Bugün Saltanatın ilgasının 100. yılı. TBMM hükümetinin aldığı karar sonrasında son padişah Vahdettin, İngiliz işgalcilerine başvurarak, yine bir İngiliz gemisiyle İstanbul’dan kaçtı. Hayatının geri kalanını İngiliz himayesinde ve İngiliz sömürgelerinde Türkiye’ye karşı çeşitli provokasyon ve girişimlerle geçirdi.
Öncelikle şunu belirtmeliyiz ki; 1 Kasım 1922’de Saltanatın kaldırılması, yine bir Vahdettin provokasyonuyla tetiklenen milli bir infial sonucu gerçekleşmiştir. Büyük Zafer’den sonra Mudanya Mütarekesi sonucu, İtilaf Devletleri ve Ankara Hükümeti arasında Lozan’da barış görüşmeleri kararı alındı.
İngilizler Lozan’da Ankara’ya karşı her türlü kozu kullanmak istiyorlardı. Bu yüzden Vahdettin’den ve İstanbul’daki kukla hükümetten de temsilci istediler. İstanbul hükümeti hiçbir yetkisi olmamasına rağmen Sevr Antlaşması’nı imzalamış, Meclisi Mebusan dağıtıldığı için toplanan Saltanat Şurası’nda da Vahdettin’in gözetiminde bu rezil belge onaylanmıştı. İngilizler için İstanbul Hükümeti’nin temsilci göndermesi bu yüzden çok önemli bir diplomatik zafer olacaktı.
Tevfik Paşa’nın ısrarla Ankara’ya temsilcilik konusunu dayatması, TBMM’de infiale yol açtı. Tevfik Paşa bizzat Mustafa Kemal’e çektiği telgraflarda Babıâli’nin konferansa katılmamasının “devletin altı asrı aşan bir zamandan beri müesses ve mahfuz olan bütün İslam âleminin ilgili bulunduğu tarihi belleğinin çökeceğini” ileri sürüyordu. Hatta daha da ileri giderek Babıâli temsilci göndermezse TBMM’nin de gönderemeyeceğini ileri sürüyordu. Adeta işgalciler adına bir de tehdit savuruyordu:
“T.B.M.M.’nin konferansa katılmaması ise, bütün cihanın büyük bir istek gösterdiği ve beklediği barışı çıkmaza sokacaktır. Bu ağır sorumluluğu ne Padişah’ın hükümeti, ne de T.B.M.M. yüklenebilir.”
Bu telgraflar TBMM’de okununca büyük bir infiale yol açtı. Kazım Karabekir’in tepkisini aktaralım, ki Kazım Paşa Atatürk’e göre bu konularda hep ılımlıdır:
“Babıali gitmezse İslam âleminde büyük teessür uyanırmış deniyor. Cihan harbinde Kutsal Cihat ilan edilmişken birçok cephelerde Müslümanlarla karşı karşıya çarpıştık; İstiklal Savaşı yaparken, bize karşı Padişah tarafından cihat fetvası çıkarılmış iken İslâm kardeşlerimiz Anadolu milletine ellerini uzattılar, İstanbul hükümetini lanetlediler.”
Ali Fuat (Cebesoy) Paşa ise doğrudan Saltanatın kaldırılmasını öneren isimlerden biriydi:
“Barış konferansında fitne çıkaracak ve ikililik ihdas edecek olan Saray ve hükümetinin Türk milleti üzerinde hiçbir vaziyetin kalmadığı hakkındaki kararlarımızı bütün cihana bir kere daha ilân edelim ve bu suretle düşmanlarımızın sonuncusu olan saray ile hükümetini ortadan kaldıralım.”
Ali Fuat Paşa ayrıca bir yıl önce TBMM tarafından kabul edilen Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nun, yani yeni Anayasa’nın zaten saltanatı kaldırdığını, egemenliği kayıtsız şartsız millete devrettiğini, artık bunun açıkça düşman safında olan eski Sultan’a da bildirilmesi gerektiğini belirtiyordu.
Gerçekten de Teşkilatı Esasiye Kanunu kabul edilmeden önce ve sonra da Saltanat meselesi TBMM’de tartışılmıştı. Kanunun kendisi zaten Saltanat veya Hilafetten bahsetmiyordu. Meclis’te bu tartışmalara yol açmıştı. Devletimizin kurucu Anayasası’nın ilk üç maddesini aktarıyorum:
“Madde 1. Hâkimiyet bilâ kaydü şart milletindir. İdare usulü halkın mukadderatını bizzat ve bilfiil idare etmesi esasına müstenittir.
(Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir. Yönetim şekli, halkın mukadderatını bizzat ve fiili olarak yönetmesi ilkesine dayanır.)
Madde 2. İcra kudreti ve teşri salâhiyeti milletin yegâne ve hakikî mümessili olan Büyük Millet Meclisinde tecelli ve temerküz eder.
(Yürütme kuvveti ve yasama yetkisi, milletin tek ve gerçek temsilcisi olan Büyük Millet Meclisi’nde belirir ve toplanır.)
Madde 3. Türkiye Devleti Büyük Millet Meclisi tarafından idare olunur ve hükümeti <<Büyük Millet Meclisi Hükümeti >> unvanını taşır.
(Türkiye Devleti, Büyük Millet Meclisi tarafından idare edilir ve hükûmeti «Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükûmeti» adını taşır.)”
Mecliste sorunun çözümü çok tartışıldı. Saltanatı kaldırmadan Vahdettin’den kurtulmak isteyenler de vardı. Ancak İtilaf Devletlerinin Lozan’a resmi daveti Ankara’ya ulaştığında hal çaresi artık belli olmuştu. İtilaf Devletleri açıkça İstanbul Hükümeti’ni de çağırıyordu. Demek ki düşman kararlıydı. Rauf Orbay da ikna olduktan sonra, bir oy hariç, tüm milletvekillerinin oyuyla TBMM Saltanatı kaldırdı.
Cumhuriyet’in kuruluş sürecindeki devrimci strateji için Atatürk’ün “milli sırrı” denebilir. Ancak stratejinin sır olması, hedefin sır olduğu anlamına gelmez. Atatürk’ün “Cumhuriyetçi” olduğu gençliğinden beri apaçık bilinen bir gerçekti. Teşkilatı Esasiye Kanunu ise zaten adı “Türkiye Devleti” olan yeni bir devletin ilanıydı. Osmanlı’nın “O”su geçmiyordu metinde. Birinci madde ise Cumhuriyet tanımını içerir. Adı hariç her şeyiyle Cumhuriyet kurulmuştu.
Bugün gericiler fantastik bir masal uyduruyorlar. Vahdettin, Atatürk’ü göndermiş Kurtuluş Savaşı başlatsın diye! Sonra savaş bitince Atatürk herkese sürpriz yapmış. Kaldırıvermiş Saltanatı, Hilafeti.
Ancak bir Samanyolu TV veya Kanal D dizisinde olabilecek bu denli saçma bir entrikaya inanmak için de cahil ve beyinsiz numarası yapıyorlar.
TBMM’de İslamcı ve Saltanatçı milletvekilleri vardı. Ancak onlar bile Vahdettin’in hain olduğu konusunda seslerini çıkaramıyorlardı. Bu yüzden Atatürk, TBMM Meclis Başkanı seçildiğinde, Halkçılık Beyannamesi ilan edildiğinde ve Teşkilatı Esasiye Kanunu kabul edildiğinde hep “padişah kaymakamı” meselesini gündeme getirdiler. Son kozlarına sarıldılar.
Bu meseleyi açıklayalım. Vahdettin hain olsa bile en azından TBMM bir padişah ve halife kaymakamı atayabilir ve TBMM’nin başına bu kişi getirilebilirdi. Ayrıca böylece Osmanlı Kanuni Esasi’si de uygulanmış olacaktı. Saltanat ve Hilafet de görüntüde kurtarılmış olacaktı.
