Rizeli iki yazardan yakın tarihimizi aydınlatan bir eser: “Rize Duruşmaları”
Yakın tarihimizle ilgili en çok çarpıtılan ve İslamcı yazarların yalanlarıyla sürekli gündeme gelen olaylarından biri 1925’te Rize’nin o zamanlar adı Potomya olan meşhur (!) Güneysu ilçesindeki isyandır. Popüler İslamcı yazarlara ve siyasetçilere bakılırsa Cumhuriyet, Rize’de şapka giymediği için önüne geleni asmış, hatta donanma Atatürk’ün emriyle Rize’yi bombalamıştır.
İlk örneğini Necip Fazıl’ın verdiği bu çarpıtma kampanyası, ardından gelen her takipçisinin yeni uydurmalar eklemesiyle bugünlere kadar ulaşmıştı. Oysa Rize’de yaşananın bir şapka giymeme olayı değil açık bir silahlı isyan olduğunu, öyle her şapka giymeyenin değil sadece isyanın elebaşı konumundaki sekiz kişinin idam cezasına çarptırıldığını ve Rize’nin topa tutulmadığını çok iyi biliyoruz. Hem de belgeleriyle…
Artık bu doğrudan ve bilerek yalan söyleyerek uydurulmuş “Rize efsanesi”nin sonu geldi. Ve bunu sağlayan da Ankara İstiklâl Mahkemesi’nin Rize duruşmalarının zabıtlarının tümünü, yeni Türk harflerine aktararak yayınlayan bir kitap: “Ankara İstiklâl Mahkemesi’nin Rize Duruşmaları.”
Kitap Heyamola Yayınları’ndan çıkmış ve orijinal belgelerle birlikte 323 sayfa. Kitabın iki yazarı var. Recep Koyuncu ve Recep Usta. Recep Koyuncu, 1992 yılından beri Rize Müftülüğü bünyesinde imam ve hatip olarak görev yapan son derece Atatürkçü ve milliyetçi bir din görevlisi. 2004 yılından beri şehir tarihi ve arşivciliği ile meşgul. Kurucu başkanı olduğu Çınar Eğitim Kültür ve Yardımlaşma Derneği bünyesinde yayınladığı 18 kitabı ve çok sayıda makalesi var. Şu anda Rize İhtisas Kütüphanesi’nde şehirle ilgili muhtemelen en kapsamlı arşivi oluşturmuş durumda.
Recep Usta ile birlikte yazdıkları “Rize Duruşmaları,” yakın tarihimizin üzerinde en çok yalan söylenen olayı hakkında bilgi sahibi olmak isteyen herkesin mutlaka okuması gereken temel bir eser. Yakın tarihimize, özellikle Cumhuriyet’e ve Atatürk’e bu kadar çok saldırının olduğu günlerde, gerçekleri öğrenmenin ve donanımlı bir fikir savaşçısı olmanın her Atatürkçünün görevi olduğu açık…
Şapka Devrimi neydi, neden önemliydi?
29 Ekim 1923’te Cumhuriyet ilan edilmişti. 1924’te halifelik de kaldırılmış ve Türkiye’yi çağdaş bir ulus devlete dönüştürecek laikleşme adımları birbiri ardına atılmaya başlanmıştı. Bu ilerleme, çağdaşlaşma devrimine karşı Orta Çağ güçleri de direnişe geçmişti. Yüzyıllardır Anadolu Türkünü manevi bir baskı altında tutan, ona egemen olan güç, medrese ve tekke eksenindeki hocalar ve şeyhlerdi. Geçmişte birbiriyle kavgalı olan bu iki Orta Çağ gücü, Türkiye’nin çağdaşlaşma tarihinin başlamasının ardından aralarındaki meseleleri bırakarak, ilericilere karşı birleşmişlerdi. Tarihimizde bunun ilk örneği 31 Mart Vakası’ydı (1909). Sonrasında da gericilik, kah Kurtuluş Savaşı sırasındaki mahalli isyanlarda, kah Cumhuriyet’in ilanının ardından Şeyh Sait Ayaklanması gibi Kürtçü-Şeriatçı kalkışmalarda hep bu 31 Mart ruhuyla harekete geçmişti.
Atatürk ve genç Türkiye Cumhuriyeti ise artık gericiliği, Orta Çağ karanlığını kesin bir tasfiyeyle ortadan kaldırmaya kararlıydı. Bugünden bakıldığında şapka meselesi basit bir konu gibi görülebilir. Ama aslında kılık kıyafet ve özellikle de başlık konusu Türk çağdaşlaşmasının ve uluslaşmasının çok temel bir sorunuydu. Osmanlı toplumu yüzlerce cemaatin, tarikatın, etnik grubun, kabilenin, aşiretin oluşturduğu bir karmaşa görünümündeydi. Bu toplumdan bir ulus devlete geçmek, Türk Devrimi’nin birinci vazifesiydi.
