Kolombiya’da Cumhurbaşkanlığı seçimini eski gerilla hareketi M19’ın militanı olmuş ve bu yüzden 2 sene cezaevinde kalmış solcu aday Gustavo Petro kazandı. Petro seçimlerde oyların %50,5’ini alarak sağcı rakibi Rodolfo Hernandez’i yenmeyi başardı. Bu Kolombiya tarihi açısından önemli bir dönemeç çünkü ilk defa solcu bir Cumhurbaşkanı adayı seçimi kazanmış oluyor.
Petro, Latin Amerika’nın en güçlü gerilla örgütlerinden olan M19’un hükümetle anlaşma yaparak silahları bırakmasının hemen ardından 1991’de seçilerek senatör olmuş, 2012-2015 seneleri arasında da başkent Bogota Belediye Başkanlığını yapmış bir isim. Geçmişte iki kez Cumhurbaşkanı adayı olmuş ancak sağcı rakipleri karşısında başarılı olamamıştı.
Ancak hem Kolombiya’nın kendi içerisinde yaşadığı büyük toplumsal çalkantılar hem de Latin Amerika’da son dönemde yükselen büyük “solcu” akım Petro’nun bu sefer başarılı olmasının önünü açtı.
Geçtiğimiz aylarda kıtanın önemli isimlerinden Şili’de solcu aday Boric seçimleri kazanmış, Peru’da da solcu öğretmen Castillo ipi göğüslemişti. Kıta açısından asıl belirleyici seçim önümüzdeki aylarda Brezilya’da yapılacak ve hapisten çıkan solcu lider Lula’nın kazanmasına kesin gözüyle bakılıyor. Dünyayı Latin Amerika kıtasının çok büyük ölçüde sol güçler tarafından yönetileceği bir dönem bekliyor.
Ancak Petro’nun ve öncesinde Boriç’in de izleyeceği “solcu” politikalar, geçmişteki bilinen solcu siyasetin daha dışında. Burada iktidarlar açısından temel soru ABD ile ve ABD’nın uzantısı komprador sermaye ile kurulacak ilişkiler.
Gustavo Petro da tıpkı Boriç gibi ABD ile birlikte çalışacağını dile getirmişti. Petro geçmişte Marksist bir militan olmasına rağmen zenginlerden daha çok vergi alınacağına dair çok da korkutucu olmayan klasik “sosyal demokrat” söylemler üzerinden gitmeyi tercih etti. Sonuç olarak ülkedeki hakim güçleri karşısına almamayı tercih etti.
Latin Amerika’nın en büyük sorunu bağımlı ekonomilerin yarattığı büyük yoksulluk ve eşitsizlik. Gelir dağılımı açısından birçok Latin Amerika ülkesi dünya sıralamasında en alt sıralarda. Sağcı siyasetler özellikle kilise üzerinden toplumsal bir güç yaratmaya çalışırken; ordu güvenliği sağlıyor, büyük sermaye de siyasi düzeni tesis ediyor.
Latin Amerika’da ortaya çıkan yeni “sol” anlayış bu gerçekleri tespit etmekle birlikte bunları bir çatışma alanı haline getirmekten kaçınıyor. Bunu sadece “revizyonizmle” açıklamak ve “devrimden korkan” bir tavır olarak nitelemek de doğru değil. Genel olarak dünya üzerinde siyasi hareketlerde bir dönüşüm var ve bu dönüşümün en belirgin görüldüğü yer de Latin Amerika.
Venezuela’da Maduro ve Bolivya’da Morales iktidarlarında yaşananlar herkes açısından korkutucu. Ülkeyi ABD’nin doğrudan müdahale edebileceği bir çatışma ortamına sokmak egemen güçlerden “hesap sormakla” sonuçlanmadığı gibi, bu tarz kutuplaşmalar toplumsal bölünmeleri daha da arttırıyor. Bu bölünmenin yoksullar ve zenginler arasında oluşan bir sınıfsal görünümü olması da her zaman geçerli değil. “Devrim” kaos doğurabiliyor ancak bu kaos çok da devrimci bir dönüşüm yaratmıyor.
Latin Amerika solcuları bu pratikleri fazlasıyla yaşadı. Nasıl ki 60’lı yıllarda Latin Amerika’da etkili olmuş “kır gerillası” pratiği, bizim gibi ülkelerde bambaşka sonuçlara yol açtıysa; yine bizim gibi ülkelerdeki “kutuplaşma” ve “hesaplaşma” siyaseti de Latin Amerika’da devrimci bir düzenin kurulmasına değil bir kaos ortamının oluşmasına sebep oluyor.
Bizim “solcularımızın” Boriç’e de, Lula’ya da Petro’ya da “çekimser” bakmalarının ve hatta küçümsemelerinin altında karşılanmayan bir radikalizm beklentisi var. Ancak geçmişte silahlı mücadeleye girecek kadar radikal olmuş Mujica, Petro gibi liderlerin şimdi başka bir zemine geçmeleri onların “yaş alması” ya da “pasifizmiyle” değil, devrimci siyasetin biçiminin değişmesiyle ilgili de olabilir. İçeriğinden bağımsız olarak böylesi bir “sol” dalganın dünyaya yayılması ve yeni bir heyecanın oluşması da insanlığın idealleri açısından gayet güzel bir şey.