Atatürk çok açık ve güzel bir yanıt ile TBMM’deki bu skolastik fantezileri çürütmüştü. Tarih veriyorum. 25 Eylül 1920. Atatürk, TBMM Başkanı olarak kürsüde Vahdettin’e hain diyordu ve kimse de buna itiraz etmedi, çünkü Vahdettin’in İngiliz ve Yunanlıların emrine verdiği gerici çeteler Anadolu’yu kan deryasına çevirmişti. Atatürk’ün “çaktırmadan” Vahdettin düşmanlığı yaptığı iddiası zır delilere aittir. TBMM kürsüsünden Atatürk’ün Vahdettin için açıkça verdiği “hainlik” hükmünü aynen aktarıyorum:
“Eğer maksat, bugünkü halife ve pâdişâha muhafaza-i merbutiyet ve sadakat edildiğini ifade ve teyid etmekse, bu zat haindir. Düşmanların, vatan ve millet aleyhinde vasıtasıdır. Buna halife ve pâdişâh deyince millet, onun emirlerine mutavaat ederek düşman âmâlini yerine getirmek mecburiyetinde kalır. Hain veyahut makamının kudret ü salâhiyetini kullanmaktan memnu olan zat, zaten pâdişâh ve halife olamaz. O halde, onu hal’ edip yerine derhal diğerini intihap ederiz, demek istiyorsanız, buna da bugünün vaziyet ve şerâiti müsait değildir. Çünkü hal’i lâzım gelen zat, milletin nezdinde değil, düşmanların elindedir. Onun vücudunu keen-lem-yekün addederek diğer birine biat edilmek tasavvur olunuyorsa, bugünkü halife ve sultan, hukukundan feragat etmeyerek İstanbul’daki kabinesiyle, bugün olduğu gibi muhafaza-i makam ve idâme-i faaliyete devam edebileceğine nazaran, millet ve Meclis-i Âli, asıl maksadını unutup halifeler davasıyla mı uğraşacak? Âli ile Muaviye devrini mi yaşayacağız? Hulâsa, bu mesele vâsi, nazik ve mühimdir. Halli, bugünün işlerinden değildir.
Meseleyi esasından halle girişecek olursak, bugün içinden çıkamayız. Bunun da zamanı gelecektir.”
Tarihte belgesi ve kanıtı olan olaylar hakkında spekülasyon veya ikinci el anlatım olmaz. Atatürk daha 1920’de Meclis kürsüsünde Vahdettin’e hain diyordu. Kimse de itiraz etmiyordu. Eğer Vahdettin hain ise, Saltanata nasıl bağlılık sunulabilirdi ki. Cumhuriyet’i dayatan, adeta Vahdettin’in aşırı İngilizciliği oldu.
Atatürk’ün amacı üzüm yemekti. Gerçekten de bağcı dövmek değil. Teşkilatı Esasiye Kanunu’ndan sonra “peki ya Saltanat ne olacak” tartışmaları yeniden alevlenince, konuyu açık bir üslup ile hiçbir şeyi saklamadan tekrar ele aldı. Ve hatta Vahdettin’e son bir şans tanıdı:
“… İngilizler ve herhangi bir millet, herhangi bir hükümet, ancak kuvvet karşısında konum alır, güçten ve kuvvetten mahrum olduğu maddeten belli olmuş olan bir şahsın kendi deyimlerince ‘Petro’luğu kalmamıştır. Artık kendilerince hiçbir değeri olmayan Padişahlarını bırakmışlardır. İşte böyle bir durum karşısında millet, yüksek bir vicdan duygusuyla yine Hilafet ve Saltanat makamında oturduğu için bugün kendisine son ve kesin önerisini yapıyorum. Pek çok ümit ederim ki, Yüce Şahısları bu öneriyi seve seve kabul buyururlar. Çünkü akıllı iş olan, mantık gereği olan, olayların gereği budur.
… Eğer Padişah bu önerilerimize uygun bir cevap vermezse ne yapacağız? Efendiler, bu meselenin halli ve sonu doğal olarak son derece basittir. ”
Elbette Vahdettin bu şansı da reddetti. Ne yazık ki sadece Vahdettin değil, hiçbir Osmanlı saltanat üyesi İstiklâl Harbi’ne destek için Anadolu’ya geçmedi. Ömer Faruk Efendi istisnasını not edelim. Bu son derece gecikmeli katılımı da Atatürk faydasız ve hatta zararlı gördüğü için reddetti. Kaldı ki Ömer Faruk Efendi “padişah kaymakamı olayım” falan da dememişti. Hakkını verelim. Yalın bir şekilde katılmak istiyordu.
Meclisteki muhafazakârların “padişah kaymakamı atayalım” çözümü gerçekleşseydi, İstiklâl Harbi bittiğinde Saltanatı belki kurtarabilirdi. Bu çözüme engel olan Atatürk değildi. Tek bir Osmanlı hanedan üyesi de çıkıp, “Vahdettin ehliyetini yitirmiştir, ben kaymakam olmaya hazırım” demedi.
