MUTLU YILMAZ: Sayın Akça, öncelikle hoş geldiniz. Kıbrıs Barış Harekâtı’nın üzerinden 50 yıl geçti. Mevcut durum (de facto) uluslararası düzeyde devam ediyor ve henüz bir anlaşma zemini yakalanamadı. Fakat şurası bir gerçek ki; o günden bu yana Kıbrıs’ta kan dökülmedi. Bu açıdan bakıldığında Türk Ordusu’nun adadaki varlığı en büyük güvence olmuştur. Sizce bu haliyle bir 50 yıl daha devam edilebilir mi, bu konudaki düşünceleriniz nelerdir?
LATİF AKÇA: Öncelikle güzel sözleriniz için çok teşekkür ederim Mutlu Bey. Şimdiye kadar yaptığımız tüm çalışmalardaki desteğiniz ve milli davaya olan katkılarınız, bizler için paha biçilmez değerdedir. Evet, 20 Temmuz’un 50.yılını bu yıl hep beraber kutluyoruz ama 20 Temmuz’lar keşke hiç olmasaydı diyorum ben. Çünkü biliyorsunuz, biz Atatürk’ümüzün de söylediği gibi “Yurtta sulh cihanda sulh”u ilke edinmiş, asla insanların birbirini öldürmemesini hatta hayvanları bile öldürmemesini savunan insanlarız. Ama Kıbrıs biliyorsunuz Ortadoğu’nun yani dünyada en çok konuşulan sorunlu bölgenin de tam göbeğinde…
Yalnız sürekli gözlerden kaçan bir husus var. Biz Kıbrıs’ı Rumlardan almadık ki Rumlara verelim. 1571’de Venedikli korsanlardan, Lüzinyanlardan 52.000 şehit vererek aldık, her metrekaresinde şehidimizin kanı vardır. Bu adada daha önce azınlık olarak yaşayan Rumlar, o dönem sürgün ediliyor, kiliseleri kapatılıyordu. Osmanlı’nın fethiyle Karaman’dan, Kırşehir’den, Kayseri’den gelen atalarımızın burada kurduğu düzende -ki valilik düzeni tabii o dönem- egemenliğimiz altında 300 yıla yakın yaşıyorlar. Ta ki ne zamana kadar? Osmanlı’nın o son döneminde ada İngilizlerin kullanımına verilinceye kadar.
İngilizler, I. Dünya Savaşı sırasında bizle karşı blokta olduğu için adayı ilhak ediyor. Sonrasındaki dönemde Rumlar bu İngiliz dönemini çok iyi kullanıyorlar, adada güçlenmeye başlıyorlar. Ne gariptir ki, ilk saldırıları bize değil İngilizlere yapıyorlar. O dönemde kamplarını yakıyorlar, rakam vermek zor ama 200’e yakın İngilizi burada yakarak öldürüyorlar, taciz ediyorlar. Ve hangi süreç aslında başlıyor? İngilizleri yavaş yavaş korkuttuktan sonra Türklerin üzerine gelişleri başlıyor. Adada en büyük olmak istiyorlar, hayalleri ENOSİS yani Yunanistan’a bağlanmak ve bu uğurda EOKA terör örgütünü kuruyorlar.
Bizler de bunun karşısında TMT’yi kuruyoruz. Tabii ki şunu belirtmek gerekir; EOKA hem Türkleri hem İngilizleri adadan atmak için kurulan bir terör örgütüyken tam tersine TMT, Türkleri korumak için kurulan bir örgüt. Çok farklı birbirinden bunlar ama yıllar içerisinde ikisi sanki aynıymış gibi bir algı oluşturuldu.
