Henüz çok yakın zamanda ajanslara düşen görüntüde bir düğünde Allah’a karşı “Selanik’ten gelen dönmeler” şeklinde bir yakınmaya tanık olundu. Düğünün katılımcıları arasında cumhuriyet düşmanlığı ile meşhur isimler yan yana dizilmişti. Peki, bu ressentiment; hınç nereden ileri geliyor? Kültürel iktidar olunamama ve bunca intikamcılığa rağmen iktidarsızlık itirafının yarattığı eziklik psikolojisinin kaynağına bu yazıda değineceğim.
Atatürk’ün şahsında somutlanan Rumeli Türklüğüne dair düşmanlığın birkaç tarihsel boyutu olduğu aşikâr… İlki sosyo-ekonomik nedenlere dayanıyor; Selanik, Yanya ve Manastır gibi merkezler, Avrupa’dan kültür ve teknoloji transferinin yapıldığı yerler. Ayanlık sistemi, Eshab-ı Alaka çiftlik düzeni vs. neredeyse bir özerk aristokratik düzen…
Tıpkı Prusya benzeri bir askeri yapılanma eşlik etmiş. Ki bu yapılanma vatanın en güzel köşelerini kaybederken kendini cumhuriyetin kuruluşunda feda edecek… Hayatı algılama biçimi farklı… Osmanlılığın çekirdeği bu bölge. Aynı zamanda da çokluk, Karamanoğlu Hanedanının ahali bakımından devamıdır…
Ama bu zeminde esas mesele 1908 devrimi… Hacıağa bezirgâncılığına, eski devir döküntüsü bürokrasiye neşter vurulması söz konusu… Bugünlerde sözde kültürel iktidar anlatısına eşlik eden, Abdülhamid’in şahsına içkin olan, aslında bir başka modernlik ihtimali vs. değil… Sonradan etnikçiliğe evrilecek olan aşiret, kabile imtiyazlarıdır ve 1908 devrimimiz ile bu yapılanmaların bir ölçüde imha edilmesidir söz konusu olan… 93 Harbinde Rus askerince taltiflenen “bölgenin meşhur vilayetlerinden” bazı şeyhlerin, ağaların tasfiyesidir… Daha o dönemden işin “bölgesel” yanı da var… Ne yazık ki ülke sathına yayılmış ve hâlen başımıza bela olan “hemşehrici/ağacı bezirgân” yanı da…
Bir diğer mesele; elbette Kuvva-yı Milliye örgütlenmesini modern askeri niteliğe büründüren ve Kurtuluş Savaşını veren kadrolarda Rumeli Türkü, Adalı v.s. subay kadrolarının çokluğu… Aynı paranoid fantezi ve hınçtan bazen Çerkezler de nasibini alıyor… Bekir Sami Günsav, aile dostumuzun büyüğüydü… Hatıralarını Tarih Kurumu basmıştır… Paşa, camisine Yunan bayrağı çeken imamları kendi cebinde kuran taşırken ağlaya ağlaya nasıl kurşuna dizdiğini anlatır…
Dünyayı Jakoben İttihatçılar, Kemalîler karılarımızı dekolte dolaştıracak diye gören, işbirlikçilik karşılığı rüşveti pirinç ve bulgurdan, o da Yunan ordusu tarafından eksik olmayan bir zihniyet… Ne olacak Yunan bayrağı dalgalanırsa dalgalansın; aşı ve yemi gelsin de “darül vatanı” küçük olsun onun olsun… Zihinsel konseptinin genişliği ancak yaşamsal madde ile ölçülüyor.
