ABD kapitalizminin ve yerli işbirlikçilerinin 80’ öncesi ve sonrası asker eliyle kazığa bağladığı “Sol Devrimciliği”, iğdiş edilmiş bir Küheylan gibi yerinde debelenmekte… Eski özgür, şahlandığına inandığı günlerini düşleyerek içine düştüğü tuzağa “Ah!” çekmekte… Neden bağlandığını ve neyin kendisini kurtaracağını bilmez bir hantallıkla 45 yıldır sahibini beklemekte… Kullanım tarihi geçmiş teorileri sindirmeye çalışmaktan beyni yorgun; liberal dincilerin ustalıkla başardığı devrime (!) şaşkın; şimdi Anadolu bozkırında dörtnala menziline koşan muhafazakâr-devrimci / dinci-ülkücü’ tayların nal seslerini dinlemekte… “SAĞ”rılarından yayılan zehirleyici kokularla içi bulanmakta; Küheylan, yılkı atlarının bu çağdışı yolculuğunu boynundan bağlı izlemekte…
Bir kurtulabilseydi bu kazıktan!
Bir zamanlar o da yoksul ve ezilen halkının önünde bin bir umutla yeleleri uçaraktan yol almıyor muydu? Hangi ata oynayacağını kestiremeyen, eskiyi yıkmaya gözü yetmeyen, otorite karşısında eli ayağı titreyen o sınıfsız insanların tedirgin ama meraklı bakışları geçiyordu gözlerinin önünden. Onu sevmişlerdi evet ama ahırlarındaki uysal atlar gibi davranmasını daha çok istiyorlardı! Başı dik, üzerine bindirmeyen hayvanı sevmezdi Türk köylüsü; kendi boyun büküşünü atında da arardı, belki de haklıydı! Bu nedenledir ki devrimci Küheylanın korkusu boyundan büyüktü. Silah seslerinin dinginliğinde köy mezra, dağ tepe yol sürerken, korkunun ecele yararı olmadığını da düşünmüyor değildi. Öyle de oldu; ihanet, onu en güvendiği topraklarda vurdu!
***
Haliç kıyısında şahlanan Fatih’in atına öykülenirdi en çok bizim Küheylan… Ak bedeniyle surların önündeki yükselişini usuna getirir, kapitalizmin fethediliş gününü de öyle yaşamayı, şu kazıktan kurtulmaktan çok mu çok düşlerdi. Yelelerini okşayacak, sırtında yükselecek, ıslığı ile hızlanacak, sağı sollayacak binicisi bir türlü gelmiyordu! Geçmişi unutamıyordu. Yüreğini parçalayan, belki de bu kazığa bağlanmasına yol açan bir şeyi daha unutamıyordu Küheylan: Halkından gördüğü ihaneti!
Yaşadığı iki katliam onun etini-kemiğini, düşüncesini-eylemini tüketmeye yetmişti. Küheylan, ummadığı kırbacı köylüsünden yemişti!
Nurhak Dağını, Kızıldere’nin adını Küheylan bilirdi de bizler bilmezdik. O günlerde öğrendik bu kanın nereden aktığını, neden Türkiye’nin kızıla boyandığını… İki yıl üst üste (1971-72) iki ihbar, iki katliam, onlarca ölü… Kentlerin sokaklarında, iplerin ucunda yok olanları nasıl unutsun Küheylan?
Küheylan, o günden bu yana sahibini beklemekte!