Adnan Menderes ve Fatin Rüştü Zorlu’nun dış politikadaki girişimleri İngilizleri uyandırıyor. İngilizler diyorlar ki; Biz bu Türklerle Rumlar arasında bir Türk-Yunan dengesi kuralım ve üslerimizi koruyalım. Tüm Ortadoğu’yu dinleyip izledikleri bu iki üssü (Agratur ve Dikelya) koruyabilmek için 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kuruluşuna destek oluyorlar. Makarios başta bunu reddediyor fakat İngiliz gizli servisi Makarios’un önüne kimliğiyle ilgili bazı belgeler koyup onu korkutarak 1960 Cumhuriyeti’ne giden o meşhur imzayı arttırıyor.
Tabii bu yolda Doktor (Fazıl Küçük) ve Denktaş büyük liderlik gösteriyor. İngiltere ve Yunanistan’la birlikte Türkiye de garantörlük hakkı kazanıyor. Ve bu garantörlüğün etkin ve fiili olması özellikle not düşülüyor yani şu; Bu devletlerden herhangi birisi adada bir anlaşmazlık olması halinde diğerleri hareket etmese bile tek başına adaya müdahale hakkına sahiptir. Nitekim o anahtarla biz 1974’te adaya müdahale ediyoruz.
Mahkemelerde olsun, memuriyette olsun, askerlik alımlarında olsun denge 70’e 30’du biliyorsunuz. Bunu bile hazmedemeyen Rumlar, büyük ötekileştirmeler yapmaya başlıyorlar. Makarios, “fazla hak verdik” diyerek 13 maddelik meşhur Makarios Anayasasını hazırlıyor ve bunu dönemin Cumhurbaşkanı muavini Doktor Küçük’e imzalaması için baskı yapıyor ama bizler bunu imzalamıyoruz. Tabii bu arada bize saldırmaya başlıyorlar. Nitekim o Kanlı Noel dediğimiz günle başlayan sokak çatışmalarının artık evlerin içine girilmeye başladığı günlerde Türkiye, Kıbrıs semalarında uçaklarını uçuruyor. Türkiye’nin daha önce buraya müdahalesi olmadı deniyor; belki bir çıkartma yapmadı ama Kanlı Noel sonrası

ve Geçitkale olayları sırasında Türkiye duruma havadan müdahildi. O meşhur kahraman çocuklarımızın ölümü göze alarak Erenköy’e çıkışlarında kuşatılıp ateş açıldı ki, bunlar Kıbrıs Türklerinin altın çocuklarıydı, sonraki yıllarda devleti yöneten kadrolar da bu çocuklar olacaktı. Tabii Türkiye bu olan bitenler ve son olarak ENOSIS darbesinin üzerine hızlı bir şekilde tüm kuvvetleriyle adaya çıktı.
Biz o dönemde Kıbrıs Türkleri olarak büyük direniş gösterdik. 103 köyümüz yakıldı, bir kısmımız göç etmek zorunda kaldık ve adanın %3-4’lük kısmına sığacak şekilde gettolar halinde yaşadık. 1974’e kadar 11 yıl hep biliyorsunuz adaya Türkiye’nin ne zaman geleceğini beklemekle geçti. O sırada TMT ile köylerimizi korumaya çalıştık, insanlarımızı savunmaya çalıştık. Hem Doktor’umuz hem de Denktaş’ımız sürekli Türkiye’ye gidip geldiler. Mesajlar veriliyordu Türkiye’den “Korkmayın arkanızdayız!” diye. Doktor Küçük’ün biliyorsunuz meşhur hikâyesi vardır; “Artık arkamızda değil sizi yanımızda görmek istiyoruz anavatanımız” diye…
