İnsanoğlu, yaşamak için kendini geliştirerek çağa uydururken, doğayı da daha yaşanır kılma çabalarının kendisini de değiştirdiğinin ayırdında değildir! Bilimin, dolaysıyla teknolojinin hızlı yükselişi akıllı canlıyı ‘tek egemen’ sanısına sürüklemesi, geleceğini belirleyen doğa koşullarına kafa tutma efeliğini de kendisine veriyor, bunda kuşku yok! Böylelikle bizler, bir gezegenin üzerinde yaklaşık 300 bin yıldır sonu belirsiz bir yolculuğu birlikte yapıyor oluyoruz. Ölümü beyin ardına atarak, sonsuz bir yaşamın sahipleri gibi gerinip duruyoruz. Lakin her daim, içimizdeki gizil bir dürtü, bir gün yok olacağımızı anımsatıyor bizlere ve kalıcı, yok edilmeyen, unutulmayan bir takım şeyleri kalıt bırakmak isteği içimizi serinletiyor! Ömrümüzün her aşamasında planladığımız, gerçekleştirdiğimiz, ürettiğimiz değerlerin içine kendimizden birkaç damla katıyoruz ayırdına varmadan; yok olmaya karşı içgüdüsel bir tepki bu… Spor, müzik, görsel sanatlar, edebiyat, siyaset, ekonomi gibi mecralar, doğal olan bu tepkiyi içinde eritiyor, korkuları sindirmemize yardımcı oluyor, soluğumuz dışında her duygumuzu ve yaşanmışlığımızı tümüylegörebileceğimiz bir aynaya dönüşüyor. İnsan düşüncesinin, karakterinin, çıkmazlarının, sorunlarının, ezilmişliğinin, öfkesinin, yoksulluğunun, adaletsizliğinin, şanssızlığının, evdeki ve işindeki mutsuzluğunun tıpkısı olmasa da benzerlerinebu mecralarda yeniden yaşayabiliyor! Kendisinin toplumda yalnız olmadığını, başından geçenlerin salt ona özgü değil, yaşamsalkazaların sonuçları olabileceğini düşünüyor. Çünkü insan, ne iş yaparsa yapsın, ne koşullarda yaşarsa yaşasın, kendinden kopardığı parçaları o kültürlerin içine serpiştirir; yokken var olsun diye!
Spor, insanın içine kolaylıkla saklandığı bir sığınak gibidir! Sokakta bir adamı dövmeniz suçtur, lakin ringe çıktığınızda vurdukça alkış alırsınız! Karakteriniz güçlü ve üstün olmaya meyilli ise boksörlüğe sığınabilirsiniz. Boks, judo, güreş, atletizm, yüzme, eskrim, binicilik ve atıcılık gibi bireysel sporlar, o sporu yapanların ve onu izleyenlerin karakterlerinin yansıtırken, aynı zamanda geç insan topluluklarının yaşama nasıl tutunduklarını günümüze anlatırlar.
Yaşadığımız çağda vahşi korkulara yer olmadığından bu bireysel sporlar, takım oyunları gibi pek izleyici çekmiyor! Boks vahşet, güreş gereksiz bir güç gösterisi olarak yorumlanıyor! Kırkpınar yağlı güreşleri belli bir kitlenin çekiciliği ile sürdürülebiliyor. Güç, us karşısında puan yitirdikçe teknik ve sistem gerektiren sporların izleyicisi artıyor. Demek ki insan, hükmü kalmayan güçlü olma gerekliliğini, ilkel korkularını ve duygu zayıflıklarını anımsatan oyunları da yaşamından silip atıyor!
Değişen dünyanın ekonomik ve siyasal düzeni, insanların izledikleri ve hayranlık duydukları sporlar üzerinde de etkili oluyor. Üstte belirttiğimiz gibi bizler, içinde kendimizden kesitler bulduğumuz; sonuçlarıyla, kurallarıyla, etkileriyle, sevinçleri ve üzüntüleriyle özdeşleştiğimiz eylemleri izlemeyi ve yapmayı seviyoruz! Tıpkı bizleri avutan, yaşam koşullarımızla örtüşen, yenildiğinde üzen, yendiğinde sevindiren futbol oyunu gibi…
Futbolun kitlesel egemenliği…
Bu sporun olağanüstülüğü, toplumun aynası olmasından geliyor. Çok kolay ve basit bir oyun gibi görünse de barındırdığı sistem çeşitliliği, sonucunun belirsizliği, güç dengelerinin değişkenliği onu çekici kılıyor. İzleyici kitlelerin birlikte aynı havayı soluyarak, aynı duyguları yaşama olanağı bulması da futbolu ortak bir sevincin ya da dertlerin odağı yapıyor; kimse de bundan yakınmıyor, adeta maç günlerini iple çekiyor… Bir anlamda, isterik bir kitle kaynaşması yandaşları, takımlarının yörüngesinde halkalar gibi genişliyor. Örgütlü diyemeyiz ama sesi uzaklardan duyulabilen, renklerin örttüğü, toplumsal eylemlere açık kitlesel dayanışma kendiliğinden oluşuyor! Kulüplerin yandaş örgütleri, takım bayraklarının üzerine toplumsal düşüncelerinden parçalar da dikiyorlar! Beşiktaş’ın devrimci Çarşı Grubu güzel bir örnektir… Dedik ya, her şeyin içinde insanın kendisi mutlaka vardır!