Nurhak’ta, Kızıldere’de yaşanan katliamların ihbarcıları ne yazık ki bu gençlerin aileleri gibi birer köylüydü. Faşizmin gücü, yoksulluğun ezikliği, belki de askerin dipçiği korkutmuştu onları… İki coğrafyada iki katliam yetti! Nurhak’ta önce Sinan Cemgil, Kadir Manga ve Alpaslan Özdoğan indi Küheylandan… Sonra Kızıldere’nin sokaklarında mermilerin, bombaların sesi yankılandı. Köyde o gün gece olmadı; kızıllık, ay gibi orta yerde asılı kaldı. Mahir Çayan, Hüdai Arıkan, Cihan Alptekin, Nihat Yılmaz, Ertan Saruhan, Ahmet Atasoy, Sinan Kazım Özüdoğru, Sabahattin Kurt, Ömer Ayna ve Saffet Alp adlı gençler delik deşikti; vuranlar ellerinde makinalı, yüzlerinde gurur, sırıtıyorlardı. Küheylanın başına bundan daha büyük ne gelebilirdi? Doğdukları toprakların insanı, yavrularını koruyamamıştı. İhanetin büyüğü buydu; oysa iki muhtar konuşmuş, Küheylanın umurunda olmazdı. İşte Küheylan, bugün bu kazığın tutsağı ise Türk halkı sırtını gösterdiği içindir.
Tartışma götürmeyen tek gerçek, tarihi halkların yazdığıdır. Kölelik de demokrasi de faşizm de kapitalizm de sosyalizm de halkların kimyasına göre şekilleniyor. Örneğin bizde halkımızın motoru, anam-babam usulünü çalışır! Vurdurup gitmek alışkanlığı, bir bilenin usuyla davranmak geleneği, sen bilirsin ağam politikası, siyasette varsıl hısım-güçlü akraba dayanışması… İşte Türk insanının sevdiği demokrasi biçimi budur. Sol düşünceymiş, eşitlikmiş, paylaşmakmış, artı değermiş, sendikaymış, emekçi haklarıymış, kadınlar ölüyormuş, kız çocukları gelin oluyormuş; ülkede yağma, talan, yalan bacayı sarıyormuş; mülteciler vatandaş oluyormuş; hiç önemi yok!
***
Deneyimli ama suskun Küheylanın kişiliğinde kazığa bağlanmış on binlerce eski-yeni solcu, dünün eleştirisini yaparken “Türkiye nasıl kurtulur?” dizisinin senaryolarına da göz atıyorlardır mutlaka. Yan yana geldiklerinde uzun yıllar öncesine uzanıp uslarına takılan soruların yanıtını bugün arıyorlar mıdır, meraktayım!
Örneğin soruyorlar mıdır kendilerine;
Nerede tökezledi bizim Küheylan?
Çok mu demokrasi istedik, başımıza bunlar geldi.
İnananları yererken, neden Evren’e ve Erdoğan’a inanan biz solcular olduk?
Sayın Erdoğan, CHP’lilere “kantin solcuları” demiş. Atatürk devrimciliğinden uzaklaşmış bir partinin siyaseti, devrimci sol hareketle nasıl bağdaştırılır? Boşuna mı vurulduk, asıldık, öldük, işkenceden geçtik? Bir yanıtımız olmayacak mı?
Halkla barışmanın, onu yanımıza çekmenin pratikte bir yolu var mı?
Sosyalist düzenin inançlarla bir sorunu olmadığını halkımıza nasıl anlatabiliriz?
Liderlik sorunumuz var, evet! Cam gibi bin parçaya bölünmemiz düzenin işine geldi. Birleşmek için ne bekliyoruz; dibe mi vurmalıyız?
Siyasal dinciler, gerici devrimlerini emeği hiçe sayarak, inancı kullanarak gerçekleştirdi. Marks’ın devrim kuramında din afyon değil miydi?
Siyasal İslamcıların faşist baskısı arttıkça bizim şansımız artabilir! Sosyal Demokratlar sağa kaydığına göre dinciliğin alternatifi sol partiler olamaz mı?
Şu anda ülkenin Atatürkçülere, demokratlara, laiklere, cumhuriyetçilere, devrimcilere ve solculara ve hatta gerçek CHP’ye gereksinimi var. Tek kurtuluş reçetesi, bileşenleri vatansever ve solcu olan kitlesel bir cephe açmak ve siyasal mücadeleyi bu merkezden yürütmek… Düşünsel ayrılıkları dondurmak ya da hafızadan silmek!