Tabii Rumlar o dönemde radyolarda “Bekledim de gelmedin” şarkısını çalıp moral bozmaya başlamışlardı ve bunun karşılığında Türkiye’den de “Bir gece ansızın gelebilirim…” şarkısıyla adeta yanıt veriliyordu. 20 Temmuz sabahı en sonunda geldiler ve Ecevit’in meşhur “Kıbrıs’a yalnızca Türklere değil Rumlara da barış getirmek için gidiyoruz.” sözleri çok önemliydi. Yine Denktaş Bey’in radyodan “Bayrak Bayrak Bayrak! Şu anda Türk Silahlı Kuvvetleri ve kahraman Mehmetçik adımıza intikal etmiştir…” sözleri hafızalara kazınmıştı. Aslında devletin temellerinin atıldığı günlerdi o günler. Ardından 20 Temmuz biraz yarım kaldı, baskılar vardı “Masaya oturun!” diye. Ama Rumlar bu arada ne yaptı? İfestos Planı’nı devreye soktular. Muratağa, Atlılar ve Sandallı’da katliamlar yaşandı. Neydi bu İfestos Planı? Daha önce Girit’te yapıldığı gibi bir gecede adayı tamamen Türklerden temizlemekti. Tabii o tehlike ortada olduğu için ordumuz Ağustos’taki ikinci harekâtla hattı Gazimağusa’ya kadar dayandırdı. Ondan sonra da nüfus ve mal mübadeleleri ile sizin de ifade ettiğiniz gibi adada barışı ve huzur ortamı tesis edilmiştir. Yani baktığında Türk askeri nasıl 1571’den 1870’lere kadar adadaydı ve adada asla kan akmadı hep huzur içinde yaşandı, 1974’ten sonra da Türk askerinin adaya ayak basmasıyla şu son 50 yılda huzur ortamı vardır. Geçmişte Afrodit’in kanlı denizi dedikleri Akdeniz, artık gerçekten bir “Ak deniz”dir. Bir dipnot olarak bunu da okurlarımızla paylaşmak isterim.
MUTLU YILMAZ: Harekâtın ardından 1975’de Türk tarafı Kıbrıs Türk Federe Devleti (KTFD) olarak bir federe devlet oluşturdu. Merhum Rauf Denktaş’ın aktardığı şekliyle; Rum tarafının da kendi federe devletini oluşturması ve bu iki devletin ortaklığında iki bölgeli ve iki toplumlu (bi zonal-bi communal) bir federasyon düşünülmüştü. 1983 Kasım ayına gelindiğinde bu şekilde daha fazla vakit kaybedilemeyeceğine karar verildi ve bağımsızlık ilan edildi. Şöyle bir geriye dönüp baktığınızda 1983 yılı sonu ne kadar uygun bir zamandı ve o tip bir federasyon imkânı tamamen ortadan kalkmıştır diyebilir miyiz?
LATİF AKÇA: Tabiî ki federe dönemi beklentileri karşılamadı. “Gelin ve %30’luk haklarınızı alın” dediler. Ama Denktaş Bey’in ifadesiyle böyle bir şeyi ancak haysiyetsiz ve hain bir lider kabul edebilirdi. Ölümü göze alarak çalışmış bir liderin bunu kabul etmesi zaten beklenemezdi… Biz Kıbrıs Federe Devleti olarak onlar Kıbrıs Devleti olarak oturmaya gittiğimizde bize asla bir devlet veya bir halk gibi değil, bir azınlık gibi davranmaya başladılar. 1983’e gelindiğinde Türkiye’de bu sefer bir askerî idare dönemi vardı ve büyük bir boşluktu. Sayın Denktaş tüm partileri saraya davet etti. İletişimi kesti, kapıları kapattı ve “cumhuriyeti ilan edeceğiz” dedi. Denktaş Bey o dönemde hepsinin desteğini alarak Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ni kuruyor. Aradan kısa bir süre geçtikten sonra muhalefet bazı ayak oyunlarına giriyor; imzalamamak, kabul etmemek gibi… Ama günün sonunda kabul ediyorlar. Denktaş Bey sırf muhalefet o dönemde anayasayı desteklesin diye hiç unutmuyorum ve hep bunu söylerim Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin anayasasına bir madde ekletiyor ve diyor ki, tekrardan Rumlarla bir federasyon görüşülecek ve ortak akılda yeniden buluşulacak olursa KKTC kendi koyduğu bu maddeyle zaten kendisini feshedip tekrardan Kıbrıs Cumhuriyeti’nin bir ortağı olarak -örneğin Kıbrıs Türk devleti- adıyla devam eder. Muhalefeti ikna etmek ve dünyayı da bize karşı yumuşatmak için bir stratejidir bu.