Bir yandan da bu türden İslam algısının etnikçi gerici boyutu da var… Kendini Türk Ulusunun parçası olarak görene amenna… İşte Giritli, Midillili Müslüman Rumlar; onlar Kurtuluş Savaşında tüm bir Aydın ve İzmir vilayetinde kahramanca antiemperyalizm ve ulusallığımız için savaştılar… O esnada Yunan işbirlikçisi Rumlar ise Karadeniz’de Pontus adına katliam yapmakla meşguldü…
Türklüğün hukuki, siyasi boyutlarını herkes biliyor. Ama meselenin bir diğer boyutunun da siyasal İslam’a el veren kriptik Rum ve Ermeni “hissiyatına dayalı” ancak “bilince çıkamayan” “dinle baskılanmış” etnik gericilikler olduğu artık kabul edilmeli… Bazı hemşehricilik tiplerinin bu boyutları henüz tartışılmıyor… Mesele bir ideoloji olarak siyasal İslam’ı bastırılmış etnik gericiliklerle ve onların tezahür şekilleriyle eşitlemek değil… Baskılanan etnik gericiliğin siyasal İslam’a sunduklarının göz ardı edilmemesidir…
Rumeli Türklerine Atatürk’ün şahsında hıncın esas nedeni; herhalde uygarlık ve uluslaşma hamlelerinde öncü olmaları… Bu anlayıştaki pek çoğunun başkasının tabağındaki yemeğe özenen çocuk misali yutkunarak, imrenerek izlediği bir yaşamsallığı var Rumeli Türklerinin… Verili bir kimliğe mahkûm değiller, eklektik kültürel özellikler gösteriyorlar, gelenek baskısı altında ezilip gizli kapaklı bir yaşam sürmüyorlar. Tam tersi, kamusallık bilinçleri var. Çoğu bir mesleki faaliyeti, işi sırf kendisi ve sonucu için icra edip kişisel emellerine bir şeyleri alet edecek kadar zayıf değil…
Ama bu kültürel imgenin realiteye sunduklarına yönelik dahası da var; Atatürk uluslaşma ve merkezileşmenin gereği ne ise onu yaptı. Hemşehricilik, yörecilik, bölgecilik, etnikçilik v.s. ortadan kaldırıldı ve bastırıldı… Zorunlu askerlik, zorunlu eğitim ve vergilendirmeden taviz verilmedi. Emperyalizm ajanlığına soyunan işbirlikçi şeyhlere hukuk dairesinde gereken cevap verildi… Her dervişlik tacı taşıdığını iddia edene askerlik ve vergiden muafiyeti tanınmadı… Eşit yurttaşlıktan gereken ne ise o uygulandı… Bugün bastırılanın geri dönüşü intikam derdinde…
40 senedir birileri ben de isterem elma yanaklardan diyor, ilkel aidiyet örgütlenmeleri üzerinden yağma ve “gün görme” iştah sınırsızlığının kapitalizmle bağdaşık sonuçlarını yaşıyoruz… Kamusal olanı onur duyulacak bir emek mekânı olarak değil elbette, pür madde olarak görüp tüketirken bundan haz duyan bir arsızlık… Buradan elbette “bir hanımelinin kokusundan mesut olan suhulet” çıkmaz, Osmanlı diye kayıp nesnesi olduğunu, bilinçdışında Maçkalı Pontusçu, bilinç düzeyinde siyasal İslamcı bir yazar sayesinde öğrenen yeşil kuşak devşirmelerinin ihale ile yaptırdıkları dönel kavşağa nişane diye diktikleri hanımeli süslü Osmanlı tuğrası çıkar…
Hiçliğe açılan bu yaşam tarzının sözel karşılığı da dönme edebiyatıdır, herkesin kendini şeyh ilan ettiği kültürel sohbet ikliminde cehalet alevlenmesi yaşanırken anlatılan mehdi ve çıyan hikâyeleridir. Bugün bu masallar hanedanın suyunun suyu varisleri etrafında örülüyor. Daima hatırda tutmak gerekir; Atatürk Rumeli Türklüğünün tarihte somutlanmış hâlidir ve bu kültürü Melamiliği ile Aydınlanmacılığı ile dışa vurur… Rumeli Türklüğü de kah Bektaşiliği, kah Rufailiği kah Melamiliği ile taşra yobazlarının boğazında kılçık olur, Aydınlanmacılıktan yana tavrı ile de bazı zümrelerin kuyruğuna bastığı doğrudur… Ulusal bilincimizde ve ulusal bağımsızlaşmamızda oynadığı rol ise hedef seçilme nedenidir.
Şimdi ise mesele başka ve daha da can alıcı hâle geliyor. 12 Eylül sonrası dünya nimetlerinin kapıları yeşil kuşakçılara, bezirgânlarına ve zurnacılarına açıldı ne de olsa… Yağma ile semirseler de kültürel iktidar kuramayacak olmalarının, aslından kendi toplulukları dışında kimse tarafından suratlarına bile bakılmamasının değersizliğini aynı teraneleri terennüm ederek bilinçdışı acılarını gidermeye çalışıyorlar… Hayatlarının zerre kadar anlamı olmadığını itiraf edecek hâlleri yok elbette… Hâlbuki suratlarına 150 senedir çarpılan, Türklüğün unutulmuş büyük medeni vasfıdır. Ve işte bu vasıf ki onların fantezi dünyalarının ve tarihte yanlışlanan ve halen de yanlışlanmakta olan realitelerinin; sürüngen ve semirgen yozluklarının negatifidir.
REFİK KARAFERYE