Gelin birleşelim! Elimizi kim tutuyorsa silkeleyelim. İktidar olalım; Atatürk’ün devrimlerini bitirelim. İnançları bölen çıkarcılığı, tarikatçılığı sol devrimciliğin içine sokmayalım. Ulusal Atatürkçü sol devrimciliğin atına binip şahlanabiliriz. Dün ölenlerin hatırı için, bugün Türkiye’nin bağımsızlığı için, Küheylanın özgürlüğü için… Dini kullanan emperyalizmi yok etmek için…
***
Atatürkçüler, sosyalistler, devrimciler, demokratlar, vatanseverler, ulusalcılar, laik/cumhuriyetçiler yani bizler, yani ezilen emekçiler, yani okumuş gençler, yani Türk halkı… Şapkanızın altında yine de demokrasi var biliyorum. Emperyalist faşistlere karşı yine de demokrasi diyorsunuz, anlıyorum!
Ama nasıl bir demokrasi bekliyorsunuz, umuyorsunuz kara kışa dönmüş bu siyasal iklimden?
Ulusal mı, küresel mi?
***
Türkiye’nin düşünce pratiğinde, siyasetinde sol hiç bir dönemde sorun olmadı. Sol, çağdaş yaşamın bir gereği olarak adaletin, hukukun, eşitliğin, paylaşmanın, ortak yaşamanın, ortak kazanmanın, ortak yönetmenin, kalkınmanın, teriyle kazanmanın, emeği ile gururlanmanın, ulusal bağımsızlığın ve düşünce özgürlüğün tümünü oluşturan bir yönetimler bütünüdür. Türkiye’de hiç uygulanmamış böylesi bir sistemin sorun olarak gösterilmesi, sağın kendi geleceğinden ürettiği korkuların ve bu korkuların getirdiği kendini koruma içgüdüsünün eseridir. Şiddet, baskı, dinsel özgürlük söylemleri, hayalet düşmanlar, güçlü ordu ve savunma sanayine duyulan gereksinim, emekçiyi aç bırakmama formülleri, enflasyon, asgari ücret aldatması, saray sendikacılığı, iki partili meclis, bitmeyen terör odakları; bunların tümü, aslında Türkiye geleceğine değil kurulan düzenin ve dinci iktidarın sürdürülmesi, sahiplerinin güvenliğine yönelik yatırımlar olduğu gözlerden kaçmıyor. Halk artık kanmıyor! Sol, günümüz için salt bir düşünce olsa da ulusal sahnemizin neresinde durmaktadır? Halkın yararına olduğunu gördüğü hangi girişimi engellemiştir sol bugüne değin? Sol, meclisteki pahalı koltuklara ne zaman oturmuştur?
Dinci/devrimci harekete oy verenler, onlardan demokrasi bekleyenler eskinin kadim solcuları değil midir? Geleceği okuyamayan, tarihin gidişatını kitaplarda yazdığı gibi ezberleyen, Sovyetlerden dersini almamış “dünün baba devrimcileri” dinci düzen kurulurken neredeydi? Dönmekle zaman geçiriyorlardı! Oysa yıllar öncesinde içlerinden birçoğu canlarını vermişti bağımsız Türkiye için. Atatürk devrimciliğini sosyalist halk hareketiyle bütünleştirmiş, geçmişi tertemiz, ün ve ünvan derdi olmayan, varsılın oyununu yoksula anlatmak için yola çıkmış okumuş köylü çocuklarıydı her biri… Kemalist devrimleri yıkmaya çalışan ABD emperyalizmine canlarıyla kafa tutuyorlardı. Evet, hepimiz yaşlandık! Devrimler değil bizler yaşlandık! Ardımızdan gelmek isteyen gençlere şunu söylüyor şimdiki eski tüfekler:
“Aldatıldık…”
“Gençtik; şimdi olsa asla!”
“Kandırdılar, bizi!”
“Birer Che olma düşümüz başımızı döndürmüştü!”