MUTLU YILMAZ: Bu madde hala anayasada duruyor mu?
LATİF AKÇA: Evet, duruyor. Yani bu şu demek; biz Kıbrıs Türkleri olarak barışa hazırız zaten Annan Planı‘nda bile görüldü en son. Adada her zaman olası barışa “Evet” diyen Türkler olmuştur ama savaş çıkaran ve “Hayır” diyenler hep ödüllendirilmiştir. Bu da dünyanın ayıbı olsun.
MUTLU YILMAZ: Pek tabii kamu diplomasisini de harekete geçirmek gerekiyor bu tip durumlarda. Gerçekten de Annan Planı çarpıcı bir örnek. Orada Türk tarafı “Evet” demesine rağmen yine de bunun cezası Türk tarafına kesilmiş gibi bir şey oldu, gerçekten ilginç…
Sayın Akça, son yıllarda yoğun biçimde Kıbrıs Türk toplumu adına toplantı ve konferanslara katılıyorsunuz. Son olarak geçtiğimiz ay Varşova ve Viyana’da bu kapsamda bulundunuz. Benim görebildiğim kadarıyla bir hayli tepki de aldınız. Bu ziyaretlerinizde siz nelerle karşılaştınız, bizimle paylaşır mısınız?
LATİF AKÇA: Türklerin dünya üzerindeki âli hak ve menfaatlerini korumak hepimizin görevi. Çünkü dünyada gelecek nesillere bıraktığımız miras kadarız. Bu miras para değildir Sayın Yılmaz, bu kendi ayakları üzerinde duran bir devlettir. Bu bağlamda kendimize edindiğimiz şiarla sivil toplum örgütlerinin üst düzeyde katıldığı Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı (AGİT) konferanslarına yaklaşık olarak 8 yıldır mümkün mertebe biz de katılmaya çalışıyoruz. Orada Kıbrıs Türk halkına karşı hala ambargoların ve izolasyonların devam ettiğini, bunlara tek maruz kalan devletin KKTC olduğunu dile getiriyoruz. Evet, bizim devletimizi tanımayabilirler Sayın Yılmaz, fakat bizim sporcumuzun, sanatçımızın dünyayla entegre olmasını, kucaklaşmasını engelleyemezler; bu büyük bir insanlık suçudur. O yüzden bunların bir an önce kaldırılması ile ilgili çalışmalar yapıyoruz.
Bu son katıldığımız AGİT toplantısında özellikle konu kadınlarla ilgiliydi, onlara yapılan haksızlıklarla, kadın haklarıyla ilgiliydi. Kıbrıs’ta, Kıbrıs Türk kadınının dünya tarafından izole edilerek turizmcisinden siyasetçisine varıncaya kadar öğretmeninden sporcusuna, sanatçısına kadar hatta kadın haklarını savunanına kadar hiçbir şekilde dünyaya entegre olamadığını, dünyaya faydası olamadığını ve hatta yer yer mobbing yapıldığını ve bir an evvel dünyanın bundan vazgeçmesi gerektiğini vurguladık. Annan Planı’nda da Kıbrıslı Türklere “Plana evet derseniz size serbest dolaşımı açacağız” demişlerdi ama sözlerinde durmayarak bizi cezalandırıp Rumları ödüllendirdiler. İşte bu ayıpları yüzlerine vurduk. Rum-Yunan ikilisi buna itiraz etti fakat bu sefer de toplantıda hazır bulunan Türk Dışişleri müsteşarı onları muhatap almayarak doğrudan AB’ye sitemde bulunarak bizleri destekledi sağ olsun. Ve AGİT ilk defa bir yayınını YouTube‘a koymadı, normalde bütün yayınları vardır ama o günkü yayınlar konulmadı. Biz susmamak; buralarda bir tane değil birkaç Latif, birkaç Mutlu, birkaç Ahmet olmak zorundayız. Ne kadar çok ses çıkarırsak o kadar dikkat çeker. Umarım hem Anavatan Türkiye Cumhuriyeti hem de Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ndeki milliyetçi geçinen, bizimle aynı yoldan giden arkadaşlar bu konularda daha hassasiyet gösterir ve bize destek olur.
