Nakşibendîlerin İsmailağa kolunun şeyhi Mahmut Ustaosmanoğlu’nun ölümünün ardından Soner Yalçın’a da bir Nakşîlik gayreti geldi. Önce İsmailağacıları, ABD’deki Mormonlar’la kıyaslayan bir yazı yazdı. Tarikatı hoş görmeyen, anlayış göstermeyen herkesi (artık bunlar ne demekse!) çağdışı ilan etti.
Yetmedi geçtiğimiz gün (6 Temmuz) Sözcü’de “Nakşibendîlik ve Türkler” başlıklı bir yazı daha kaleme alarak Nakşîliği Türk tasavvufunun ana damarı ilan etti. Bir de “esaslı” bir Cübbeli Ahmet savunması yaptı. Fakat bunları yaparken de Türk tasavvuf tarihi, Yesevilik, Nakşîlik ve Bektaşilik ile ilgili tüm tarihsel gerçekleri de istediği gibi eğip büktü. İşine geldiği gibi çarpıttı.
Cübbesiz Soner Hoca tasavvuf tarihini alt üst ediyor!
Eski Aydınlıkçı ve PKK borazanı 2000’e Doğru dergisinin istihbarat müdürü, şimdinin OdaTv’cisi Soner Yalçın’ın yazılarını okuyun. Bir tek cübbesinin eksik olduğunu göreceksiniz. Cübbesiz Soner Hoca, aklınca bir strateji yapıyor. Nakşîleri övecek, bunun üzerinden çoğunluğu Nakşî olan AKP’lilere yaranacak bir operasyon deniyor. Bu arada da artık aralarında nasıl bir ilişki varsa (Nakşî rabıtası değildir herhalde) Cübbeli Ahmet’i parlatmaya çalışıyor. Hem de bunları Atatürkçü, ulusalcı, laik kitlenin okuduğu Sözcü’de yapıyor.
Nev zuhur Nakşî muhibbanından Cübbesiz Soner Efendi herhalde “nasıl olsa laik kitle tasavvuf tarihini bilmez” diye düşünmüş olmalı. Taşların bağlandığı şehirde gezmenin rahatlığıyla atıyor tutuyor. Hayır, sadece kendi boyunu aşan bir işe kalkışıp gerçekleri çarpıtmadan bir teostrateji girişiminde bulunsa yine çok da ciddiye almazdım. Fakat Soner Efendi açık bir şekilde gerçeklere saldırıyor. Kimisi cehaletten, kimisi kasıtlı olduğu anlaşılan çarpıtmalarına da bir dur demek gereği doğuyor elbette.
Nereden başlasam bilemiyorum. Çünkü söyledikleri nereden tutsak dökülüyor, elde kalıyor…
En baştan başlayayım. Soner Yalçın’ın ilk iddiası Hoca Ahmet Yesevi’nin Nakşibendî olduğu. Şöyle diyor:
“Hacı Bektaş-i Veli gibi Nakşibendi Hoca Ahmet Yesevi’nin Horasan erenleri Anadolu’yu mesken edindi. Yani demem şu ki: Bektaşilik ve daha sonra Nakşibendilik, ilk Türk tasavvuf hareketi Yesevilikten doğdu.”
Aslında ikinci cümlesinde kendini çürütüyor. Ahmet Yesevi’ye dayandırılan Yesevilik içinden Nakşibendîliği çıkardıysa Ahmet Yesevi, Soner Yalçın’ın iddia ettiği gibi nasıl Nakşibendî olabilir? Bu zaten mantıksız bir sav. Fakat konu bununla sınırlı değil.
Nakşîlikle sadece Bektaşiliğin değil Yeseviliğin de ilgisi yok
Tarikatların silsileleri vardır. Bu silsileler sırayla bir pirden diğerine geçen şeyhlik makamına kimlerin geldiğini gösterir. Şimdi açıp Nakşibendî tarikatı silsilelerine bakalım. Hiçbirinde Ahmet Yesevi’yi bulamazsınız. İşin ilginç yanı tüm Sünni tarikatlar da dâhil olmak üzere hepsinin silsilesinin başında Hz. Ali vardır. Bektaşilik’te de, Yesevilik’te de, Kadirilik’te de, Mevlevilik’te de böyledir. Yalnızca Nakşî silsilesi Hz. Ebubekir’den çıkar. Bu da elbette tesadüf değildir. Nakşîler bunu koyu Sünnilik adına yaparlar. Yani tüm tasavvuf ekollerinden kökten kopma niyetiyle kendilerini böyle bir silsileyle tanımlarlar.
