Türk solunun tarihinde döneklik, ihbarcılık, itirafçılık ve işbirlikçilikle anılan marka isimler vardır. Bunlardan biri meşhurdur. Şimdi Tayyipçi oldu. Bir ara ulusalcı diyordu kendine. Öncesinde de Apo’ya çiçek veriyordu. Diğeri de onun 32. Gün programındaki muazzam ekürisi Ertuğrul Kürkçü.
Ertuğrul Kürkçü utanmazlıkta bambaşka bir boyuttur. Tıpkı Doğu gibi, 1980’lerde ve 90’larda Kürt faşisti ve Amerikan uşağı PKK’nın kanatları altında bir şekilde yine kendini sosyalist çevrelere sokmuş, ardından da meclise kapağı atmıştır. Böylelikle MİT veya başka bir devlet kuruluşundan zaten almadıysa, hak edişlerini ve ballı emekli maaşını “TC” dediği devletin parlamentosundan kapmıştır.
Oysa bu adam 68 ve 78 kuşağı tarafından tamamen dışlanmış biriydi. Devrimciler kendisine “samanlık kaçkını”, “dönek”, “hain”, “ajan” derdi. O da asla devrimcilerin olduğu yerlerde boy gösteremezdi. Sosyalizm yıkıldıktan sonra bir kısım “sol” çürümenin ve yozlaşmanın ortasına, ABD ve AB emperyalizminin kucağına kendini atınca, bu samanlık zararlısı da orada kendine yeni bir kariyer inşa etti. Tabii, kendisi de bir MİT subayının damadı olan teröristbaşı Apo’nun “teveccühleri” ve desteği olmaksızın bu kariyer asla mümkün olamazdı. AKP-MİT’in İmralı-Kandil kuryesi, meclis komedyeni, Sırrı gibi Apo’ya “ikinci babamsınız” dese yeridir.
Gerçek devrimcilerin Ertuğrul Kürkçü’ye tepki göstermesi doğaldır. Mahir Çayan ve arkadaşları Kızıldere’de Eskişehir, Gündoğdu, Mülkiye Marşları söyleyerek Tam Bağımsız Türkiye için şehit olurken, bu bir şekilde samanlığa tüymüştür. Sonra da yaralı devrimcilerin bile infaz edildiği bir ortamda, güya saatlerce samanların altında gizlenmiş ve nihayet iyice dinlenip, keyfi yerine gelince de teslim olmuştur.
Hikâye bu. Kürkçü de bu masala inanılmasını istedi ve “ölmediysem benim suçum mu, sol gelenek ölümü yüceltmemeli” tarzı iğrenç ifadelerle kendisini aklamaya çalıştı. Herkesi aptal yerine koymaya çalışması kendisine ilişkin öfkeyi hep arttırdı. Çünkü Kürkçü’nün “suçu” ve bir değil birkaç kuşak tarafından mahkûm edilmesinin nedeni korkup samanlığa saklanması değildi. “Yakalandıktan” sonra mahkemede Mahir Çayan ve devrimci yoldaşlarını iğrenç ithamlar ve sıfatlarla suçlamasıydı. Rezil bir şekilde faşist cuntayla işbirliği yapmasıydı. Her fırsatta 68 kuşağının İkinci Kurtuluş Savaşçılarının, devrimcilerin anısına ve mücadelesine hakaret etmesiydi.
Hayır! Ertuğrul Kürkçü’nün düşkünlüğü “nasılsa öldüler, tüm suçu onların üstüne atayım, sorgucular ne derse imzalayayım” düşkünlüğü değildir. Devrimciler de, Kürkçü’nün utanç verici tavırlarını zavallı, alçalmış bir insanın canını kurtarmak için faşizm ve emperyalizm ile işbirliğini seçmesi olarak algılamadı. Esas olarak samanlık hikâyesine kimse inanmadı. Düşük bir tip, kendini aklamak için “yoldaşlarım savaşırken ben samanlığa tüydüm” gibi zaten aşağılayıcı bir bahaneye sarılıyorsa, belli ki hainliğinin boyutu çok daha fazladır.
Nitekim yeri geldiğinde “ben görmedim samanlıktaydım” diyen adam yeri geldiğinde yoldaşlarını suçlamak için her şeyi gören, her şeye tanık olan, dört gözle olan biteni izleyen ve sırf “dürüstlüğünden” bunları amirlerine ve “sayın mahkeme heyetine” bir bir anlatan biri gibi davrandı. Hem samanlıktaydı, hiçbir şeye karışmamıştı. Hem de her şeyi görmüştü, bütün suçlu Mahir Çayan ve arkadaşlarıydı. Bunun günümüzde adına “etkin pişmanlık” deniyor. Önüne gelene iftira atmak, bazıları için tek kurtuluş yolu olabiliyor.
Ertuğrul işte yıllarca bu rezil masalı anlatıp durdu. İşine geldiğinde “amirim valla billa ben samanlıktaydım” dedi, işine geldiğinde “Mahir Çayan vurulur vurulmaz, arkadaşları hemen İngilizleri ve Kanadalı’yı infaz etti” dedi.
Böylelikle “amirlerinin” ve “ağabey” çektiği tiplerin aklanması için de elinden geleni yaptı. Bombalar ve mermilerle yerle bir edilen Kızıldere’deki son sığınakta, sonradan askeri gizli servis eleman oldukları ortaya çıkan İngiliz ve Kanadalı teknisyen askerlerin, resmi senaryoya göre “anarşistlerin” mermileri ile öldürülmüş olması gerekiyordu. Yoksa Allah muhafaza (!) emperyalistler belki “nasıl meslektaşlarınızı yanlışlıkla öldürürsünüz” diye Ertuğrul’un MİT’teki “amirlerinden, ağabeylerinden” hesap sorabilirdi. Kurum içi soruşturma falan açılabilirdi.