Türk toplumuna sadece dış görünüşüyle bakıldığında bile ortaya garip bir tablo çıkıyordu. Yukarıda andığımız aşiretlerin, tarikatların vs. tümünün kendine özgü kılıkları ve özellikle de başlıkları vardı. Sarık, zaten dinci Ortaçağ güçlerinin simgesi durumundaydı. Fes ise aslında dinle de Türklükle de hiç ilgisi olmayan bir Yunan başlığıydı. Osmanlı’nın son döneminde sarıktan daha modern bir başlık olduğu düşünülerek kullanılmaya başlanmıştı. Kalpak ise daha da sonra askerlerin ve özellikle de Kuvayı Milliyecilerin başlığı olarak yer etmişti.
Fakat ortada bölünmüş bir Orta Çağ toplumu görüntüsü ve bu bölünmeleri insanların gözüne sokan ve dolayısıyla içinden çıkılmaz hale getiren bir kıyafet, başlık sorunu vardı. Atatürk ise Türk toplumunun görünüşüyle de uygar olması gerektiğini savunuyordu. 27 Ağustos 1925 günü İnebolu Türk Ocağı’nda yaptığı konuşmada şunları söylüyordu:
“‘Uygarım’ diyen Türkiye Cumhuriyeti halkı aile hayatı ile, yaşayış tarzı ile uygar olduğunu göstermek zorundadır. Özetle, uygarım diyen Türkiye’nin gerçekten uygar halkı, baştan aşağı dış görünüşü ile de uygar ve ileri inşalar olduğunu göstermek zorundadır.”
Atatürk’ün verdiği bu işaretin ve kendisinin şapka giymeye başlamasının ardından Eylül ayında bir kararname ile memurların şapka giymesi zorunluluğu getirildi. 25 Kasım’da ise kanunlaştı.
1925 Kasım ayında Rize’de ne olmuştu?
Şapka giyilmesinin yasalaştığı 25 Kasım 1925’te, Rize’ye bağlı Potomya’da isyan başlamıştı. Cumhuriyet’ten rahatsız olan, özellikle de yeniliklerle çıkarları bozulan gericilerin kışkırtmasıyla Potomya’daki Ulucami’nin önünde köylerden de gelenlerin katılımıyla kalabalık toplanmıştı. Örgütleyiciler, kalabalığı kışkırtmak için şapka aleyhtarı ve Cumhuriyet hükümetini hedef alan fetvalar ve dualara okumuşlardı. Ama mesele böyle basit bir gösteriyle sınırlı kalmayacaktı.
İsyan hazırlığı gayet planlıydı. Ulucami önüne silahlı olarak gelen isyancılar, yakındaki jandarma karakolunu basmış ve askerleri hapsetmişti. Karakolun basılmasının ardından işin çığırından çıkmaya başlamasından rahatsız olan bazı kimseler olayları durdurmaya çalışmışsa da silahlı ve hazırlıklı isyancılar karşısında yapabilecekleri bir şey yoktu. 150 kişilik silahlı isyancılar, Rize’yi basmak için yola çıkmıştı. Bu arada Ankara’da “bir şeylerin” olduğu, Atatürk ve İnönü’nün vurulduğu, ölü ya da yaralı olduklarına dair söylentiler de kalabalık arasında yayılmaya başlanmıştı. Bunun isyan elebaşları tarafından kalabalığın cesaret bulması için yapıldığı anlaşılıyor. (Rize Duruşmaları, s. 9)
Gelgelelim, bu silahlı 150 kişinin Rize yolunda az çok akıllarının başlarına gelir gibi olduğu da anlaşılıyor. İsyancılar, Rize’ye varmadan, baskın yapmaktan vazgeçerek dağılıyor. Olay, o gün içerisinde bitmiş olsa da sonrasında olaylara katılan ve özellikle örgütleyen gericilerin ele geçirilmesi pek kolay olmamıştır. İsyan elebaşlarının teslim olmaya direnmesinin üzerine Hamidiye kruvazörü, Rize açıklarına gelerek 2 Aralık’ta selam atışı yapmıştı. Rize’nin topa tutulduğu yalanının temelinde de açıkta yapılan bu gözdağı atışları vardır. (age., s. 34-35)
Hükümetin bu hamlesi etkili olmuştu. Saklanmaktan ve direnmekten vazgeçen isyancılar birer ikişer teslim olmuşlardı. Bundan sonrası, Rize’ye gelen Ankara İstiklâl Mahkemesi’nin yargılaması ile yüzleşmeleri olacaktı.