“Başarabilirdik… Halk bize destek vermedi…”
“Ölümler bizi tüketti!”
Ama hiç birimiz bir Atatürk olmak istemedik değil mi, neden?
Olamazdık! O ulusalcılıktan solculuğa, halkçılıktan devletçiliğe bilimin, çağdaş uygarlığın, bağımsızlığın ve devrimciliğin kuramcısıydı.
Küheylan, gerçek sahibini bekliyor; Ulu Önderini bekliyor!
Atatürk, askerini bekliyor!
***
Devrimci, kendini eleştirir ama devrime küsmez; halkına gönül koymaz, hesap da sormaz. Devrimcilikten emekli olunmaz. Devrimcilik meslek değil, adaletli düşünmenin ta kendisidir. Düşünce üretebildiğimiz denli devrimciyizdir.
Sadakat yönüyle “muhafazakâr devrimcileri” kıskanmıyor değilim! Saltanatın kaldırılmasından bu yana sürdürdükleri kutsal davalarına ilk günkü gibi sahip çıktılar. Gerektiğinde yalan da olsa kefen giyeriz dediler. Eski tüfekleri bırakın duvara asmayı, yağlayıp temizleyip yeniden kullanmanın yolunu buldular. Görevini bitirenlerin elini öpüp danışman yaptılar. Dinciliğin yüzlerce yıllık yol/inanç geleneğini siyasal sistemlerin her köşesine vidalayıp dişlileri uyumlu çalıştırmayı becerdiler! Belli ki 100 yıldır karşıdevrim için ter dökmüşler! Günü geldi Atatürkçü oldular, Nazım’dan şiirler okudular, camileri kışla, minareleri süngü yaptılar, hoca efendi ile halvet oldular, Menderes’i övdüler, Özal’a tek söz söyletmediler, varoluşlarını borçlu oldukları faşist Evren’i bile sözde yargıladılar! Yetmedi, hilafeti kaldıran Cumhuriyet liderlerine ayyaş dediler. CHP’yi bombalamaktan bıkmalar; amaç, Atatürkçü devrimciliği gözden düşürmek, umudun kanatlarını kırmaktı! İnce eleyip sık dokudular, tek bir ayrıntıyı gözden kaçırmadan çalıştılar. Her işi adamına verdiler, başarısız olanı teşekkürle yolladılar. Lider korkusunun ve politik disiplinin, davaya bağlılığın siyasette ne denli gerekli olduğunu muhalefete vura vura öğrettiler. Ve özellikle yalanın, popülizmin, algı operasyonlarının, dini dozunda enjekte etmenin, siyasette anlık yön değiştirmenin önemini ve ne kazandırdığını Türk demokrasi(!) tarihine yazdılar. Davalarının ne denli yıkıcı olduğunu bilmemiz yetmez; bu iktidarın geniş kapsamlı, çok ayaklı, üst akıllı bir gücün ürünü olduğu belleğimizde! 22 yıldır süren Atatürk düşmanlığı ve karşıdevrimci hareket şunu da öğretmelidir Türk soluna: Yıkılmayacak devrim yoktur, yeter ki aşınsın, yalnızlaşsın! Bu tarihi gerçeği kendileri de çok iyi biliyor! Bu nedenle, küresel sermayenin eliyle İslamiyet’e bir devlet daha kazandırmanın telaşı büyük… Atatürkçüler ve devrimciler ayağa kalkmadan bu operasyonu bitirmek istiyorlar!
Vatansever halkımız sesini çıkarmadan izliyor.
Küheylan gibi huysuzlanmıyor, uyutulmuş gibi bekliyor!
Ayaktalar, güçlüler, muktedirler; ‘TEK’ler, ‘ÇOK’lar, ‘SABIRLI’lar…
Lakin yüreklerindeki korku ve telaş, dincilerin canlarını sıkıyor.
Küheylan da yaşamıştı bu korkuyu!
