Sadece Sinan Ateş’e değil, vicdanlara da saldırıldı
Ülkü Ocakları Eski Genel Başkanı Doç. Dr. Sinan Ateş’e ülkücü kimliğiyle kendini tanıtan başka bir çete tarafından düzenlenen saldırı, büyük bir infial yarattı. Kim gerçek ülkücü, kim değil? Bu bizi ilgilendiren bir konu değil.
Her şeyden önce Türkiye Cumhuriyeti’nin başkentinde alçakça bir pusu gerçekleştirildi. Cuma namazından çıkan Sinan Ateş’e defalarca ateş edildi. Olay yerinden hiçbir şey olmamış gibi çekip giden motosikletli suikastçılar rahattı. Güpegündüz bir terör eylemi gerçekleştirdiler. Son 3 yıldır artan, AKP onaylı ve korumalı, MHP kaynaklı “cezalandırma” eylemleri, nihayet bu alçaklık seviyesine kadar yükseldi.
İlk olgulara göre bu eylem, polis kimliğini bir şekilde elde etmiş kişilerin lojistik desteği ve gözetimi altında gerçekleştirildi. Hem tetikçiler hem azmettiriciler iktidarın koruması altında kaçırıldılar.
AKP ve MHP, olay hakkında başlangıçta hiçbir açıklama yapmadı. Kaldı ki Sinan Ateş hâlâ MHP üyesiydi. Daha da büyük bir öfke kaynağı ise bu iki partiden gecikmeli olarak yapılan açıklamalarda Sinan Ateş’e yönelik suçlayıcı tabirlerin kullanılması, adeta cinayetin MHP ve iktidar tarafından sahiplenilmesiydi.
İnsan olmanın ötesinde, bir Türk olarak utanç duyuyorum. Bu yapılan saldırı aynı zamanda Türk devletine, hukukuna ve Türk vatanını vatan eden her türlü kutsal değere yönelik bir saldırıdır.
Nitekim toplumun her kesiminde bu suikast büyük bir tepki uyandırdı. Sadece Sinan Ateş’in siyasi kimliği, MHP’liliği, bugünkü MHP idaresiyle olan husumeti değildi bu infialin nedeni.
Sinan Ateş siyasi kimliği ne olursa olsun, liderliğini yaptığı teşkilattan uzaklaştırıldıktan sonra, bir akademisyen olarak fikri mücadelesine devam ediyordu. Türk milletinin bilincinde derin yaralar açmış bir olgudur bu. Bir fikir insanının, bir akademisyenin katledilmesi her zaman için Türk insanının vicdanında büyük bir matem, isyan ve çaresizlik duygusu yaratır.
Hele cenazede yetim kalmış iki küçük kız çocuğunun “baba” diye attıkları çığlıklar, Sinan Ateş’in eşinin gözü yaşlı isyanı. Tüm bunlardan daha da önemlisi…
Tetikçiler belli. Azmettiriciler belli. Çete belli. Ama kimse elini uzatamıyor. Ortada MHP milletvekillerinin, yöneticilerinin isimleri uçuşuyor.
Bir vekilin evine gelen polisleri hakaret ederek kovalaması… Bir İçişleri Bakanının olayları örtbas etme çabası… MHP Genel Başkanı ve idarecilerinin teröristleri değil, eskiden kendi yöneticileri olan terör kurbanı maktulü suçlamaları, cinayeti sorgulayanları tehdit eden utanmaz tavırları… Devletin organlarını gasp edenlerin suskunluğu…
Ve hemen hemen herkesin kesin olarak emin olduğu bir gerçek: Bu olay bir iki torbacı, tetikçiyle kapatılacak! Gerçek failleri, katilleri, azmettiricileri AKP aklayacak.
İşte daha önce de defalarca bize yaşatılan bu öfke ve çaresizlik hali, asıl Türk halkının vicdanını yaralıyor.
Ne acıdır ki hayatını bir davaya ve düşünceye adamış genç bir baba, bizzat o düşüncenin ve davanın uğursuz ve en karanlık geleneğinin kurbanı oldu.
Ülkücülerin katlettiği akademisyenler
Sinan Ateş’in pusuya düşürülmesi, güpegündüz vurulması, ardından ailesinin görüntüsü, üniversitedeki odasındaki fotoğraflarını görür görmez kolektif hafızamıza kazınan diğer akademisyenler aklıma geldi: Katledilen akademisyenler. 1980’den önce ülkücüler, 1980’den sonra dinciler tarafından öldürülen öğretim üyelerimiz.
Hiçbir yorum, hiçbir benzetme yapmaya gerek yok. Bu hafızadır. Hafızayla polemik yapılmaz. Sinan Ateş’in ağlayan çocuklarında, adalet arayan eşinin isyanında aşağıdaki hocalarımızın ailelerinin yaşadıklarının aynısını gördüm.
“Hacettepe Üniversitesi Sanat Tarihi Bölümü öğretim üyelerinden Bedrettin Cömert, 11 Temmuz 1978 günü eşiyle birlikte arabasıyla evinin önünden hareket ettikten az sonra uğradığı silahlı saldırıda öldürüldü.”