MUTLU YILMAZ: Evet, çok doğru söylüyorsunuz efendim… Zaman zaman Türkiye basınına da yansıyan yabancılara mülk satışı mevzusundaki tartışmaları nasıl değerlendiriyorsunuz? Bu satışların ileride Kıbrıs sorunu özelinde Türk tezleri açısından bir tehdit potansiyeli taşıdığına inanıyor musunuz?
LATİF AKÇA: Tabii devletlerin her zaman kendini koruması gerekir. Kıbrıs’ta bazı hatalar vardı, sonuçta genç ve tecrübesiz bir Cumhuriyet, hızlı bir şekilde kurulan bir devlet vardı. Bu yasaların düzenlenmesi gerekirdi, maalesef bunlar ertelene ertelene büyük bir sorun haline geldi. Sayın Yılmaz, şu anda ülkede ciddi anlamda demografik yapıda bir bozulma var. Bu Kıbrıs Türklerini de rahatsız etmekte. İtirazlar en yüksek perdeden zaten yapılıyor sizin de takip ettiğiniz gibi. Ancak 1974’ten sonra bizi savaş ile dövemeyen Rumların kendi içimize yerleştirdikleri sivil toplum örgütleri, sendikalar ve partiler onların elini güçlendiriyor ve böylece Türkiye’ye karşı daha çok söz söyleyebiliyorlar. Dünya’ya da burayı işaret ediyorlar; “Bakın Türkiye’nin garantörü olduğu KKTC ve Kıbrıs ne hale geldi…” diye insan kaçakçılığından tut, Kıbrıs’a nüfus yığılmasına kadar Türkiye’nin suçlanmasına çalışıyorlar.
Zaten kumarhaneler bir nevi kalın bağırsak görevi görüyor. Yine bununla birlikte bir takım oligarkların para trafiği de burada dönüyor. Peki KKTC’ye bunlar neden yapılıyor? Eğitim adası diyoruz, o halde eğitimi yükseltelim. Ama bugün bir bakıyorum ülkede özellikle Türkiye’den buraya gelip üniversite açanlar sahte diplomalar vermişler. Seviye git gide aşağı çekiliyor. Doğu Akdeniz Üniversitemiz bir zamanlar çok iyi yerlerdeydi bugün ciddi kan kaybetmiş vaziyette. Ekonomik kriz de yaşandığı için sorunlar daha şiddetli yaşanıyor. Yabancılara satılan yerlerle de ilgili; Evet bazı binalar yapılıp satılıyor.
Konuştuğumuz gibi ülkedeki yasaların da düzenlenmesi gerekir. Bu yapılan inşaatların da, bu kadar gelen nüfusa karşı eğitimin de yeniden gözden geçirilmesi, sağlık sisteminin tekrardan kontrol edilip düzeltilmesi gerekir. Sadece ev satmak mesele değil ki, onlara karşı nasıl bir altyapı hazırlığı yaptığın da önemli. Eğer devletsen buraya yatırım gelmesini istiyorsan ve sorun yaşamak istemiyorsan bunların her şeyini; okulundan sağlığına, sağlığından adaletine kadar bunların transferlerinden tut toplu taşımasına ve uçağına kadar hazırlanman gerekir. Bunları yapmadığında içerideki kendi vatandaşına hizmeti iyi veremiyorsun, bu da onlarda büyük bir huzursuzluk yaratıyor. Bu çok önemlidir yani onları mutlu tutmak gerekiyor. Tıpkı adınız gibi zaten harekâtın adı da sizin adınızı taşıyor: Mutlu Barış Harekatı.