Ben ve tüm futbolseverler Süper Ligin başlamasını bekliyoruz dört gözle… Tek kanadı açık ekonomik penceremizden görünmeyen tiyatro, sinema, eğlence dünyası artık yok hükmünde! Futbolun affedilir aldatıcılığı olmasa yandık! Dertleri başından aşmış dar gelirlilerin, yani bizlerin imdadına yetişiyor, yatıştırıyor; kendimiz yenmişiz gibi sevindiriyor, kendimiz yenilmişiz gibi kahrediyor! Tribünler boşaldığında, tek beden gibi biniyoruz tramvaylara, motorlara… Sorunumuz tek, derdimiz tek, sevincimiz tek, usumuz ortak…On bir adam, birkaç renk için kafa patlatıyoruz!
Yarın, yine birbirimizle yabancıyız!
Dün kardeştik, bugün eliz!
Sorunumuz dün birdi, bugün…
Ama takımın forması düşse gözümüze yine sarılırız birbirimize; bizler yandaşız!
Aynı birlikteliği ve duyarlılığı kendi yaşamımız için neden gösteremiyoruz?
Tribünlerde sarılalım, harika!
Varın, alanlarda da bir alalım, pir olalım!
Faşizme, yolsuzluklara, dinciliğe, savaşlara, adaletsizliğe set olalım!
Futbolun güzelliği de burada kardeşim; bizi alıp alanlardan, uzaklara taşıyor!
Bir stadın büyüsüne yükleyip, bu ülkeden götürüyor!
90 dakika sonra yere indiğimizde, sanki saatler durmuş, bizler uyumuş, büyü bozulmuş; ülke yine aynı ülke…
Bir hafta sonra yine oradayız; futbol bizi bekledikçe hep oradayız, çünkü onu yaratan bizleriz!
Neden seviyoruz?
Futbol tüm kurallarıyla aslında insan yaşamının cilvelerini oyunlaştıran, toplumda yarattığı etki ve tepkileriyle gündemi değiştirme gücüne sahip bir spordur! Bir tutkudur ve bu bağımlılık, siyasal güçlerin oyuncağı olabilecek denli tehlikelidir! Özellikle faşist geçmişin kullanımına açık gelişen bu oyun, sonraları liberalizmin de gelişimine hizmet eden dev bir endüstrileşme aşamasına varmıştır. Fakat futbolun bizi ilgilendiren yanı, sınıf bilincinin olmayışıyla yoksullaşan emekçi beyinleri (beyaz yakalılar içinde) bir güzel dondurmasıdır! Bir bakıma, yaşamın sürprizleriyle cebelleşen erkeklerin ellerine birer top dondurma verip yalamalarını sağlamasıdır!
Gelişmiş ülkelerde futbolun zirve yapması da şaşırtıcı değildir! Halkların sorunları ve doyumları o ülkelerin gelişmişliği ile sınırlı değildir. Bir İngiliz emekçisi ile bir Türk emekçisinin ortak yanı emeğini para ile satıyor olmasıdır; istekleri ve beklentileri aynıdır ama ağırlıkları farklıdır! Benim emekçim bir araba ister evet, ama Alman emekçi Mercedes’e biner! Toplumsal sorunlar insan olan her yerde vardır ve özde bir, sözde ayrıdır. Çünkü insan, bu sorunları alt edip refaha erdiğini düşündüğünde, yeni sorunları da karşısında bulacaktır. Kendi doyuma ulaşmadıkça mutluluğa erişemeyecektir. Futbolda karşılığını bulan ve önlenemeyen bu açlık, insan karakterinde var olan isyanı açığa çıkmakla birlikte, tribünlerdeki sonuç paydaşlığı ve ortaklığı ile tehlikesiz hale gelebilmektedir. Kapitalist/emperyalist düzenin vebalini basit bir oyunun sonuçlarıyla halkına ödetmeye ve gizlemeye yeltenen iktidarlar için futbol, gerçekten bulunmaz bir yeryüzü tanrısıdır!
Futbol bizi anlatıyor mu?