***
Yazımın başlığına “Zeytinlik Devrimcileri” kitabımdaki bir öykümün adını koydum. Emeğinin teri bedenini soğuturken kimin ne kazanacağı, kimin ne denli sömürüleceği, zeytin toplayan gündelikçi dağlıların usuna düşmezdi. Onlar her türlü baskıdan habersiz, zeytinin ederine yabancı, buldukları işe şükreden ortaçağ köleleriydi! Oysa aralarında artı değer kavramından az çok anlayan birileri vardı! Varsıla zeytinin para, paranın mutluluk getirdiğini o adam biliyordu! Bu emekçi, Zeytinlik Devrimcisiydi… Muktedirin bugün sözünü bile etmediği küçük gördüğü binlerce köy devrimcilerinden biriydi. Ve o dönemde dincilerden hiçbiri kantinlerin sol rüzgârında soluk alacak yüreklilikte değildi; acaba neden?
“Devrimin ipi, Haliç’in kiri…”
O’nun Sesi:
Emek sermaye savaşında silah paradır Manoli… Kimlerin bu toz duman içinde hangi siperi seçeceğine, o silahın gücü belirler… Biz devrimciler, girdiğimiz siperde yanımıza koşanın alnını okumayız; gözündeki kızıllıkta, dilindeki sözde, yüreğindeki korkusuzlukta ararız yoldaşlığı… Yanılmaz mıyız? Elbette, gün olur… Eskiyi devirmenin de bir zorluğudur bu… Parayı, gücü, mülkiyeti bir çırpıda sahiplerinden ayırmak, yüzyıllardır süregelen bir alışkanlığı öldürüp tarihe gömmek, korkusuz ve özverili yoldaşlar gerektirmez mi?
Usundan geçenlere dönüp bakmadı. Yakınlaşmadı binaya, hemen işine gitmeliydi. Önünden geçmemek için hızlı adımlarla deniz yoluna saptı. Askerle halkın bağrışıp itişmeleri buradan da duyuluyordu. (…) Mütareke binasının önünde durdu. Dalgalı mavi suların üzerine yaslanan bu beyaz ahşap bina, tüm bu hır gürün orta yerinde sakin ve dik kalmayı becerebilmiş Kuvayı milliye komutanı gibi heybetli, gözleri çakmak, eli mavzerinde önündeki alanda biriken kalabalığa bakıyordu. Melih, bakkal Yitik’in işliğinin önüne dek yürüdü. Denize açılan sokaktan esen güçlü karayel, bedenini şöyle bir sarstı. Yün beresiyle kulaklarını kapattı. İşlikten yana baktı; ışıkları yanıyordu. Birkaç alacaklı içeride konuşuyordu. İşliğin büyük camına yapıştırılan bir gazete sayfası dikkatini çekti. Yaklaştı, okudu büyük başlığı… İşte patırtılı gürültülü korkuyla geçen dakikaların anlam ve önemi orada, o camdaki gazetenin manşetinde özetleniyordu:
“Yakalandığı An Oradaydık!”
Kim yakalanmıştı? Kim kimin yanındaydı? Okuyabilmek için cama sokuldu. Yağmur camı yıkıyor, gazetenin kara yazıları net okunamıyordu. Haberin büyük fotoğrafına baktı, gözleri büyüdü. O da ne?
Islak camın ardında, elleri arkadan kelepçeli genç, en güvendiği devrimciydi, oydu; ta kendisiydi!
En yoldaş bildiği, en vatansever devrimci saydığı, en Atatürkçü gördüğü, yüzü kara kuru bir adamdı… On binlerce devrimci genç, bu uzun adamın parkasına, duruşundaki korkusuzluğa, konuşmalarındaki sağlamlığa, düşüncelerindeki pratiğe hayrandı.
İşlik camına yapıştırılmış gazete sayfasındaki bu genç, duruşuyla hem darbecilere ve emperyalizm uşaklarına pişmanlık duymamanın devrimsel erdemini, hem de emekle sermaye savaşının gelecekteki galibini anımsatıyordu.