Soner Yalçın’ın aslında var olmayan tüm bu bağlantıyı dayandırdığı tek bir nokta var. Geçen bin yılın başında Orta Asya ve İran’da yaygın olan ve Hacegân (hocalar) olarak adlandırılan ama bir tarikat olarak örgütlenip örgütlenmedikleri kesin olarak bilinmeyen ekolün önemli isimlerinden Yusuf Hemedani’nin, hem Ahmet Yesevi’nin hem de yine Hacegân’ın önde gelenlerinden Abdülhalik Gücdivani’nin hocası olarak bilinmesi. Bu arada Gücdivani de Nakşibendî değildir çünkü Nakşilik onun öğrencilerinin öğrencisi Bahaeddin Nakşibend tarafından ve epey sonra kurulacaktır.
Bununla beraber elbette bu silsilelerin nasıl oluşturulduğu da epey tartışmalı. Kimi kopukluklar, zaman uyuşmazlıkları, birbiriyle muhtemelen hiç karşılaşmamış kişilere izafe edilen ardışıklık (şeyhlik-halifelik) ilişkileri meşhur. Ama Ahmet Yesevi ile Gücdivani’nin Yusuf Hemedani’nin gerçekten de öğrencisi olduklarını kabul etsek de tablo Soner Yalçın’ın çizdiği gibi değil.
(Bu arada değinmeden geçemeyeceğim. Soner Yalçın, “Hoca Ahmet Yesevi Türkistan’da hizmet vermeye devam ederken … Gücdivani ise Özbekistan sınırları içerisinde ekolünü yaydı,” demiş. Soner Hocaefendi, Türkistan’ı genel anlamda “Uluğ Türkistan” sanıyor anlaşılan ama bu Ahmet Yesevi’nin de adını aldığı Yesi şehrinin diğer adı. Diğer taraftan o dönemde Özbekistan diye bir yer de elbette yok! Bilmemek değil öğrenmemek ayıp, değil mi? Ben görevimi yapıp bunu da düzelteyim. Ayıp edip etmemek ona kalsın…)
Hemedani’nin bu iki varsayımsal öğrencisinden Ahmet Yesevi, ayrı bir yol izliyor. Onun ardından gidenlere Yeseviler deniyor. Anadolu’ya gelen Hacı Bektaş Veli de kendisini bu kola dayandırıyor. Ondan sonra gelenlere de Bektaşi deniyor.
Gücdivani’nin ardından ise beş Hacegân şeyhi daha gelip geçtikten sonra şeyhlik makamına Buhara’da (bugün Özbekistan) Bahaeddin Nakşibend geçiyor. Onun ardından gelenlere de Nakşibendî deniyor. Tarikat önce Türkistan’da Timur İmparatorluğu içinde, ardından da Timur’un torunlarından Babür’le beraber Hindistan’da yayılıyor. Türkiye’ye gelişi ise çok sonra Süleymaniyeli Kürt Nakşî şeyhi Halit aracılığıyla ve Şeriatçı bir Kürt tarikatı kimliğiyle oluyor.
Yani iki tarikatın birbiriyle ilgisini kurmak, aşırı zorlama bir çabayla denenmiş ama doğal olarak da kimseyi ikna edememiştir.
Nakşîliğin meselesi sesli zikirle değil tasavvufun kendisiyleydi
Soner Yalçın, Nakşîliğin diğer tarikatlardan farkının zikirlerini sessiz yapmalarından ibaret olduğunu sanıyor. En azından yazısından çıkan bu. Fakat bu da doğru değil. Nakşîliğin meselesi sadece sesli, müzikli zikirle değil tasavvufun kendisiyleydi. Nakşîlik daha ilk başta aslında tasavvufsuz bir tarikat olarak yola çıktı. Onlar için önemli olan tasavvufun temel kavramı olan Tanrı aşkı değil Şeriat’tı. Hatta bu aşk merkezli tasavvuf yaklaşımını kınıyorlardı.
Tasavvufun, özellikle de Türk tasavvufunun temel anlayışı olan “vahdet-i vücut” yani Tanrı-İnsan-Evren birlikteliği de Nakşîlikte en baştan itibaren tali bir ilke olarak kaldı. Nakşîliğin ikinci kurucusu sayılan Hindistanlı İmam Rabbani ise bu ilkeyi tümden reddedecekti. Yani Bektaşilik’te, Mevlevilik’te, Rifailik’te temel ve ortak olan aşk ve birlik gibi gerçekten hoşgörü doğuran yaklaşımlardan Nakşîlik tamamen sıyrılıp, doğrudan siyasileşen bir din hareketine dönüşmüştü.
