İngiltere Başbakanı Boris Johnson Muhafazakâr Parti başkanlığından istifa ediyor. Görünen o ki iktidar partisi yeni başkanını seçene kadar, Johnson diğer görevi olan başbakanlığa devam edecek. Muhafazakâr Parti yeni liderini seçtiğinde Boris Johnson Başbakanlıktan da istifasını Kraliçe’ye sunacak. Kraliçe de partinin yeni başkanına hükümeti kurma görevi verecek.
Johnson’ı istifaya götüren süreç partisindeki bakanların ve bakan danışmanlarının organize biçimde istifa etmeleriyle başladı. Maliye, Sağlık ve Eğitim bakanları başta olmak üzere toplam 5 bakan ve 80’e yakın bürokrat istifa etti. Medyaya “görevinin başında olmaktan memnun olduğunu” söyleyen Jonhson, daha fazla dayanmadı ve gün içerisinde istifa etme kararı aldı.
Süreç Muhafazakâr Parti’nin Parlamento’daki Grup Yöneticisi Chris Pincher hakkında çıkan taciz haberleriyle başlamıştı. Pincher görevinden istifa etmiş, Johnson da taciz iddialarıyla ilgili önceden bilgi sahibi olduğunu söylemek zorunda kalmış ve özür dilemişti. Ancak bunun yeterli gelmediği ortaya çıkıyor.
Bu iktidar değişikliğini bir iç tartışmadan ziyade, İngiltere’nin Rusya meselesinde çok fazla ön plana çıkması ve yaptırımların sonucu olarak yaşanılan ülke içi sıkıntıların yansıması olarak gören bir kesim de mevcut. Bu kesim başından itibaren yaptırımların “Rusya’yı etkilemeyeceğini, Avrupa’nın kendi ayağına kurşun sıktığını, bu günlerin Avrupa’nın iyi günleri olduğunu” söylüyor ve İngiltere’deki siyasi krizi Rusya’nın zaferi olarak yorumluyorlar.
Geçtiğimiz günlerde Almanya’da da koalisyonu oluşturan partiler arasında enerji kaynakları konusunda bir anlaşmazlık yaşanmış ve ülkemizdeki Rusçu isimler bu gerilimi Rusya’nın başarısı olarak yorumlamıştı.
Rus muhipleri Rusya’ya yönelik yaptırımların sonucunda Avrupa sermayesinin Avrupa liberalizmini finanse edemeyeceğini, varlığa alışmış Batı toplumunun yoklukla sınanmasının mevcut iktidarlara tepki olarak döneceğini ve savaşın sonucunda Rusya’nın mutlak zafer kazanacağını söylüyor. Neredeyse Avrupa’nın Rusya’yı “kıskandığını” iddia edecek değişik bir bakış açısı söz konusu.
Sebebi ne olursa olsun bir parlamentoda “istifa” kurumun işlemesi, bu tür bir tepkinin arkasında kimsenin “dış güçler” aramaması ve kurumların işlemeye devam etmesi demokrasi açısından önemli bir kazanım.
Bunu eleştirenlerin savundukları Rus ve Çin rejimlerinde ise “istifa” ancak liderlerden “af isteyerek” mümkün oluyor. Kişisel bir karar almak mümkün değil.
Kaldı ki bu halkın “yokluğu” protesto edebilmesi siyasetteki farklılığın halkta da olduğunu gösteriyor. Örneğin Rusya’da halk yoksulluğun sebebi olan işgale karşı büyük bir eylem örgütleyebilseydi Rus işgali çok kısa sürede bitebilirdi. Halkın sessizliğini ve kabullenmişliğini “kıskanılacak” bir durum olarak görmek ancak tıbbın konusu olabilir.
İstifayı kendi siyasi tezlerini satmak için “fırsat” olarak gören diğer bir kesim ise içimizdeki “mülteci sevdalıları” oldu. Karar Gazetesi’nden Yıldıray Oğur, istifa eden Sağlık Bakanı Sajid Javid’in Pakistan, Maliye Bakanı Rishi Sunak’ın da Kenya kökenli olduğunu ancak İngiltere’de kimsenin bunu bir “sessiz istila” olarak nitelemediğini dile getirerek kendince Türkiye’deki mülteci karşıtlığıyla dalga geçti.
Bu konu üzerine yazacak birçok siyasal İslamcı da, liberal de, sosyalist de aynı görüşü paylaşacaktır. Mülteci meselesi konuşurken ABD örneği sıklıkla dile getiriliyor.
Elma ve armudu karıştırarak tartışmayı ilgisiz bir yere çekmenin amacı gerçeğin üzerini örtmek. Tam da liberallere yakışacak türden bir tavır. Yine de Avrupalı Türk işçiler ya da Türk muhacirleri Suriyelilere benzetme çabasının giderek yayıldığı düşünüldüğünde, Oğur’un İngiliz bakanların kökeni üzerinden yaptığı kirli propagandaya yanıt vermek gerek.
Büyük Krallık ya da ABD gibi emperyalist örnekler kölecilik üzerinden yükseldi. Köleciliğin bitmesi, sonraları ırkçılığa karşı gelişen siyasi hareketler kölelerin “kısmi entegrasyonunu” sağladığı gibi, sınırlı bir toplumsal barışın da zemini hazırladı. Pakistanlı bir mülteci ya da zenci bir köleyle yapılan mutabakat kapitalizm açısından bir zorunluluktu. Bu unsurların tamamı Anglo Sakson kapitalizminin temelinde “kurucu unsur” olarak yer aldılar. Ortada bir “ulusun” olmaması süreci daha da kolaylaştırdı. Kölelerin ve Suriyelilerin hikâyeleri çok farklı.
“Entegrasyonu” savunanlar özünde “köleleştirmeyi” savunuyor çünkü ulusların içinde gönüllü bir entegrasyon söz konusu olamaz. Türkler, kimsenin boynuna zincir bağlamak istemediği ve köleliğe karşı oldukları için Suriyelilerin evlerine dönmelerini istiyor. Kendisini “hümanizm” olarak pazarlamak isteyen görüşün altında ise aslında köleciliğe özlem yatıyor.
Diğer taraftan 7 bin kaçak göçmenleri Ruanda’ya göndermek için anlaşma yapan İngiltere’yi, milyonlarca sığınmacıyı barındıran bir ülkeye “örnek ülke” olarak göstermek tam da liberallerimize nasip olacak trajik bir durum.