Bu yüzden adada ciddi bir formata ihtiyaç var. Adanın tüm paydaşlarını; mühendisinden elektrikçisine, iç mimarından şehircisine, belediyesine ve kaymakamına hepsini dinleyerek bir yeniden başlangıç yapılması yerinde olur… Adanın yeniden bir imar yasasına ihtiyacı olduğunu söyleyebilirim.
MUTLU YILMAZ: Nüfus mübadelesi sonrasında elli yıla yakın bir müddettir iki toplum fiili olarak kendi devletlerinde huzur içerisinde yaşıyor. Yanlı veya yansız herkesin hakkını teslim ettiği gibi Kıbrıs Türkleri demokratik olgunluğa sahip bir halk ve yine KKTC tüm kurumlarıyla değerlendirilecek olursa örneklerine Avrupa’da bolca rastladığımız türden modern bir devlet. Müzakerelerin geçen bunca yıldan sonra bir sonuca varamaması göz önüne alındığında bundan sonra da uzun yıllar bu statüde devam edeceği senaryoya göre bir hazırlık var mıdır sizce?
Yani bunu isterseniz ilk soruya bağlayarak ama biraz daha farklı soralım; Çözüm olmadan da devam edilebilir mi?
Yine yeri gelmişken sorayım; Çin’in her türlü blokajına rağmen kaliteli üretim gücü sayesinde varlığını koruyan ve kendisini bir şekilde kabul ettirebilen bir Tayvan ile KKTC’nin yol haritası ne ölçüde benzerlik taşır sizce?
LATİF AKÇA: Evet çok güzel örnek verdiniz. Yani şu anda konuşacak olursak, Rumlar bugün masada niçin bizle uzlaşmıyor? Çünkü Avrupa Birliği’ne girdiler. En büyük hedefleri neydi? ENOSİS. Avrupa Birliği’ne girdikten sonra Yunanistan’la doğal olarak orada buluştular zaten bu ülküleri gerçekleşmiş oldu. Ne düşünüyor; “Devlet bende imza hakları bende, ben şimdi bu Türklerle niye oturup da kazandığım tüm hakları bölüşeyim?” Ve oturmuyorlar tabii ki. Türkiye, Tansu Çiller “Gümrük Birliği’ne giriyoruz” dediğinde bunu ihmal etmeseydi -sonuçta Kıbrıs sorunlu bir ada- Kıbrıs, Avrupa Birliği’ne girebilir miydi? Giremezdi. Yasal mıdır? Değildir. Bugün bile Türkiye ve KKTC olarak AİHM’e gitse bu karar bozulabilir mi? Evet bozulabilir. Hadi bugüne dönelim. Cumhurbaşkanı Ersin Tatar çok güzel bir mesaj veriyor dünyaya. Biz eşit statüde iki egemen eşit devlete dayalı çözüm önerisi ile geliyoruz. Masaya 50 yıldır federasyon diye oturup uzlaşmayan Rumların istediği bir şekilde konuşmaya artık ne zamanımız, ne takatimiz, ne de İnancımız var.

Sayın Talat da denedi “yoldaşım” dediği adamlarla sonrasında biliyorsunuz… Mustafa Akıncı da denedi, hatta son Crans Montana zirvesinde ne dedi? “Barış yapacak son nesiliz. Eğer siz buna hayır derseniz sonrasında gelecek yeni nesil farklı çözüm modelleri ile önünüze çıkacaktır” dedi. Cumhurbaşkanımız Sayın Ersin Tatar hem BM sekreteri Guterres’e hem de diğerlerine ne diyor? “Biz masaya oturacaksak önce Kıbrıslı Türklerin siyasi eşitliğini kabul edeceksiniz sonrasında diğer ne konuşulacaksa konuşulur.” Federasyon denen o geleneksel yalana aramızda oturup konuştuk ve Türkiye Cumhuriyeti ile bir son verdik ve Türkiye Cumhuriyeti bu yeni tezimizi desteklemektedir. Aslında yeni tez de değil, demin sizin de ifade ettiğiniz gibi ada da zaten iki ayrı devlet vardır ve bu 1974’ten beri de böyledir ve 50 yıldır da denenmiştir, fevkaladede güzel bir şekilde sürdürülmüştür. Sayın Cumhurbaşkanı diyor ki; “Ne Türkleri ne de Rumları rahatsız edelim.”