Bu denli bir “görev” bilinciyle davrandı Kürkçü hep. “Samanlıkta uzandım, kulaklarımı kapadım, gözlerimi yumdum” öyküsüne de sarıldı, mahkemedeki ifadesinde tüm ölümlerden “Mahir Çayan’ı ve onun hırsını” da sorumlu tuttu. O an kendini ve amirlerini kurtarmak için ne gerekirse… Çünkü her şeyi (!) görmüştü.
Kürkçü’nün mahkeme ifadeleri o kadar rezil ve gerçek dışıdır ki; kendisinin Mahir’i hep uyardığı, bu yol yol değil dediği, ama bir türlü sözlerini dinletemediği gibi fantastik savunmalar içermektedir.
Şimdi bu düşkünlük abidesi, utanmadan Kızıldere belgesellerine çıkıyor. Bir şekilde ABD uşağı PKK’lı faşistlerden cesaret buldu ya. Yine devrimciymiş gibi ortalarda gezinebiliyor. “Kızıldere’yi bir pelerin gibi boynumda taşıdım” gibi edebiyatlar patlatıyor.
Ne pelerini! Senin boynundaki ihanet dövmesidir. Köle gibi damgalısın sen emperyalistlere, Ankara’daki amirlerine hizmet etmek için. Mahkemede suçladığın eski yoldaşlarını, şimdi Kızıldere ticareti için kullanmaya çalışıyorsun.
Nitekim Cihan Alpktekin’in ablası Nuran Alptekin, yıllar sonra utanmadan Kızıldere esnaflığına soyunan bu adamın ifadelerine artık dayanamadı. Şu açıklamayı yaptı:
“O güne kadar kimseye zarar vermemiş. Kimseyi incitmemiş. Yüreği doğaya, insana sevgi dolu çocuklar üç İngilizi neden öldürsünler sorusunu sormadan edemedim. Öldürdüklerine asla inanamadım. Bunu da dile getirdim. Bana göre Ertuğrul Kürkçü, ısrarla gerçeği söylemiyor. Bir kere karşılaştık. Çok soğuk davrandı. Soğuk durmasının nedeni, benim onun söylediği gerçekçi bulmadığım o söylem; çocukların İngilizleri asla öldürmedikleri inancım. Bazı dergilerde bu konuda tartışmalarımız oldu. Ertuğrul, ısrarla Cihan’ın ve bir iki ismin daha teknisyenleri öldürdüğünü iddia etti. Bunu o zaman da reddettim, şimdi de reddediyorum. Doğru değildir. Çocuklar kimseyi incitmediler. Onların adına ‘Üç İngiliz’i öldürdü’ kirini yapıştıramaz.”
Bir devrimcinin ablasının açık bir ithamıdır bu. “Israrla gerçeği söylemiyor” demiş. Daha ne desin?
Peki, Ertuğrul ne yanıt verdi? Rezil ötesi. Yine Kızıldere infazcılarını savundu. Devrimciler “melek” değilmiş. İnfazcılar da “şeytan” değilmiş. Ama zinhar! İngilizleri ve Kanadalı’yı devrimcilerden başkası infaz etmiş olamazmış. Yani yine “şeytanlık” rolü “hırsının kurbanı” olan Mahir’e ve yoldaşlarına, “meleklik” ise Kürkçü’nün amirlerine düşüyor. Bir de her sorgu bülbülünün sarıldığı bahaneyi öne sürmüş. Tüm bu rezil ifadelerinin nedeni, “dürüstlükmüş”. Olayları olduğu gibi aktarmak, doğrudan sapmamak istiyormuş:
“Ben sözlerimin arkasındayım. Hep bunu söyledim ve doğru söyledim. Mahkemede de doğru söyledim. Siyasi hayata devam ederken de doğru söyledim. Bundan başka bir hakikat yoktur. Ben kendi beyanlarımla, kendime bir ithamda bulunmuş oldum. Ben hiçbir zaman ‘Onlar yaptı benim haberim yok’ demedim. ‘Biz yaptık’ dedim. ‘Biz yaptık’ dediğim zaman ben kendimi de dâhil ettim demektir.”
Boş laf yapma! Herkesin idamla yargılandığı, idam kararlarının anında mecliste onaylanıp, cumhurbaşkanı tarafından imzalandığı bir ortamda, bal gibi hem kendini kurtarmak, hem de amirlerine yaranmak için bu ifadeyi verdin. Böylelikle İngilizleri ve Kanadalıları asla senin veya resmi görevlilerin infaz etmediği üzerine, hem senin hem de sorgucuların için en ideal senaryoyu kurguladın.
Mahkemede, sıkıyönetim rejimine özeleştiri vermek için kurduğun “biz yaptık” cümlesiyle, “infazı onlar yaptı, ben yapmadım” cümlesi arasındaki farkı anlayamayacak kadar aptal insanlar mı sanıyorsun sen devrimcileri?
Seni ciddiye alıp yanıt yazmak bile bir çile. Zamanında devrimciler sana sadece “Zühtü” türküsüyle seslenirdi, sen de bu türküyü duyduğun an topuklardın. Ama işte Türkiye o kadar yozlaştı, sol o kadar çok çürüdü ki; senin gibi tipleri, Doğu’yu, Sırrı’yı yazmak, genç kuşaklara geçmişinizi hatırlatmak zorunda kalıyoruz.