Başlığın altına yatırılmış büyük fotoğrafta Deniz Gezmiş, polislerin arasında başı dik ama bitkin bedeniyle ayaktaydı. İtip kakıyorlardı… Ağzı kurudu, soluğu kesildi, dondu kaldı…
“Sonun başlangıcı bu demek!” dedi.
“Kara günlerin doğum günü bugünmüş…”dedi.
“Umutlar, kavgalar, ölümüne kalımına yapılan kanlı direnişler, küçük bir işlik camına sığacak denli çapsız mıydı oğlum?” dedi.
O kara gün, demek bugündü: 18 Mart 1971…
Camdaki gazeteye, Deniz’in yağız ama yorgun yüzüne ayrılmadan bir kez daha baktı. Önemine inandığı bir tahlilin acı hükmünü yeniden gözden geçirdi:
“Devrimleri halka bağlayan ipler hep ince olur. O ipin bir ucunda devrimcinin hem dirisi hem ölüsü asıl durur; ip kopmaya görsün, devrim de ölür, devrimci de…”
(…)
Yılgın adımlarla dernekten içeri girdi. Birkaçı dışında masalar boştu… Beklediği arkadaşları gelmemişti. Köşede oyun oynayan emekli memurlara ilişti gözü.
“Bunlar kimdi?” Sordu kendine…
“Komşu ülkenin karnı tok memurları mı? Oyunları bittiğinde masadan kalkıp otobüslere binecekler, belki de kendi ülkelerine dönecekler, öyle mi? Ahireti düşündükleri gibi ülkenin geleceğini düşünse şu insanlar, belki de gençliğin payına ölüm düşmezdi…”
Yaşlar gözlerinden aka dursun, dudaklarından şu sözler döküldü:
“Sana sözümüz söz Türkiye’m! Bizlerden çocuklarımıza kalacak miras, geçmişten bizlere düşen mirastan kötü olmayacak… Canım pahasına bile olsa söz!”
O’nun Sesi:
Kolundan tutup oturttum, kızmıştım… Kulağının dibine sokulup ‘Az hele, beni dinle!’ dedim. Sağına soluna bakındı bulamadı beni. Ama döndü benden yana… Arandı, göremedi. Kavradı, tutamadı. ‘Türkiye gibi ülkelerde devrimci olmak işte böyle bir boktan şey!’ dedim. İrkildi… ‘Toplumdaki depremler topraktakine benzemez yoldaşım; salladığı yeri yıkar dağıtır da yanı başındaki insan, başını döndürüp bakmaz! Enkazda kalan hep okumuş gençler olur. Bir ülkenin enkazından sağ adam çıkarmaktır devrimcilik benim bildiğim, Melih! O nedenledir ki ipin sağlam, yoldaşın güvenlikli olmalı… Bak okudun demincek, Yusuf için ne demiş Deniz? Aynen öyle işte… İsteseler çarpışırlardı, öldürürlerdi ve de oracıkta ölürlerdi! Yapamadılar, çünkü gerçekten insandılar, sapına dek devrimci olanın işi adam öldürmek değildir. Devrim gerçekleştiğinde zaferi göremeyecek olanların gözbebekleri onların yüreklerinde mühür olur Melih’im… Rahat uyutmaz devrimciyi!”
(Zeytinlik Devrimcileri kitabımdan… 2018)
Kadim emek ile devrimciliğin aynı cümlede nasıl da yakıştığını gösteren, adeta insanlık onuru, dostluk, emeğe saygı, faşizme karşı devrim bilincini pekiştirmeye bir çağrıydı bu kitabı yazmamdaki amaç… Baştan sona emeğin ve onu su gibi içmeye çalışan yerel ağalarla, büyük babalarla gerçek kavgasını irdelemeye çalıştım. Solun durumunu düşündükçe Küheylanın huysuzluğuna, mutsuzluğuna hak vermeden edemiyorum. Bu ülke insanını büyük acılardan büyük dersler edindiğini bildiğimden, sessizliğinin çığlığını duymuyor değilim.