50 yıldır bu mevcudu denedik herkesin çok mutlu mesut. Sürekli iki taraf arasında geliş gidişler, giriş çıkışlar söz konusu. Aslında adada zaten fiili bir durum var ve herkes bundan memnun ama siyasiler kendi hesaplarıyla devam edip halkta karşılık bulmayan federasyon dedikleri anlaşmayı zorlasalar da bu yaşamaz. İki defa evlerinden sürülmüş Türkler üçüncü defa aynı şeyi asla yaşayamaz. Bu Rumlar için de geçerlidir. O yüzden yapılacak en güzel anlaşma artık kimseyi rahatsız etmeden, kimseyi incitmeden iki eşit egemen devletli çözümdür. Şimdi Cumhurbaşkanımızın ve Türkiye’nin de desteklediği bu yeni siyaset vizyonu aslında tam olarak da budur.
MUTLU YILMAZ: Evet ben de benzer düşünüyorum. Federasyon çok geride kaldı, ispatlanmış zaten deneyi yapılmış bir durum var ve toplumlar huzur içinde yaşıyorlar, aynı adayı paylaşıyorlar. Küskünlük niçin olsun?
Bu devletlerin haklarını tanırsınız, bunlar kendi kendilerini zaten idare ediyorlar. Belki ileride bir Konfederasyon yoluna giderler sonuçta aynı adayı paylaşan iki devlet var ve bu iki devlet artık eski kavgaları bir kenara bırakmak durumundadır. Ama tabii bunun için biraz daha zaman gerekebilir. Sonuçta adamların eli rahat, AB üyesi olduktan sonra biraz daha naz yapan taraf onlar oluyorlar doğal olarak. Belki onların yerinde olsak biz de aynısını yapardık. Tayvan modeli derken ben tabii ki gerçekten Kıbrıs halkının ahlakına, bilgisine ve demokratik olgunluğuna çok güveniyorum. Çok gezdim ve beni de iyi tanıyorsunuz bazı yerleri beraber gezdik. Bize en uzak olan insanlar bile o kadar güzel argümanlarla tartışıyordu ki, dedim “Bu devlet bu toplum gerçekten yürür.” Bu adada üretim de olur. Türkiye’nin desteği ile ben inanıyorum ki belki bugün için değil ama yakın gelecekte KKTC bilimde sanatta kendini belli edecektir ve Çin blokajına ve ABD’nin “Tek Çin” politikasına rağmen Tayvan bugün nasıl konuşuluyorsa, Tayvan denince akla hangi değerler geliyorsa ileride KKTC deyince de kalite ve küresel bazda markalar akla gelecektir. Elbette bunun için çok çalışmak ve bir aşamaya kadar Türkiye desteği şart…
Doğu Akdeniz’de 2009 yılından itibaren Kıbrıs’taki statüyü de etkilemesi muhtemel çok önemli bir gelişme yaşandı: Hidrokarbon yataklarının keşfi! Adanın güneyindeki alanda tespit edilen rezervin İsrail ve Mısır’ın deniz yetki alanlarındaki rezervlerle birlikte Avrupa’ya iki ayrı alternatif hat üzerinde taşınması gündeme gelmişti. Enerji gibi bir kozun adada çözümü çabuklaştıracağı düşünüldü fakat ilerleme olmadı.
Sizce bundan sonra da enerji konusunun buradaki politikaya etkisi yine sınırlı mı kalır?
