Türkiye siyasetinde belki de en ilginç arka plana sahip siyasal oluşumlardan birisi olan Milliyetçi Hareket Partisi‘nin enteresan olduğu kadar aslında bir hayli rahatsız edici hikayesi üzerinden genel gidişata dair değerlendirme yapmanın faydalı olacağını düşünüyorum.
Ekonomi ve dış politikada ne söylediği pek anlaşılmayan fakat paranoya düzeyindeki güvenlikçi politikaları yıllar yılı tek ayırt edici özelliği olmuş bu hareketin gizemini ilginç zamanlarda yaptığı çıkışlarda ve tavır alması beklenen en kritik zamanlardaki manidar sessizliğinde aramak gerekiyor.
Saplantılı bir aşkla her şartta destek veren sadık kitlesinin de kendilerini inandırdıkları hikayeye göre bu hareket, esasen rejimin de ötesinde devletin sigortasıdır. Atıfta bulundukları devlet ise tarihi kökleriyle tüm Türk devletlerini içeren kadim devlet. Kendi dünyalarında samimiyetle bu inancı taşıyorlar. Meclis içinde de olsalar, dışarıda da olsalar hareketin partisi işte bu seçmenlerinin sarsılmaz desteği ve başka türlü bağlantılar yardımıyla adeta katalizör gibi tüm krizlerden neredeyse hiç hasar almadan çıkabiliyor. Elbette bunu seçimlerde alınan oy yüzdelerine bakarak değil çok eski dönemlerden bugüne kadar süren hikayesine bir bütün olarak bakarak söylüyoruz.
En Demokratik Aritmetik adlı çalışmamda seçim sistemlerini karşılaştırken bu tür küçük partilerin bir şekilde yönetim fonksiyonunun parçası olmalarının, dahası belirleyici rolde olmalarının yolunu da göstermiştim. Aslında teorik olarak partiler, birinciliğe oynamadan hatta çok büyük seçim başarıları elde etmeden de yönetimde söz sahibi olabilir. Ve bu sosyolojik olarak da rahat açıklanabilir bir durumdur. Çünkü parti, ne olursa olsun hitap ettiği toplum kesimlerinin sesidir ve parlamentoda etkin denetim biçimlerini kullanarak ve mümkünse koalisyonlara girerek hükümete yön verebilir. Kaldı ki bilhassa tipik parlamenter rejimlerde yasama organının sadece yasa yapma görevi yoktur, yürütmeyi doğrudan kendi içinden çıkartır ve onu denetler. Dolayısıyla ülkeyi yöneten aslî unsur parlamentodur.
Mesele, partinin parlamentoda ne kadar etkili olabileceği ve meclis aritmetiğiyle ilgilidir. En bilinen örneği, Almanya’daki liberal FDP’dir. FDP, Almanya’da uzun yıllar koalisyonların küçük ortağı olarak hep hükümette bulunmuş ve aslına bakıldığında kesintisiz hükümet olmuş bir partidir. Parti, birinci veya ikinci parti olamıyordu ancak meclis aritmetiği gereği kurulması gereken hükümetlerde denkleme girip sürekli iktidarını devam ettirebiliyordu. Çok partili parlamenter sistemin iyi işlediği yerlerde bu gayet mümkündür.
Ancak, bizdeki gibi parlamenter sistemin ortadan kalktığı hatta kalkmadan önce bile son derece sağlıksız işlediği yerlerde bunun mantıklı bir açıklaması yok. Ayrıca en nihayetinde bir siyasi partinin amacı seçim kazanmak yani birinci parti olabilmektir ama MHP’de bu neredeyse hiç dillendirilmez zaten böyle bir iddiaları da yoktur. 1999’daki seçim başarılarında bile en başta kendileri neye uğradıklarına şaşırmıştı.
Ancak, Türkiye’de özellikle ekim ayından beri çok daha başka şeyler yaşandı. MHP, adeta kimliğinin asli parçası olan anti-PKK duruşunu terk ederek kendini inkar yoluna girmiş ve yarım asrı aşan geçmişini bir çırpıda yakmıştır. Son on yılda yaptıkları tüm yanlışların ve ilkesizliğin finalini ekim ayı itibarıyla yapmış oldular. Böylece bir ideoloji partisi, kendi ideolojilerinin yenilgiye uğradığını tarih önünde kabul etmiş bulunmaktadır.
Ancak kabul edelim ki bu kayıp, milliyetçiliğin kaybı olmaktan çok MHP tarzı oportünistliğin duvara toslamasıdır. Pek tabii bunlar sorulduğunda kendilerine göre mantıklı açıklamaları var. Neticede devletin ve rejimin sigortası olarak görüyorlar kendilerini. 15 Temmuz‘da ve onun da öncesinde Haziran 2015 seçimleri ertesi oynadıkları rollerde nasıl bir mantık bulabiliyorlarsa aynı şekilde bu “açılım”ı da devleti koruma içgüdüsüyle değişen jeopolitiğe uygun olarak, yaklaşan büyük savaş öncesi Türkiye’yi koruyabilmek adına yaptıklarına kendilerini inandırıyorlar.
Elbette davayı kaybettiklerini itiraf edecek halleri yok. “Mış” gibi yapmaya devam edeceklerdir. Bu açıdan biraz da Papalık devleti (Vatikan) gibidirler. MHP burada özel bir ruhani bilgelik ve toparlayıcılık atfeder kendine hatta diğer partilerdeki ülkücü kökenli siyasetçileri de artı hanesine yazar. Çünkü bu hareket efsanedir, göründüğünden daha güçlü ve etkilidir… Pek nadiren parti içi demokrasi talebi veya seçim olur. Ama Vatikan’daki gibi beyaz duman çıkması beklenmez, sandalyeler havalarda uçuşur!