İnsan önceden görmediği ve algılamadığı hiçbir şeyi düşleyemez ve yaratamaz; aynı mantıkla yürürsek ki öyledir, yarattığı küçük dünyası da, kendisinin merkezinde olduğu yörüngeden istese de çıkamaz! Özgürlüğün aslında insana bahşedilen bir armağan olmadığını; yan yana yaşama sanatı dediğimiz evrensel düzenin bir gereği olduğunu anlayabilmemiz bile, bir ömre sığmayacak denli kurallar silsilesidir. Özetle; insan olmak eğitimli, sorumluluk sahibi duyarlı kişiler için zor; eğitimsiz, alışılagelmiş ana-baba işi yaşayanlar içinse gerçekten kolaydır. Doğumundan ölümüne insan, doğanın kendisine tanıdığı yaşam döngüsünü yararına ya da zararına kullanır; o onun bileceği iştir.
Futbol dedik, bizi nereler getirdi?
İnsanoğlu topa ilk vurduğunda bu oyunun zamanla kendi yaşam renklerini yansıtacağını kestiremezdi! Zaman bizi değiştirdikçe, bizler de futbolu güncelleştirdik! Kurallarından oyun sistemlerine değin, ilgimizi köpürtecek, içinde kendimizi bulacağımız basit ama coşku verici malzemeler kattık. Şöyle ki; siyahi futbolcuların hırsı, beden dili, yeteneği ve yeşil zemine olan renk uyumu futbolu olağanüstü bir güzelliğe taşıdı. Oyun zorlaştıkça hız attı! Hız sonuç getirince, atlet/futbolcu talebi patladı. Koşan, savaşan adamı tribünler de sevdi! Anlaşılan başarıyı, yengiyi, hep önde olmayı sevenler futbolu aldı götürdü!
O yoksul günlerin futbolu çok eskilerde bizimdi! Dumanların arasından stadın ışıkları göründüğünde karnımız acıkırdı. Dolmabahçe camisinin önüne sıralanmış tükürük köfteciler, forma, flama satanlar… İstanbul’un varoşlarından futbola akan on binlerce emekçi, memur, emekli, öğrenci; okumuş okumamış futbol düşkünü… Yüreğimizde takımımızın başarısı, elimizde bayraklar… O köftelerin doyumsuz tadı, tribünden yankılanan sloganlar ve gol atmasını beklediğimiz usta ayaklar… Metin, Ali, Feyyaz, Selçuk, Semih, Tuncay, Tanju, Hakan… Bu çocuklar bizimdi!
Şimdilerde küreselleşme, boynumuzda madalya!
Siyasetimiz, ekonomimiz, kültürümüz, modamız gibi futbolumuz da bizlerin değil!
Yabancılar, yerlileri kovdukça bu oyun belki daha heyecanlı ve zevkli geçiyor ama bizim futbol, bizden geçiyor!
Ne yapılıyorsa aslında bizler içinmiş!
Yerli çamaşır makinesi başımızı mı ağrıtıyor, köşede yabancısı satılıyor…
Yerli koşmuyor mu; iki saat sonra git havalimanından al, getir zenci kardeşimi, oynat!
Her şey bizler için!
Yeter ki mutlu olalım!
Bizim atamadığımız golleri bu Afrikalı kardeşimiz atsın, bizim alnımızı ak kılsın… Takım adlarının önüne de paralı şirketlerin adları yazılsın… Emperyalizm çamurdan, yağmurdan, patlak toptan oluşan yoksulluk gururumuz futbolumuzu elimizden aldı; yerine garibanımın, yoksulumun, emekçimin, öğrencimin, emeklimin, kapıcımın duygularına “tercüman” olmayan, dilinden anlamayan, maç sonrasında yemeğini esnaf lokantasında yemeyen, evine otobüsle değil Porsche’siyle giden adamları futbolcu diye getirip önümüze koydu! Evet, öyle diyorlar Atatürkçüler, ulusalcılar, devrimci yandaşlar… Şunu da ekliyorlar; “Bu çocuklar Türk gibi sevinmiyor!”
Bizden alınanları saysak kafaları karışacak!
Dönelim bizim olmayan ama müthiş zevk veren futbolumuza…
***
Birbirimizin içinden çıkmışız; futbol ve biz!
Okuduk diyelim; iş bulduk, çalışıyoruz diyelim; sevdik, evlendik diyelim; duygularımız da var insanız ya; sevgi, sabır, hoşgörü, vicdan, ihtiras, kin, öfke, korku, nefret, tez canlılık… Bunları yüklenip öyle giriyoruz statlara… Duygularımızı 90 dakikanın dört duvarına asıyoruz. Futbolcular artık elimiz, ayağımız…
İlahi düdük çalıyor…
Santra ile başlıyor yaşamımız… İleri bir top gönderiyor bizimki… Ceza sahası dışında kesiyorlar! Bileğini tutuyor, yazık yahu!