Nakşîlik, Selefileşti mi baştan itibaren mi selefiydi?
Soner Hocaefendi, şöyle buyurmuş:
“Özellikle son yıllarda Nakşibendîlik siyasal İslamcılığa yaklaştıkça Selefileşiyor, Nakşibendîlik Selefileştikçe Türkiye’deki İslami hareketler yerelliklerini kaybediyor.”
İşte Soner Yalçın’ın bir çarpıtması daha…
Sanki Nakşîlik daha önceden Mevlevilik, Bektaşilik gibi bir tarikatmış da şimdi selefileşmiş! İşin gerçeği ise Nakşîliğin, Selefilik’ten ayrı bir akım olsa da tavır olarak selefi bir akım olduğu. İkisinin ve tabii Vahhabiliğin ortak noktaları çok. Koyu Şeriatçılık, tasavvuf düşmanlığı, vs… Hadise yani nakle merkezi önem verme… Tabii sadece nakil üzerine bir yapı kurulduğu zaman orada akıl diyen İbni Sina gibi Müslümanlar da, Hacı Bektaş, Mevlana, Yunus Emre gibi aşk, gönül diyenler de kolaylıkla “kâfir” ilan edilebiliyor!
Ayrıca bu akımlar, özellikle de Nakşîlik siyasal İslamcılığa yaklaştığı için bu hale gelmedi. Siyasal İslamcılık ya da Şeriatçılık doğrudan bu akımın içinden çıktı. Bu noktada Soner Yalçın’ın çarpıtması tam anlamıyla bir baş aşağı çevirmeye dönüşüyor…
Ve bir ayrıntı daha: Vahhabileri de Nakşîleri de Osmanlı-Türk hâkimiyetine ve onun ideolojisi sayılabilecek tasavvufi İslam’a karşı örgütleyenler ve himaye edenler de 1700’lerden itibaren İngilizlerdi. Bu da Soner Yalçın’ın muhtemelen bildiği ama bilmezden geldiği bir mesele. Ama bu cehaletten de kötü. Bildiği şeyi gizleyerek, bile isteye çarpıtmak!
Teravihten sana ne? Sen laikliği savun!
Soner Yalçın için bu sonradan Selefileşmenin kanıtı da eskiden Nakşîlerde olan teravih namazının artık olmamasıymış. Ya arkadaş, teravih kılarlar kılmazlar sana ne? Adamlar dört başı mamur Şeriatçı. Sen ise laik bir figür rolündesin. Bari rolüne uygun davran. Nakşîliğin teravih kılanını savun, kılmayanına karşı çık gibi bir laiklik stratejisi olabilir mi? Eğer gerçekten laikliği savunuyorsan, tüm Nakşî kollarına karşı çık. Aslında bu da yetmez. Tüm tarikatlara da karşı çık. Atatürk, dönemin en ılımlı ve olumlu tarikatları olan Bektaşi ve Mevlevilerin dergâhlarını da kapatmadı mı?
Ki bugün FETÖ denilen şey de Nakşî medreselerinde yetişmiş Kürt Sait’in yolu değil mi? Laiklik için tarikatlarla işbirliği olamayacağı gibi onları birbirine düşürecek bir taktik de yok.
Ama Soner Yalçın, Nakşî’yi Nakşi’ye; Nakşi’yi FETÖ’ye karşı kullanma gibi taktikler üretmeye, kendisini tahteşşuur zorlamayla sevk eden istihbaratçı alışkanlıklarından nasıl kurtulup doğru düzgün laikliği savunsun ki? Bu kafa bu kadar işte. Çok şey beklemeyelim…
Nakşîliğin Türk damarı hayal, Kürt damarı gerçek
Soner Yalçın, RP’nin ve AKP’nin ilk çekirdeğinin bağlısı olduğu İskenderpaşa Nakşîlerinin eski şeyhi Esat Coşan’ın, Hacı Bektaş ve Makalat tezini görünce Nakşîliğin Türk damarını keşfetmiş.
Hoşgörülü ehl-i tasavvuf Türk Nakşîlerine örnek olarak kimi sayalım, bilemedim ki?
Kürt Nakşî Şeyh Halid’i mi? Şeyh Sait’i mi? Kubilay’ın başını kesenlerin şeyhi Esat Erbili’yi mi? Barzanileri mi? Kürt Tealici Seyit Abdülkadir’in ailesi Nehri şeyhlerini mi? Said-i Nursi ya da Kürdi’yi mi?
Neyse Soner kendi karar versin…
Ama uyarayım epey zorlanacak.