“Doç. Dr. Necdet Bulut, TİP üyesiydi ve 1977 seçimlerinde TİP milletvekili adayıydı. 26 Kasım 1978 günü arabasıyla yaşadığı lojmana girerken yanında eşi ve oğlu olduğu halde silahlı saldırıya uğradı, 8 Aralık günü Ankara’da hayatını kaybetti.”
“1964-1965 arası İTÜ Elektrik Elektronik Fakültesi Dekanı, 1965-1969 arası İTÜ Rektörü olan Ord. Prof. Dr. Bedri Karafakioğlu, 20 Ekim 1978’de ülkücü Cengiz Ayhan tarafından silahla vurularak öldürüldü.”
“İstanbul Üniversitesi Sosyoloji Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Cavit Orhan Tütengil, 7 Aralık 1979 günü uğradığı silahlı saldırı sonucu hayatını kaybetti. Köy Enstitüleri, Türkiye’nin Kalkınma Sorunları, azgelişmişlik gibi sosyal problemler üzerine araştırmalar yapan Tütengil, Mustafa Kemal Atatürk’ün izinden giden bir vatanseverdi.”
“11 Eylül 1979 günü Çukurova Üniversitesi Rektör Yardımcısı ve Tıp Fakültesi Nöroloji Kürsüsü Başkanı Prof. Dr. Fikret Ünsal, ülkücülerin düzenlediği silahlı saldırıda hayatını kaybetti.”
“İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Dekan Yardımcısı Prof. Dr. Ümit Yaşar Doğanay, 20 Kasım 1978 günü evinden çıkıp, İTÜ Kimya Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Fikret Baykurt’un makam arabasına bindikten sonra üç kişinin silahlı saldırısına uğrayarak hayatını kaybetti.” (Okan İşbecer, Türk Solu, 17 Şubat 2021)
Alçak pusuculara karşı Uğur Mumcu’nun isyanı
Tüm bu cinayetlerde tetikçiler, azmettiriciler belliydi. “Devlet” tarafından korundular. Onlar da “devlet adına cinayet işliyoruz” bahanesiyle alçakça pusular kurmaya devam ettiler.
Erzurum Atatürk Üniversitesi Fen Fakültesi Öğretim Görevlisi Doç. Dr. Orhan Yavuz, 15 Haziran 1978’de fakülte binasına giderken kendisine pusu kuran iki ülkücü tarafından bıçaklanarak katledildi.
Bu cinayet üzerine Uğur Mumcu 18 Haziran 1978’de Cumhuriyet Gazetesi’ndeki köşe yazısında şunları yazdı:
“-Artık ne polis, ne adliye, ne devletten hiçbir şey beklemiyoruz. Her an öldürülme tehlikesiyle karşı karşıyayız.
Erzurum Atatürk Üniversitesi Öğretim Üyelerinden Doç. Dr. Orhan Yavuz bu satırları yazdıktan bir süre sonra alçakça, hunharca ve namussuzca kurulan bir pusuda bıçaklanarak öldürülmüştür…
Devlet utansın, devlet…
Düşünün bir kere… Bir öğretim üyesi evinde bile rahatça oturamıyor. Her an öldürülebileceğinden korkuyor, ‘tek başına dışarı çıkamıyoruz’ diyor ve korktuğu da başına geliyor… Bıçaklanıyor ve öldürülüyor. Nasıl bir ülkede yaşıyoruz biz?
(…)
Ve bunca tabut ve kanlı kefenlerle Cephe partilerinin sırtında bir utanç yükü gibi asılıp durmaktadır, Ama kim dinler? Kim aldırır bunlara?”
İşte Uğur Mumcu bu satırları yazdıktan 15 yıl sonra aynı terörün, aynı alçak pusunun kurbanı oldu. Ve 44 yıl sonra aynı terör bu sefer ülkücü bir doçenti, Doç. Dr. Sinan Ateş’i vurdu.
Utanmıyorlar. Dinlemiyorlar. Aldırmıyorlar. Güpegündüz bir cinayet… “Devlet” himayesinde ve “devlet” adına gerçekleşen bir terör eylemi…
Değişen hiçbir şey yok. Ama her şeyin ortasında aynı üç harf: “M”HP! Hem de bu sefer dayaklar, infazlar cinayetler “Türk milliyetçiliğini ayaklar altına aldım” diyen bir Türk düşmanının saltanatı daim olsun diye.
Bırakın artık şu milliyetçiliğin yakasını.
Hayır yalan! Devlet için kurşun sıkan yok! Devlet için cinayet yok! Alçaklık ve pusu ile devlet kelimesi yan yana getirilemez. Ne acıdır ki; bu sefer kurban bir Ülkü Ocakları Başkanı.