– Bırakmazlaaar! Dükkânı o gün tutsaydım kardeşim… Kestiler beni de böyle (yerde yatanı gösterdi) jilet gibi… Kayınçosuna vermiş dürzü!
– Faul! Zeki atar…
– İlk dakikalarda gol olursa harika; çözülürler!
Vurdu, goooool oldu!
– Bu gol kime yazılır dostum? Zeki’ye mi, senin kayınçoya mı?
– İniyorlar kalemize bak o…çocukları… 1-0’dan sonra fena geliyorlar… İnşallah ayağı kırılır vuramaz! Sağdan, soldan, ortadan… Gol yemeyelim Hüseyin! Kapattık kaleyi ama… Doldur boşalt, sanki on top var anasını satayım sahada… Saat kaç?
– Sahada olsan döversin değil mi? Aslanım be! Hatırlıyor musun? Fabrikanın önünde girişmiştik adamlara… Kalabalıklardı; grev önlükleri vardı üzerimizde… Aynı böyle saldırıyorlar o gün… Bir temiz sopa yediler… Onların sol kolu yoktu, sağları vardı!
Gözler oyundan kayınca ilahi düdüğün hikmetini göremediler. Nijeryalı, Polonyalı Zeçek’i yıkmış! İlahi düdük kararını vermiş… Penaltı!
– Sırp Rodnik atar, Yaşar kurtarır…
Attı, kurtardı!
İnanılacak gibi değil…
Tribünler ayakta, Yaşar omuzlarda…
– Gördün mü? Rodrik’in yerinde olmak istemem… Ekmek parası, ama yüzünün karası; atsaydı!
– Öyle deme hacı! Kaç penaltı attın yaşamında?
– Çoook! Hepsini kurtardılar… Gol yüzü görmedim… Bundan sonra da umudum yok… Kaç penaltılık maçımız kaldı ki moruk? Kaçırana üzüntüm ondandır!
– Maça bakalım birader, neredeyse bitecek… Bir gol olsun bizim olsun hacı, mutlu ayrılalım iyi mi?
– Olmuyor bazen dediğin hacı… Haberin var mı? Mahalledeki ciğerci…Aslan gibi delikanlı biliyorsun; manifaturacının kızına açılmış sonunda! Seni alacam kız demiş… Arkadaşları da kıza; “her gün Edirne ciğeri yersin kız, ben olsam giderim” diyorlarmış. Dedin ya şimdi “bir gol olsun, benim olsun…” Ciğerci Rafet de “bu kız olsun, benim olsun…” diyormuş!
Müthiş bir ara pası uzattı Marcos defansın arkasına, savunma ağır kalınca çekti götürdü Zeki… Nereden çıktıysa çıktı, kayarak vurdu topa adamın teki… Top dışarıda; taç! İki saniye gecikse öküz, top kalede… Al sana 1-1!
– Gördün mü neler oluyor hacı? Takımın yazgısı saniyelerle yazılıyor… Karşı tribüne bak küfür bin para… Bu adamların yarınki ruh halini düşünebiliyor musun?
– Neye benzedi biliyor musun? Necla vardı ya, Necla… Uzatmalım! Söz bohçasını da götürmüştüm, iş yüzüğü almaya kalmıştı. Para yok, baba yok… “Bekle” dedim… “Olur” dedi, sevindim… Aşkı sağlam, sevdası yüreğinde bildim di… Hatırlıyorsun değil mi o günümü… Bedros abiden kaptığım gibi yüzüğü anasının evine koşmuştum… Evet, çok bekledi doğruya doğru!
Maç bitmiş, tribünler ağır ağır boşalıyordu. Kalktılar… Maç, bir tacın ve bir topun karaktersizliği ile sona ermişti. Yaşamın bir kapısından girmişler, öteki kapısından aynı şeyleri yaşayarak çıkmışlardı.
– Kapıyı açtı anası, kusura bakma evladım, ‘kızımızı zücaciyeci Selim Bey’in oğluna verdik… Beklemekten kızın adı çıkacaktı, Allah koruya…’ demez mi? Şeytan, git o avizeleri, sürahileri, bardakları adamın başına çal dedi ama… Bir gol için değmezdi! İzledik; bir gol olsun bizim olsun… Ha Zeki atmış, ha ben, ha zücaciyecinin oğlu, ne önemi var? Bunun için taca çıkan topları da sevmem moruk…
Futbol sahada oynanır ve orada biter; oysa tribünlerdeki insanın 90 dakikada yaşadıkları bir yaşamın kısa özetidir.