Vahdettin’in işgalcilerden yana aşırı etkin, diğer saltanat üyelerinin ise her iki tarafa karşı aşırı edilgen tavrı Atatürk’ün ve Cumhuriyetçiliğin şansıdır denebilir. Bence şans gibi gözüken, gerçekten de tarihin hükmüdür. Saltanattan bir tane iradeli adam çıkmıyorsa, zaten bitmiş demektir o soy.
Bazıları Vahdettin’in tavırlarını “acizdi, zavallıydı, yaşlıydı” gibi gerekçelerle bugün aklamaya çalışıyor. Ancak Vahdettin çok aktif bir padişahtı. İngilizler zaten sürekli kendisine buyruklar veriyordu. O da yapıyordu.
Atatürk’ün Londra Konferansı sırasında kendisinden İngilizlerin “Padişahları” olarak bahsetmesi acı bir gerçektir. Bazı dinciler ve romantikler Vahdettin’i savunamıyor ve “acizdi” diyorlar. Ancak Osmanlı saltanatını bitiren Vahdettin’in edilgenliği değil bu aşırı aktif politikasıydı. İşgal rejimini desteklemek için göbeğine kadar politikaya battı. Saltanatı kaldırmak bu yüzden kaçınılmaz oldu. Ancak kolay olmadı. İngiliz ve Yunan destekli Hilafet Ordusu 1920 baharı ve yazında on binlerce Türk’ün kanına girdi. Neredeyse Ankara’ya giriyorlardı ve direnişi sona erdireceklerdi. Devrimci bir iç savaş yaşadı Türkiye. Tepeden inmedi (ne demekse bu saçmalık) Cumhuriyet, bu devrimci iç savaşın ve Kurtuluş Savaşı’nın kanlı meydanlarından, “tabandan” yükseldi.
Nitekim ne Vahdettin ne de yurtdışındaki herhangi bir saltanat üyesi, bir kez bile “biz aslında Kurtuluş Savaşı’nı çaktırmadan destekliyorduk, bize entrika yaptılar” diye tek bir açıklama yapmamıştır. Düşünsenize, İngiliz himayesinde yaşayan bir adam böyle bir açıklama yapacak kadar aptal olabilir mi? Bunun yerine Vahdettin, ABD Başkanı ve çeşitli devlet temsilcilerine Türkiye’ye müdahale etmeleri için mektuplar yazıp durmuştur.
Atatürk’ün 1 Kasım 1922’de Saltanatın kaldırılmasına “ilmen karşı çıkanlara” karşı yaptığı devrimci konuşmayı aktarmayacağız. Tarihe geçmiştir. 3 ay sonra Akhisar’da halka verdiği nutukta Osmanlı’yı düşmanların yıktığını, kendilerinin sadece Türk Milleti adına egemenlik hakkını kullandıklarını belirtir:
“Düşmanlarımız Osmanlı Devleti’ni yıkarak ana unsur olan Türk milletini de yok etmek istiyorlardı. Halbuki Türk milleti yeni bir iman ve kesin bir milli karar ile yeni bir devlet kurmuştur. Bu devletin dayandığı esaslar ‘Tam İstiklâl’ ve ‘Kayıtsız Şartsız Milli Hakimiyet’ten ibarettir. Millet bu hakimiyetin bir zerresinden vazgeçmeyecektir; gözünü açmıştır.”
Aslında günümüz için çok önemli işte bu sözler. Günümüzde de bir saray çetesi var. Her fırsatta Cumhuriyet’e kin kusuyorlar. Türk milletine saldırıyorlar. Ancak ilginç bir şekilde Osmanlı ailesi geri gelsin de demiyorlar.
Gericilerimize sesleniyorum. Hadi buyurun, Osmanlı Saltanatı yeniden kurulsun deyin. Ne bekliyorsunuz? Osmanlı’nın günümüzde yaşayan şerefli üyelerinin hepsinin, neredeyse istisnasız Cumhuriyet’i kucaklaması mı size engel? Bir tane eşantiyon satan vardı. Onu getirin başa. “Yok olmaz, bizim kendi tezgahımız var” mı diyorsunuz?
Osmanlı bu çapulcuları İstanbul’a bile sokmazdı. Şimdi kendilerini padişah sanıyorlar. Osmanlıcı bile değiller. Tayyipçi takılıyorlar. Demek ki amaç gerçekten de bağcıyı dövmek. Amaç Türk milletini bir “saray” kuklasıyla, düşman adına yok etmek.
Saltanatın kaldırılışının 100. yılında, Türk milleti sizin sefil, çakma saraylarınızı da başınıza yıkacak.