14 Mayıs’a yaklaşırken Türkiye AKP’den seçimle kurtulmaya hazırlanıyor. Ancak AKP liderinin “demokrasi tramvayından” çoktan indiği de bilinen bir gerçek. Bir tehlike, bir tehdit görmezden gelinerek savuşturulabilir mi?
Millet İttifakı’nın bugüne kadarki taktiği buydu. Bu tavır, halka moral aşılamak için bir noktaya kadar anlaşılabilir. Demokratik bir mücadeleye girişen muhalefet, elbette ki halkın seçimlerin adilliğine ve oyunun gücüne inanmasını isteyecektir. Peki, ama oyunun gücüne ikna etmeye çalıştığımız halkı, oylarına sahip çıkması için de mücadeleye çağıracak mıyız?
Süleyman Soylu’nun yaptığı “14 Mayıs siyasi darbe girişimidir” açıklaması, yeni bir dönemece girdiğimizin işaretçisiydi. Bu açıklama muhalefetin büyük tepkisini çekti ancak hâlâ liderler açık tehdidi anlamamış gibi davrandılar. Demokrasinin tanımı, seçimlerin önemi gibi nutuklar verildi.
Beklenen dinsizler dinliler kışkırtması ise Bekir Bozdağ’dan geldi. “Şampanya-seccade” kurgusu basit bir zübüklük denemesi değildir. Kanlı Pazar’lardan Maraş katliamlarına, Sivas katliamlarından sabaha karşı okunan selalar ile iç savaş kurgularına kadar, yarım asrı aşkın rezil bir birikimi olan bir kışkırtma geleneğinden bahsediyoruz. “Kanlı mı olacak kansız mı” benzeri iğrenç tekerlemelerin sahipleri bu adamlar.
Binali Yıldırım’ın bir türlü dili dönmemesine rağmen “İstiklal” mücadelesinden bahsetmesi de rastlantı değildi. Zaten söylememesinden belli… Kastettiği elbette “istiklal” değil, savaştı. Yani “bu aslında bir seçim değil” söyleminin tek çıktığı yer orası: İç savaş tehdidi.
Nihayet dün ağızlarındaki baklayı,Tayyip Erdoğan en net bir şekilde çıkardı: “Ne Kılıçdaroğlu ve ortakları gibi devletimizi FETÖ’cülere ve bölücülere teslim edeceğiz.”
Bu açıklamanın yeri de çok önemli. AKP’nin memur teşkilatı, Memur-Sen’in toplantısında, en sert ses tonuyla “kararını” bildirdi, AKP’li memurların “reisi.” Hem bir güvence hem bir gözdağı…
“Devletimizi teslim etmeyeceğiz” sözü ancak bir kabile reisinin, bir kabile otokrasisinde sarf edebileceği bir ifadedir. Çünkü bu devlet Tayyip’in değildir. Tapulu malı sandığı Türkiye Cumhuriyeti Devleti’dir.
Oturduğu makamı teslim edip etmeyeceği de kendisinin keyfine, iradesine kalmış bir iş değildir. Çünkü Atatürk’ün kurduğu Türkiye Cumhuriyeti’nde “egemenlik kayıtsız şartsız milletindir.” Demokrasilerde böyle olur. Millet kararını ve oyunu verir. Oyu alamayan da tıpış tıpış gider. Gitmeyeni de ayağından tutup götürürler. İster Kısıklı’daki evine gider bekler, ister başka yere. Kendi bilir.
Seçim sürecinin son dönemecinde, “beka” gündeminin hortlatılmasının oy toplamak için yapılan basit bir milliyetçi manipülasyon olmadığını görmeliyiz. Anketlerin sonuçları ortadadır. Zaten Türkiye’de adil bir seçim yapılsa 2014 Yerel Seçimlerinden beri hiçbir seçimi kazanamayacaklarını da hepimiz biliyoruz.
Yukarıda saydığımız, “beka” çıkışlarını yapan isimlerin her birinin, sonu gelen AKP diktasının, kendi ifadeleriyle, en “sıkıntılı” isimleri olması da rastlantı değildir.
Elbette ki 20 yıldır temelini dinamitledikleri Türk Devletinin değil, kendilerinin “beka”larını ve bağımsız Türk yargısının ilerideki kararlarını düşünerek, ülkeyi bir kaosa ve son bir felakete sürüklemeye çalışıyorlar.
Muhalefet bu tartışmayı artık görmezden gelemez. “Bahar gelecek”, “hiç merak etmeyin”, “bir şeycikler olmaz” diyerek konu geçiştirilemez.
Nihayetinde AKP’nin lideri tavrını açıkladı. Seçimi kaybetse bile gitmeyeceğim, iktidarı da vermeyeceğim diyor. Bu zaten önceden de belliydi. Peki, muhalefet böyle bir durumda, hayır gideceksin, iktidarı da alacağız diyebilecek mi?
Kemal Kılıçdaroğlu’nun şu anda Türk milletine ve Türk devletinin içindeki tüm memurlara ve bürokratlara seslenmesi gerekiyor. Güven vermesi ve hukuku hatırlatması gerekiyor.
Kılıçdaroğlu daha önce özellikle yolsuzluklar konusunda bürokratlara buna benzer bir çağrı yapmıştı. Ve bu çağrının büyük etkisi olmuştu. AKP liderinin “olur mu ya Uluslararası Tahkim var, paramızı alırız” şeklinde ciddi bir pot kırması bu çıkıştan hemen sonraydı. İlk kez kendisinin iktidarının aslında pekâlâ biteceğini bal gibi kabullenmişti de, bir de uluslararası tahkimleri falan sayıklamıştı. Zayıf karın para olduğu için oradan ses çıkmıştı. Hiç “devleti”, “terörü”, “bekayı” falan da değil, doğrudan ihale paralarını, hak edişleri bahis konusu yapmıştı.
Kılıçdaroğlu’nun seçim konuşmalarında Tayyip Erdoğan’ın adını ağzına almamaya kararlı olduğunu biliyoruz. Belki de bu doğru bir “siyasal iletişim” yönetimidir. Hep birlikte göreceğiz. Buna lafımız yok. Ancak bu konuyla ilgili bizzat adını vererek Tayyip Erdoğan’ı ve herhangi bir çılgınlığa karışacak her türden gafili uyarmalıdır.
Türk Milleti de Türk Devleti de büyüktür. Tehditlerde bulunan kimseye teslim olmaz. Ancak teslim olmayacağımızı belirtme görevi de şu anda Cumhurbaşkanı Adayı olan Kemal Kılıçdaroğlu’ndadır. Yoksa devletimizin bekasını gerçekten hedef alan bir avuç çaresizin cüreti daha da artacaktır.
Öyle çok üst perdeden, gerilimli bir açıklamaya da gerek yok. Sayın Kılıçdaroğlu tek bir açıklamanız yeter: “Tayyip devlet ‘senin’ değil, seçimi de kaybedip tıpış tıpış gideceksin!”