Şimdi yakın bir gelecekte tekrar normal ve yepyeni bir düzene geçildiğinde MHP, çeşitli argümanlarla demin anlattığım gibi kendisini savunacak ve ne yaptılarsa bu devleti korumak için yaptıklarını, o çok meşhur “Biz içerideyiz fikirlerimiz iktidarda” retoriğine sarılarak anlatmaya çalışacak. İşte o gün geldiğinde uyanık olmak gerekiyor ve böyle bir savunmanın hiçbir şekilde kabul olunmayacağı, devletin gerçekten çok büyük bir tehlikenin eşiğinden döndüğü, dolayısıyla bunun da bir karşılığının olacağı, soğuk duvarlar arasında yüzlerine okunmalıdır.
MHP’nin daha önce yaptığı gibi, bu hükümete de bir tekme atıp ülkeyi seçime götürmesini bekleyenler var ama yersiz bir beklenti. Zaten böyle bir şeyin yakın zamanda olmayacağı yapılan açıklamalarla anlaşıldı. Ancak her şeye rağmen böyle bir şey beklemek, yeniden bir sistem oluştuğu zaman MHP vesayetinin de yine eskiden olduğu gibi sistemin içine yerleşmesine ön ayak olacaktır. Oysa yeni bir düzene geçilecekse ve Türkiye gerçekten demokratik bir üst toplum seviyesine geçecekse büyük bir resetleme şarttır ve bu resetlemeyle MHP’nin de ortadan kaldırılması gerekir.
MHP maskesiyle işlenen diğer suçları kime yazalım?
Bu aralar MHP’nin gölgesine saklanan, elinde silah tutan çetelere karşı rejimin tavizleri ve yapılacak açılımlar durumu kurtarmaya yetmez. Bunlar rejimin ömrünü belki bir süre daha uzatır ama açılımın bu türlüsü aslında zayıfların işidir. Böyle devam edildiği müddetçe daha kötü günlerin kapıda olduğuna emin olun. Rejim bir şekilde para buldukça, daha önce topladığı paralarla beraber durumu kurtarabilmek için adam satın alarak, trol saldırılarıyla, tehditle ve mahkemeleri kendine alet ederek direnmeye devam edecektir. Bu gayet anlaşılır bir durum. Sürekli bir Kanal İstanbul ısrarı, İstanbul’un Araplara pazarlanması, aslında zaten bilinen ve görünen bu çaresizliklerin ve elbette hıyanetin en somut delilleridir. Kayıtsız kalan herkes sorumludur.
Ön teker nereye arka teker oraya mı?
Birkaç gün önce Serdar Denktaş‘ın konuşmasına denk geldim. Niyetlerini sorgulamak haddim değil ancak anlattıkları pek aklıma yatmadı. Daha çok bir çaresizlikten söylenmiş sözler gibi geldi sanki. “Zaten olan olmuş daha fazla boşuna aynı yolu zorlamayalım. Türkiye de bir elçilik açsın ve bu yeni bir başlangıç olsun, KKTC davamızı (iki devletli tezi) sürdürelim. Ben bu yaşa geldim hala aynı. Çocuğum, torunum da mı aynı şeylerle uğraşsın?…” mealinde mantığa büründürmeye çalıştığı bir savunma. Aslında orada başka türlü bir şikayet var… Türkiye’nin yaptığı büyük yanlışları ve karanlık işleri belki kastediyor ama bunu açıktan söylemiyor, hadi orasını da biz söyleyelim. Ancak şunu da belirtelim… Evet, belki torunlarınızın torunları da bunu görecek çünkü devlet projesi böyle bir şey maalesef.
Bakınız, sıkıntılı günlerden geçen Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nde edilen taviz niteliğindeki şu sözler ve Türkiye’de yapılmaya çalışılan “açılım” her alanda zeminin altımızdan kaydığını gösteriyor. Rejim açısından konuşmuyorum, bir ulus adına ciddi bir alarm durumudur bu! Böyle devam edilmesi durumumda sonuç şu olacak: Kıbrıs’ta 1974 öncesi statüye dönüş ve Türkiye’de de otonom bir “Bakûr Kürdistan.”
CHP mutlak iktidarı istiyorsa taviz vermemeli
Halkın biriktirdiği öfkeyle bir şeyler oluyorsa oluyor. Rejimin anlaşma tekliflerine karşı CHP’nin iki noktaya dikkat etmesi gerekiyor. Birincisi, toplumsal muhalefetin heyecanını sönümlendirecek şaibeli anlaşmalardan uzak duracak. İkincisi ise sistem üzerinde bir tadilata (yarı başkanlık ya da parlamenter sistem) ve bu bağlamda anayasa değiştirme girişimlerine yeşil ışık yakmayacak. Zira o fırsat, rejim adına kaçtı. CHP yüzde 40’ları zorluyor ve bu mevcut hükümet sistemi ile seçimlerin yapılması sağlanmalı.
1 Mayıs’ta Taksim’de
Sendikaların bu 1 Mayıs için Taksim yerine Kadıköy’de karar kılmalarını yadırgadım. CHP, geçen seneki gibi yapmayacaksa ve Anıtkabir’e yürüdüğü gibi “Barikatları yıka yıka Taksim’e de yürürüm” diyorsa sendikaları da ikna etsin, en azında sembolik sayıda bir grupla meydanı doldursunlar. Bir defa daha hatırlatalım: İşçi sınıfı ve sol partiler, özellikle de 1 Mayıs’lar için Taksim konusunda duyarlı ve ısrarcı olmalıdır.
Bu vesileyle şimdiden 1 Mayıs Emek ve Dayanışma Gününüzü kutluyorum.
Yolunuz aydınlık olsun…