Ülkücülere vicdan muhasebesi çağrısı
Merhum Cavit Orhan Tütengil’in kızı Deniz Tütengil tüm ailelerin ortak öyküsünü “Anladık ki katilleri devlet koruyor” diye özetleyecekti yıllar sonra:
“Babamın davasıyla ilgili bilgi kırıntılarını, Emekli Sandığı’nın, emeklilik işlemlerini tamamlayabilmek için davanın hangi aşamada olduğu ya da nasıl sonuçlandığı konusundaki ısrarlı sorularına borçluyuz. Bu süreci netleştirmek umuduyla İstanbul Sıkıyönetim Komutanlığı Askeri Savcılığı’na başvurduk. Bize dosyanın kaybolduğu bildirildi.
Doğal olarak, hukuki sürecin işletilmediğini, katillerin ve azmettirenlerin kollandığını anlayarak derin bir acı ve yenilgi yaşadık.
Babamın 30’larındayken küçük bir deftere yazdığı ‘Benden yarına kalacak olan namusluca yaşanmış bir hayat, kitaplarım ve çocuklarım olabilir. Sorumluluğumu hiçbir zaman unutmamalıyım’ sözleri, kendisinden geriye neler kaldığını da özetliyor. Gerçekten de bize dürüst ve temiz bir yaşamı, güzel anıları, kitaplarını ve onun çocukları olmanın onurunu bıraktı.” (21 Haziran 2009, Milliyet)
Düşünebiliyor musunuz? Sıkıyönetim her şeyi temizliyor, aklıyor. Kimse tutuklanmıyor. Kimse yargılanmıyor. Ve babanızın katilinin adını, ancak Emekli Sandığı’nın yazışmalarından öğrenebiliyorsunuz.
Merhum Sinan Ateş’in eşi Ayşe Ateş de şu anda aynı hisleri yaşıyor biliyorum. “Sinan’ı şehit edenler, beni öldürmediklerine pişman olacaklar,” demiş Ayşe Ateş. İşte on yıllarca sürecek hukuk ve adalet mücadelesinin ilk günü. Defalarca yinelenmiş son yarım asırdır bu mücadele kendine “devlet” diyen zalimlere karşı. Ne büyük acı! Acılar yarıştırılmaz. Her bir ocak, her bir evlat, her bir yürek ayrı bir fırtına yaşıyor.
Düşünün bir kere, babanız, eşiniz, kardeşiniz ya da hocanız. Alçakça katlediliyor. Hepsinin ismi belli. Ama devlet hiçbirine dokunmuyor bile. Yargı korkuyor. Polis sadece katilleri kaçırmak için devreye giriyor. Hatta Özel Harekatçılar refakatçi!
İşte yarım asırdır “devlet için kurşun sıktık” bahanesiyle, terörün en adisine başvuranlar yine başkaldırdı toprak altından çıkan pis çıyanlar gibi. Okulda, evde, kampüste kan döken akademisyen katillerinin defalarca yaşattıklarını, yine yaşadık. İşte bu duyguyu tüm ülkücüler iyi anlamalı. Muhasebe etmeli. Ayşe Ateş’in şahsında tüm terör kurbanı akademisyenlerimizin aileleriyle empati kurmalı. Gerekirse özeleştiri vermeli.
Hakikaten öyle bir noktaya geldik ki kuşaklar boyu bitmeyen bir pusu içinde gibiyiz. “Devletten” falan değil, vicdanlardan adalet arıyoruz. Bırakın katillerin cezalandırılmasını, onları kaç kez milletvekili, bakan, “muteber devlet adamı” mevkilerinde görmedik mi zaten?
Kapanmamış yaralara merhem olmak, “adalet menziline” girmemiz ile mümkün. Kendin için, kendinden olan için istediğin şeye hak denir. Adalet ise herkes için, hatta hasmın için bile savunduğun en yüksek ülküdür.
Ülkü Ocakları Eski Genel Başkanı, kendine ülkücü diyen başka bir çete tarafından katledildiğinde, eğer ben bir solcu, bir Atatürkçü, bir devrimci olarak buna karşı çıkıyorsam, hesap sorulsun diyorsam işte bu hak arayışı değil adalet mücadelesidir.
Samimi ülkücü kardeşlerim. Bu korkunç olaydan ders çıkarın. Devletin organlarını işgal etmiş kişiler devlet değildir. Devletin erkini gasp edenlerin faillerini koruduğu cinayetin, “devlet için cinayet” olmadığını artık herkes anlasın. Bunlara uşaklık etmek de “devletçilik” değildir. Tam tersine devlet, adalet ve millet düşmanlığıdır.
Devlet için cinayet olmaz! Şehitlik ve gazilik ile tetikçilik arasında hiçbir bağ yoktur. Tıpkı devrimcilik ile halk düşmanlığı, terörizm arasında olmadığı gibi. Türk milliyetçiliği ile, Türk devrimciliği ile terörizm asla yan yana gelmez!
Sen söyle bunları ülkücü arkadaş. İster İyi Parti’li ol, ister MHP’li. Artık sen haykır bunları.
Ayşe Ateş’in sesinde Deniz Tütengil’in haykırışını duy. Kır bu kahpe döngüyü.