Soner şöyle diyor Esat Coşan için:
“Esat Coşan akademisyendi. Doçentlik tez konusu Hacı Bektaş-i Veli’nin başlıca eseri Makalat idi! Günümüz Türkçesine çevirdiği bu eseri yıllarca basacak yayınevi bulamamıştı.”
Öncelikle Esat Coşan, sonradan profesör de oldu ama neticede gerici bir şeyhti. Yani öyle “akademisyen” kimliği vermek onu kurtarmaz. İkincisi 1973’te yazdığı doçentlik tezini 1982’de kitap olarak bastırdı. Ama bunun nedeni, konusu dolayısıyla yayınevi bulamaması değildi. Coşan, akademide yükselmişti ama tarikatta yükselmesi ancak şeyhi ve kayınpederi olan Zahit Kotku’nun icazet vermesine bağlıydı. 1980’de Kotku ölüp kendisi onun yerine şeyh olunca tabii ki kitap bastırmaya da başlamıştı. Ortada bir dram varsa da Soner’in sandığı gibi bir şey değildi yani…
Soner Yalçın, bahsettiğimiz yazısından tam bir gün önce, 5 Temmuz’da “Cüneyt Arkın ve Alevilik” başlıklı bir yazı yazmıştı. Burada Cüneyt Arkın filmleri başta olmak üzere Türk sinemasının Alevileri dışladığından, asimile ettiğinden dem vurup bir Sünnileştirme operasyonu olduğundan da şikâyet etmişti. 1967’de çekilmiş Hacı Bektaş filmi bile bir Sünnileştirmeydi ona göre.
Araya bir gün bile koymadan iki yazıyı aynı adam yazıyor. Arkadaş; Alevilere, Bektaşilere en büyük Sünnileştirme operasyonu Esat Coşan’ın Hacı Bektaş kitabıyla yapılmadı mı? O kitapta Alevi bir Hacı Bektaş yok! Doğrudan tam da senin karşı çıktığın Sünnileştirmeye tabi tutulmuş bir Hacı Bektaş var? Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu? Canın Cüneyt Arkın’a düşmanlık etmek isteyince öyle konuş, Esat Coşan ve Nakşibendîlik güzellemesi yapmak isteyince böyle! İnsaf!
1826’da II. Mahmut ve Nakşîler kaybetse Türkiye çok daha sorunsuz bir ülke olurdu
Kısacası Soner Yalçın’ın çizdiği Nakşîlik tablosu tamamen yanlış olduğu gibi sadece tarih yaklaşımı değil bildiğini iddia ettiği olgular da tamamen hatalı.
Şimdi onun hoşgörü timsali saydığı ama Taliban’ın kendisine yakın bulup (Şeriat, kadınları köleleştirme vs ortak nokta hakikaten çok…) taziye gönderdiği Mahmut Hocaefendi de, Nakşîliği selefileşmeye savrulmaktan kurtarmaya çalıştığını iddia ettiği Cübbeli Ahmet de, tüm Milli Görüş, Erbakan, AKP, Davutoğlu vs bilumum siyasal İslamcı da Nakşîliğin Türkiye’ye hediyesi!
1826’da II. Mahmut, İngilizlerin desteğini de alarak Nakşîlerle beraber Yeniçerileri, Türk Ordusu’nu ve Bektaşiliği tasfiye ettiğinde tarih farklı akıp Nakşîler kaybetseydi emin olun Türkiye bugün Şeriatçılık ve Kürtçülük başta olmak üzere yaşadığı sorunların çoğundan baştan kurtulmuş olacaktı. Kaderimiz işte böyle 200 yıl önce çizildi. Tarih de maalesef böyle aktı…
Şimdi Soner Efendi arzu etti diye o tarih hiç yokmuş gibi davranılamaz. Öyle kimse cevap vermiyor diye de atıp tutmak da bir yere kadar. Birileri çıkar, sana da bir dur der!
* Yazı karışık ve uzun olmuş diyenlere bir müjdem var: Daha uzun metinler. Birincisi Türk Solu başyazarı Gökçe Fırat’ın “Türk Ordusu’nun Tasfiyesi – Yeniçeri Kırımından Ergenekon’a” adlı kitabı. Özellikle sonda bahsettiğim 1826 sürecini anlamak için en temel kaynak. Tasavvufun, Nakşîliğin ve Kürt Nakşîliğinin tarihi için benim “Türk Siyasetinde Kürt İslamcılar” adlı kitabımla, “FETÖ’den Sonra Pusudaki Cemaatler” adlı diğer çalışmamı öneririm. Muhtemelen yazıyı buraya kadar okuyanlar bu kitapları da severek okuyacaklardır.