LATİF AKÇA: Türkiye’nin doğru bir hamle olarak Libya ile yaptığı anlaşmadan sonra tüm bu İsrail, Fransız, ABD, Mısır, Yunanistan ve Rum tarafının EMIT projesinin önünü kesmiş ve bu rafa kaldırılmıştı. İsrail iki yıl önce Türkiye’ye dışişleri bakanını gönderiyor ve Sayın Erdoğan’la görüşüyor. Diyor ki, artık şu anki Bakü-Ceyhan hattını kullanalım. Tabii ki oraya nereden gidecekler? Bizim Karpaz Burnu’ndan geçecekler. Dışişleri onlara diyor ki; “Tamam olur ama buradan geçecekse onları tanımak ya da onlarla bir protokol imzalamak zorundasınız.” Hatta İsrail o dönemin parasıyla 1milyar avro Kıbrıslı Türklere verilmesi için öneride bulunuyor. Türkiye üzerinden bu gazı Avrupa’ya gönderelim diye düşünüyorlar ama malum Gazze’deki savaş yüzünden proje şu anda beklemede. Tabii Türkiye Cumhuriyeti de o arada Akdeniz’de münhasır ekonomik bölgede KKTC ile TPAO Anlaşması yaparak hidrokarbon ve doğalgaz aramalarını devam ettiriyor idi… Şimdilik masada kartların yeniden dağıtılmasını bekliyoruz diyebiliriz.
MUTLU YILMAZ: Sayın Akça, başkanı olduğunuz Rauf Raif Denktaş ve Düşüncelerini Yaşatma Derneği, Kıbrıs ve Türkiye’nin haricinde Azerbaycan’da da bilinirliği olan bir dernek. Ayrıca derneğin düzenli aralıklarla çıkarttığı (hatta benim de yazar kadrosunda olduğum) akademik içerikte yayınlar yapan “Denktaşca” adlı bir dergisi de var. Ellinci yıl vesilesiyle; dernek faaliyetleri ve bunların KKTC dışındaki etkileri üzerine ne söylemek istersiniz?
LATİF AKÇA: Maalesef ekonomik dar boğaz ve Türkiye’nin kemer sıkmak zorunda oluşu bizleri de etkiliyor. Önceden başlamış projelerin dışındakilere kaynak ayrılmıyor, fonlarda ciddi kısıntıya gidildi. Basılı kitap ve dergilerin sayısını azaltıp dijital formatta yayına ağırlık verdik. Fakat daha geniş kitleye ulaştık; Doktor Küçük ve Denktaş kitaplarımız Play Store‘larda artık ve okullarda tüm çocuklarımız tarafından indiriliyor.
Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin Türk Devletleri Teşkilatı’a gözlemci olarak alınmasından ve Azerbaycan meclisinde bir dostluk grubu kurulmasından sonra biz de sivil toplum örgütleri olarak iki halkı daha da yakınlaştırmak adına sosyal çalışmaları yapmaya başladık. Azerbaycan’daki şehit ailelerini ile KKTC şehit ailelerini bir araya getirerek başladık. Ayrıca, bugün üçüncü günüydü, 30 tane şehit çocuğumuzu burada ağırlıyoruz. Biliyorsunuz; acılarımız bir, kültürümüz bir, dinimiz bir, tarihimiz bir. Üç devlet bir millet şiarıyla başladık. İnşallah ileride onu sekiz devlet bir millet hedefine taşıyarak Büyük Atatürk’ün yolunda hep beraber Kızıl Elma’ya ulaşacağız.
Bu vesileyle kurucu liderlerimiz Doktor Küçük ve Rauf Denktaş’la tüm şehitlerimizi ve vefat etmiş gazilerimizi rahmetle anar, geride kalanlara sağlıklı bir ömür ve saygılar sunarım. Bu güzel söyleşi için de ayrıca size ve TÜRKSOLU gazetesine teşekkür eder, 20 Temmuz Barış Ve Özgürlük Bayramınızı kutlarım.
MUTLU YILMAZ: Yoğun programınız arasında bizlere vakit ayırdığınız için okurlarımız adına ben de size teşekkür ediyorum.