“gece leylak
ve tomurcuk kokuyor
yaralı bir şahin olmuş yüreğim
uy anam anam
haziranda ölmek zor”
demişti, şair…
Nedenini de yine kendisi söylemişti.
Kiraz ayıydı Haziran; menekşe ayıydı. Coşkuydu, gülmekti, sevmekti, bahardı.
Haziran’ın berisi kardı, karakıştı, borandı, fırtınaydı… Bunların üstüne yoksulluk da geldi mi, işte o zaman çileydi Haziran’ın berisi. Sonrasında gelen ay, mutluluk getirmeliydi insana. Bu, umut edilendi. Belki de olması gerekendi. Haziran’dan beklenendi.
“Haziranda ölmek zor” demişti, şair…
Bunca acının ardından gelen bu güzel ayda kimse ölümü yaşamamalı, kiraz acılaşmamalı, menekşe solmamalıydı. Menekşe kokmazdı ama yürek duyardı onun kokusunu Haziran’da…
“Haziranda ölmek zor” demişti şair ama neden demişti?
63’ün 3 Haziran’ını hatırlıyordu.
Gazetedeydi, çalışıyordu. Radyo da açıktı bir taraftan; kulağını okşuyordu tatlı tatlı… Belki de sevdiği bir türkü çalıyordu o sıra.
Tatlı tatlı… Derken, bir ses… Bir haber… Haberden öte, kulağından kalbine giren bir kurşundu sanki. Öylesine ağır ve öylesine can alıcı, öylesine yakıcı… Ve ölesiye bir acı…
Sonra çıldırasıya sarıldı, saldırdı dizelerine…
“ne söyler bu radyolar
gazeteler ne yazar
kim ölmüş uzaklarda
göçen kim dünyamızdan?”
Türk dilinin öksüz kaldığını acı acı haykırıyordu radyo ama yurttan bazıları için bir önemi yoktu ki bunun. Evet, Türk dili öksüz kalmıştı, hem de Türk dilinin konuşulmadığı uzaklarda bir yerde… Türk diliyle birlikte onu okuyanlar, ondan öğrenenler de öksüzdü. Sesi duyulmuş muydu o uzaklardan bilemem: “Memet, memet!”
Nâzım Hikmet…
Büyük Türk şairi…
Kendi ülkesinde yasaklı, kendi ülkesinde hain, kendi ülkesinde hapis, kendi ülkesinde sürgün.
Kendi ülkesine uzak, kendi ülkesine hasret…
Vatan özlemini dizeleriyle gideren memleket kokulu şair.
“ben bir insan,
ben bir Türk şairi Nazım Hikmet
ben tepeden tırnağa insan
tepeden tırnağa kavga, hasret ve ümitten ibaret”
Oysa Haziran, kiraz ve menekşe ayıydı. Öyle demişti şair. Ama kiraz acılaşıyor, menekşe soluyordu.
Kiraza acı tohumu eken, menekşeye güneşi yasak eden ilk olay buydu belki: Nâzım Hikmet; ustaların ustası yoktu artık… Yüreğimizin sesi kesilmişti.
“Haziranda ölmek zor” demişti, şair.
“Orhan Kemal’in güzel anısına” diye de hediye etmişti.
2 Haziran 1970.
“-Hiç bitmeyecek mi senin bu okuman?
-Bitmeyecek, dedi.
-Hiç mi?
-Hiç.
-Niyetin kâtip olmak mı yani?
-Hayır.
-Ya?
-İnsan olmak.”
Kalemi Toros kokandı. Çukurova’nın öz evladıydı. İnsan olmak için okudu, yazdı; insan kalınması içinse okutmuştu.
“İstediğin kadar büyük ol, geldiğin yer toprak, gideceğin yer gene toprak”
Topraktan geldi, toprağa gitti. O arada toprağı yazdı, toprağı sevdi.
Yaşıyor mudur ki anılarıyla Bereketli Topraklar Üzerinde?
Yaşıyordur!
Yaşamalı, yaşatmalıyız Orhan Kemal’i!
Haziran’ın berisi karakıştı, yoksulluktu. Karakışın vurduğu herkes, kiraz ayını görmeyi hak etmişti ama hayat adil değildi işte.
“Haziranda ölmek zor” diyen şair, kiraz ayını göremeden, 1984’ün karakışının ortasında gitti.
O, 1984’te gitti ama kiraz hâlâ acılaşmaya, menekşe ise solmaya devam ediyordu.
2 Haziran 1991.
Nâzım’dan 28 yıl, Orhan Kemal’den 21 yıl sonra, bu sefer de dağ kokan şair gitti.
Ahmed Arif…
Ahmed Abi’si memleketin…
“he desem, koparacak dizginlerini
yediveren gül kardeşi bir arzu
oy sevmişem ben seni”
Aralık için “netameli aydır” demişti dağ kokan şair. Oysa en netameli ay; savaşların, açlığın, soygunların, vurgunların olduğu bir dünyada, şairlerin öldüğü aydı. Zulüm varsa dünyada, şairin söyleyecek sözü vardı. Görev bitmemişti, ölmek olmazdı.
***
Zor da olsa Haziranlar, sancılı da olsa içimiz Haziranlarda; güzel insanların güzel anıları için yüreğimizdeki o çalıkuşu hep ötsün, hep duyalım onun sesini…