Duruşmalar, suçlamalar, cezalar ve beraat edenler
Şapka Devrimi’nin ertesinde Sivas, Kahramanmaraş, Rize gibi şehirlerde çıkan olayların ardından Ankara İstiklâl Mahkemesi bu illere giderek yargılamalar yaptı. Rize’deki isyanın ardında buraya da gelen mahkeme heyeti, 11 Aralık 1925’te yargılamalara başlamıştı. Heyetin başkanı Ali Çetinkaya, üyeleri ise Necip Ali Küçüka, Reşit Galip Bey ve Kılıç Ali’den ibaretti. Kitapta, mahkeme heyetini oluşturan ve hem Milli Mücadele döneminin hem de Cumhuriyetin önde gelenleri olan bu önemli isimlerin kısa biyografilerine de yer verilmiştir. (age., s. 18-19)
Mahkeme, olaylarla ilgili olarak sanıklara şu suçlamaları yöneltmiştir: Dini siyasete alet etmek, Rize vilayetin basmak ve Cumhuriyet yönetimini yıkmak amacıyla silahlı isyan başlatmak. (age., s. 35)
Yıllar sonra Necip Fazıl ve benzerlerinin iddia ettiği gibi şapka giymediği için cezalandırılan kimse olmadığı gibi yargılanan da yoktu. Zaten şapka ile ilgili kanun, memurlar dışında kimseye şapka giyme zorunluluğu da getirmiyor, sadece şapkadan başka başlıkların giyilmesini yasaklıyordu. Yargılananlar ise görüldüğü gibi devlete karşı silahlı isyan başlatmak ve dini siyasete alet etmekle suç işlemişlerdi.
Mahkemede isyan başlatanlarla beraber, daha önce şapka giyen Ulucami muhtarının evini basıp kendisini alıkoyanlarla İskilipli Atıf’ın Frenk Mukallitliği ve Şapka adlı kitabını Rize’ye getirip dağıtanların da yargılandığını yine Rize Duruşmaları’ndan öğreniyoruz. Aslında olayların kökeninde bu kitabın İstanbul’dan Rize’ye getirilmesiyle yapılan bir kışkırtma olduğunu da tutanaklardan anlıyoruz. Bu İstanbul bağının ucu, İstanbul’daki medrese hocalarına, İskilipli Atıf’a, Milli Mücadele’ye düşmanlığıyla tanınan Şeyhülislam Mustafa Sabri’ye kadar uzanmaktadır. (age., s. 136)
Yargılamalar sonucunda ortaya şöyle bir tablo çıkmıştır: İsyanın başında yer alan 8 kişi idam cezasına çarptırılmıştır. 14 kişi 15 yıl, 22 kişi 10 yıl, 19 kişi ise 5 yıl hapis cezası almıştır. Hapis cezası alan bu 55 kişi ise 1929’un mayıs ayında çıkan afla serbest kalmıştır. 80 kişi ise beraat etmiştir!
Yani kapısından girenin idam edilmeden çıkmadığı iddia edilen, hukuksuz yargılamalarla suçlanan İstiklâl Mahkemesi’nde isyanın elebaşı olan 8 kişi dışında idam edilen olmadığı, gibi 80 beraat vardır. Hapis cezası alanlar da süreleri dolmadan afla tahliye olmuşlardır! (age., s. 148-155)
Necip Fazıl’la başlayan İslamcı yalanlar silsilesine verilen net cevap!
Rize olayları ile ilgili yapılan çarpıtma literatürünün neredeyse tümünün kökeninde Necip Fazıl Kısakürek’in “Son Devrin Din Mazlumları” adlı kitabı vardır. Necip Fazıl, kitabında karakol baskınından, askerlerin esir alınmasından, isyancıların Rize’ye saldırmak üzere harekete geçmelerinden söz etmemeyi tercih eder. (!) Karakoldaki onbaşının halkı “ben de sizdenim” diyerek kışkırttığını ve sonra mahkemede ihbar ederek astırttığını iddia eder. (age., s. 162-163)
Oysa görüldüğü gibi bunlar sadece Necip Fazıl’ın hayal gücünün hastalıklı eserlerinden ibarettir. Yargılananların hiçbiri de ifadelerinde böyle bir şeyden bahsetmemiştir elbette…
Aynı yalanları yıllar sonra sürdürecek olan eski Refah Partili Hasan Hüseyin Ceylan ise Necip Fazıl’ın “alçak” dediği ve idamlara neden olmakla suçladığı onbaşıyı yüzlerce Rizeliyi katleden bir canavara dönüştürür. (age., s. 164-165)
Yalandan kim ölmüş, öyle değil mi?
Uydurmalar, yalanlar, çarpıtmalar böyle sürer gider.
Rize uydurmacısı İslamcıların verdiği, hem kendi içlerinde hem de birbirleriyle çelişen bilgilere burada değinmek mümkün değil. Fakat Recep Koyuncu’nun eseri “Rize Duruşmaları”, tüm bu mesnetsiz iddialara, uydurmalara, çelişkilere son derece net bir cevap olarak karşımızda duruyor.
Buyurun…
Bilgiyse bilgi, belgeyse belge…
Bize düşense okumak, anlamak ve anlatmak…