Netflix’in fantastik-tarih türü yeni dizisi Pera Palas’ta Gece Yarısı’nı zaten radarıma almıştım.
Meşhur Atatürk’e sarılma sahnesinden ötürü elbette. Yayınlanan fragmanda Hazal Kaya’nın canlandırdığı genç bir kızın geçmişe yolculuk yaptığını, işgal İstanbul’unda Atatürk’ü bulduğunu ve ona büyük bir hasretle sarıldığını gören herkes gibi ben de duygulandım ve “Tamam,” dedim. “Bu dizi izlenir.”
Gazeteci kılıklı adı gereksizin biri ise, bu dizi üzerinden oyuncu Hazal Kaya’ya nefret kusmuş. İtiraf edemeyecek kadar yüreksizdir ama nefret sebebinin tam da bu herkesin kalbini eriten Atatürk’e sarılma sahnesi olduğunu dünya âlem biliyor.
Okan İşbecer dünkü yazısında gerekli cevabı verince geç kaldığımı hissedip diziye başladım ve ilk iki bölümünü izledim.(https://tinyurl.com/2z97v3y8) Fark ettim ki, adı gereksizlerin bir de çapsızlıktan göremediği var…
Evet, ilk sezon sekiz bölüm ve evet, ikinci sezonun da geleceği söyleniyor. Fakat sadece iki bölümden dizinin arkasındaki ekibin seyirciye neyi anlatmaya çalıştığını anlıyorsunuz.
Başroldeki Hazal Kaya’nın başarıyla hayat verdiği Esra, günümüz İstanbul’unda yaşayan genç ve toy bir gazeteci. Olaylar gazete (veya dergi) editörünün Esra’ya Pera Palas’ı tanıtan bir yazı yazma görevi vermesiyle başlıyor.
Ama bundan önce dizinin daha ilk sahnesinde Esra’nın yalnız yaşadığı evinde önemli bir ayrıntı var. Üzerinde 1995 yazan bir Çocuk Esirgeme Kurumu (tabi eski SHÇEK logosuyla) klasörü. Klasör Esra’nın gözüne ilişiyor ama Esra bir çekmeceye atıp evden çıkıyor.
Esra’mız, aslında büyüyüp kurum dışına çıktığında kendisine teslim edilen, geçmişine dair bilgiler içeren klasörü hiç açmamış, ruhundaki boşlukla baş başa yaşayan bir öksüz.
Esra her getirdiği yazıda konu dışına saptığı için, her şeyi “gereksiz yere” didik didik ettiği, “istenileni” vermek yerine üstüne vazife olmayan ayrıntılara girdiği için editörü tarafından eleştirilmiş. Ama kendi ayrıntılarına, benliğine, geçmişine bakmaya bir türlü cesaret edememiş.
Esra’nın fantastik bir zaman yolculuğu kurgusuyla 1919’a gidişiyle biz de başlı başına bir büyü olan sinematik sanatla tarihimize dönüp bakıyoruz.
Aslında izleyici, biz, Türk Milleti de 1938’den beri atasını, Atatürk’ünü, en kıymetlisini kaybederek bir bakıma öksüz ve yetim kalmış değil miyiz? Her 10 Kasım’da bizi ağlatan tam da bu sahipsizlik hissi, bu yeri doldurulamayan boşluk değil mi?
Esra gibi bizler de genç, hırslı, meraklı ama elinin alındaki klasöre, tarihine, kimliğine, aslî cevherinin inceliklerine eğilmekten çekinen, ruhundaki boşluğu hayatının birçok anında “mış” gibi yaparak geçirmiş bir ulus değil miyiz?
Esra’yı yetiştiren Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu (SHÇEK) aslında cumhuriyetimizin nüvesi, özü olmuş stratejik bir kurum. 1921’de Ankara’da Himâye-i Etfal Cemiyeti adıyla temeli atılmış, kısa sürede Mustafa Kemal Paşa’dan destek görmüştü. Savaşın en büyük kurbanı çocuklar daha o zaman sahiplenilmeye başlanmış, cumhuriyetin “kimsesizlerin kimsesi” olacağı o zamandan belli olmuştu.
Cumhuriyet kadını Esra, 1919’un Pera’sına garip bakışlar altında otomobille dalıyor. Hatta kadınların konuşması bile pek hoş karşılanmayan bir çağda bazen ağzını bozup “kadın başına” erkeklerle aşık atıyor. “Boyundan büyük” işlere karışıp Mustafa Kemal’e yapılacak bir suikasta engel olmaya çalışıyor. Bunlar, sosyal hayatımızda bir asırdan sonra meydana gelen değişiklikleri sarsıcı kontrastlar halinde sunan –kimileri eleştirse de– gayet yerinde enstantaneler.
İşte diziyi izlemeye bu izlenim ve duygularla devam edeceğiz. Cumhuriyetin yetiştirdiği yalnız ve güzel Esra’mızın fantastik serüveninde yalnız ve güzel ülkemizi görmeye devam edeceğiz.
Esra, yetiştirme yurdunda verilen ama bir türlü açamadığı o klasörün sırlarını 1919’da yaşayarak keşfederken biz de belki kendi ihmallerimizle, kendimizden kaçışımızla yüzleşeceğiz. Ama geleceğimize yapılacak suikastlar karşısında Esra’dan cesaret alacağız.
Esra ile birlikte biz de babamıza, Atatürk’ümüze sarılacağız. Aslında kimsesiz olmadığımızı anlayacağız.