bir benzeridir bu.
Ancak, Güney Kore’de kalkışılan eylem suç kategorisindedir ve oradaki cumhurbaşkanı, elbette bu büyük yanlışının sonuçlarına katlanmak durumundadır. Fakat yine de emin olmamak gerekir. Zira en ileri toplumlarda, demokrasinin üst sıralarında olduğu kabul edilen ülkelerde bile son yıllarda bu hususta büyük hayal kırıklıkları yaşanmıştır. Trump’un 2020’deki mağlubiyet sonrasında taraftarlarını kışkırtması ve toplantı halindeki kongreyi bastırması zihinlerde henüz çok taze. Düpedüz bir darbe girişimi sayılabilecek öylesine ciddi bir olay sonrasında herkes Amerikan sisteminin bunu bir biçimde Trump’a ödeteceğini düşündü ama hiç de öyle olmadı. “Hapse girecek” diye düşünülen adam, son seçimde hepsini ezdi geçti.
●●●
En ileri demokratik olgunluktaki ülkelerde bile olsa bir kişiye olağanüstü derece çok yetki verilmemelidir. En iyi yöneticiyi bile güç zehirler.
Ayrıca verilen yetkiler titizlikle denetlenmeli; yaptıklarının yalnızca siyasi sonuçlarına değil hukuki yaptırımlarına da maruz kalacağını peşinen kabullenmelidir. Mecbur hallerde “diktatörlük yasası” kısıtlı sürenin sürekli parlamento tarafından uzatılması şeklinde ve sonrasında yargı yolu açık olmak üzere kabul edilebilir. Fakat diktatörün o süre zarfında yasama-yürütme-yargı erklerini kendi şahsında toplayarak dönemindeki tüm sorumluluğu tek başına alabilen ehil bir kişi olması, yine de o kişiyi yargı sopasından muaf tutmaz.
Güney Kore’de parlamentonun direnip Cumhurbaşkanının teşebbüsünü bastırması bizde daha önce hiç yaşamadığımız bir durumu, Meclis ağırlığının ve Cumhurbaşkanının ayrı partilerden olması durumunu akıllara getirdi.
Sistemsel bir krizle nasıl başa çıkılacağı sorunsalı, bugün halen öylece ortada durmaktadır.
“En Demokratik Aritmetik” adlı kitabımda kısmen değindiğim bu tip bir ayrışma ve yönetişim zafiyeti, hükümeti zorlayarak önce sistem krizi tartışmalarını yoğunlaştıracak ve bir müddet sonra bu bir rejim krizi halini alarak daha büyük bir sorun teşkil edecektir. En sonunda eskisinden daha güçlü bir parlamenter sistem talebini ve hatta Cumhuriyet Senatosu’nun bile güçlü bir talep olarak yeniden gündeme geldiğini göreceğiz. Her halükarda daha güçlü bir parlamento söz konusu olacaktır.
●●●
Kuzey Kore’de hiç bulunmadım fakat bir vesileyle oraya gitmiş bir arkadaştan ilginç bilgiler edindim. Bilindiği üzere kuzeydeki ülkeye direk uçuş yok. Şayet pasaportunuzda bir ABD vizesi yoksa belirli acenteler vasıtasıyla Çin üzerinden turistik ziyaret gerçekleştirebiliyorsunuz ve anlattığına göre öyle rastgele fotoğraflar çekmediğiniz sürece de gayet eğlenceli geziler olmuyormuş oralarda. Buraya kadar yine daha somut tespitler ve anlaşılır bir durum var. Ancak kendisinin daha önemli bir gözlemi, halkın liderlerine olan bağlığı. Halkın sevinç gösterileri ve Kim Jong-İl’in (şimdiki liderin babası) ölümündeki üzüntü sağanağının abartı değil tamamen samimi bir dışavurum olduğu şeklindeydi. Fakat yine de şunun da altını çizmek gerekir ki rejimlerin düştüğü anlarda işler öyle tahmin edildiği gibi olmuyor. Stalin’e neredeyse tapınılıyordu. Ölümünden birkaç yıl sonra önce Komünist Parti kongresinde yerden yere vuruldu, sonra da putları yıkıldı. Saddam Hüseyin düştüğünde önce putu kırıldı sonra da saklandığı çukurda kıstırıldı. Ve daha niceleri… Bu liderlerin düşmanları kadar samimi destekleyen taraftarları ve belki bir o kadar da korkudan kendisini saklayanlar vardı. Ama düştüklerinde ya da öldükten bir süre sonra kimse yanlarında olmadı çünkü düşenin dostu yoktur.
Güney Kore ise Marksist kurama pek uymayan bir kapitalizm hikayesine sahip olsa da bugün ileri kapitalist toplumlardakine benzer sorunlarla baş etmeye çalışan ve diğer taraftan da kararlılıkla yükselen bir ülke. IMF’nin 2021 yılı rakamlarına göre kişi başına satın alma gücü paritesinde 28. sıradaki ülkeden bahsediyoruz. (Aynı listede Türkiye 48.sırada)
Erken dönem yüksek öğrenim yıllarımda kısa bir süre birlikte kaldığım Güney Koreli arkadaşlarım olmuştu. Kendinden emin, Batı’ya dönük ama geleneklerine bağlı, oldukça sıcak kanlı ve çalışkan öğrencilerdi. Chopstick kullanmayı da onlardan öğrendim. Bir çoğu hem okuyup hem yarı zamanlı işlerde çalışıyordu. Çin ve Japonya gibi komşularıyla olan kültürel yakınlığı da kabul ediyorlardı. Nitekim o kültürel yatkınlık ve disiplin anlayışı, Korona pandemisi döneminde rejimleri farklı olan bu ülkelerde elde edilen başarının altında yatan ortak ana etkendir.
Tamamen kapalı bir rejim olan kuzeydeki devlet için bugün itibarıyla çok büyük beklentiler söz konusu değildir. Orada hayat, tam bir bağlılık ve disiplin temelinde yürüyor. Ancak, gelenek ve moderniteyi harmanlamış, dışa dönük güneydeki toplumda ise beklenti her zaman daha yüksektir. Han Nehri Mucizesi olarak adlandırılan hızlı kalkınma, cesur ve çalışkan bir halk sayesinde olmuştur ve ne olursa olsun öncelikle bu başarı takdir edilmelidir. Böyle bir toplumu soydaşları üzerinden demode yöntemlerle sabote eden cumhurbaşkanına verilen cevap da çok yerinde ve iyi bir örnektir. Benzer bir arızanın ileride yeniden yaşanmaması için yasal bir düzenleme yapılması beklenebilir.
Ancak sürekli kanun boşluğu arayarak dolambaçlı yollara girmekte ısrarlı siyasetçilerin olduğu yerlerde bu denge denetleme işinin yoğun bir takip şeklinde sürgit devam edebilmesi de zordur. Birlikte çözüm üretmeyi öğrenene kadar bulunacak her çare palyatiftir. Yoksulluğa ve yolsuzluğa bir çözüm önerisi getiremeyen siyasal sistemlerin yaşamaya hakkı yoktur. Çünkü özünde bu sorunlar solun olduğu kadar sağın da çözüm araması gereken sorunlardır.