Sünni Şeriatçılar: Şia düşmanlığından İran aşkına!
Türkiye’deki çeşitli siyasal İslamcı ya da Şeriatçı grupların, İran’daki son olaylar karşısında, molla rejiminin yanında net bir şekilde duran tavırları incelenmeye muhtaç. Normal koşullarda Sünni Şeriatçılığının Şia hakkında kesin bir karşıtlık, hatta düşmanlık duruşu vardır. Hatta Sünni siyasal İslamcılığının ilk hali olarak tanımlayabileceğimiz erken dönem Nakşibendîliğine kadar geriye gidersek, daha o zamanlar bile Sünni Şeriatçılığının temel saikinin Şia karşıtlığı olduğunu görürüz. Aynı şey ters tarafından Şiî Şeriatçıları için de geçerlidir. Onlar da temel düşman olarak Sünnileri görür.
İslam Dünyası, daha en erken zamanlarda Sünnilik ve Şiilik olarak iki ana mezhebe ayrıldı. Tabii yüzyıllar içinde bunların alt kollarına da. İlk anda Şia’nın çıkışının doğrudan bir inanç ayrılığı olduğu söylenemezdi. Temelde bir iktidar mücadelesinin dinsel yansımasıydı. Halifeliğin Hz. Ali’nin hakkı olduğunu düşünen “Ali taraftarları” yani “Ali Şiası”, süreç içinde fıkıh, itikat gibi alanlarda da farklılaştı. Ayrı bir mezhebe dönüştü. Artık Şia türevleri, İslam Dünyasının merkezini yöneten güçlere karşı merkezkaç oluşturmaya niyeti olan tüm güçlerin ideolojisi olarak ortaya çıkacaktı. Bu merkezkaça karşı, merkez güçleri savunan ilk Şeriatçılar da doğal olarak yoğun Şia karşıtıydı.
Safeviler itibariyle ise Şiiliğin merkezi İran oldu. İran nüfusunun neredeyse tamamı Şii mezhebine katıldı. Şiilik önce Safevi, ardından da Kaçar Türk hanedanlarının yönettiği İran’ın temel ideolojik kimliği oldu, daha sonra da Fars yönetiminin ve İran’ın kendisinin…
İran, hep İslam Dünyası’nın geri kalanından ayrı şeyler savundu ve söyledi. Ayrı bir dinsel ve siyasal kimlik olarak kendini tanımladı. Genellikle diğer Müslümanlara ve özellikle de Osmanlı Türklerine karşı Batılılarla ittifak içinde oldu. Rusya’yla sorunları, Türklerle sorunlarına göre tali kaldı. Yani, İran öyle bir ülkeydi ki burada Şia, Farsların hem Müslüman olup hem de İslam Dünyası’nın geri kalanına karşı bir konumda yer alabilmelerinin aracı ve zemini olmuştu.
Dolayısıyla, Sünni Şeriatçı, Şia’ya karşı mezhep karşıtlığında konumlanırken bunun temelinde böyle karmaşık bir dinsel, etnik, politik, tarihsel zemin vardır. Ama esas düşmanlık görünürdeki mezhep kavgasıdır. Özellikle Türkiye’nin Nakşibendî kökenli İslamcıları koyu Şii düşmanıdır. Alevilik-Bektaşilik, Türkiye Şeriatçılarının Müslüman dahi saymadığı, en derinden düşmanlık güttüğü kesimdir.
Fakat Türk Şiilerine (ki gerçekte İran Şiası’ndan çok Türk Sünni Müslümanlığına yakındırlar) düşmanlık eden Şeriatçılarımız, hep İran’a dosttur. Hatta 1979 itibariyle Şii mollaların faşizmine âşıktırlar da. Kendi yaklaşımlarınca İslam dışı vs görmeleri bile normal olan İran rejimine duydukları bu âşıkane bağlılık, gerçekten ilginçtir. Sünni Şeriatçıların, en az Şii benzerleri kadar takiyyeci ve sahtekâr olduğunu açığa çıkarır.
1979 İran karşıdevrimi ve Türkiye Şeriatçılarının İrancılığı
Hindistan’da sayısız etnik grup, birbirleri ile anlaşamayan diller konuşur ama ülke bir aradadır. Birleştiren temel şeyse Hindu inancından başka bir şey değildir. İran’da da Farslar toplam nüfusun içinde azınlıktır. Hatta en kalabalık grup Türklerdir! Hindistan kadar olmasa da karışık bir dilsel ve etnik yapıdadır ülke. Ama orayı da bir ülke olarak Şia ayakta tutar. Fakat milli hareketler, özellikle de nüfusu 10 milyonlarla ölçülen İran Türklerinin milli tavrı farklı bir durum yaratır. Ama İran her zaman son tahlilde Şia demektir. Özellikle de 1979’dan sonra…
İran’ın Ortadoğu ve İslam Dünyası çapındaki karşıdevrim ihracı stratejisi, 1979 sonrasındaki molla faşizminin temellerinden biri oldu. İran, bu Şeriat ihracını, elbette ilk olarak çeşitli ülkelerdeki Şii gruplar üzerinden yaptı. Bunun önemli bir istisnası Hamas’tır. Sünni ve Müslüman Kardeşler ekolünden olmasına rağmen koyu İrancılığını saklamadan yapar. Diğer önemli istisnası ise çeşitli renkleriyle Türkiye Şeriatçı hareketidir.
1979 sonrasında, Türkiye’de İran’ın Şii İslamcı karşıdevrimi yaymak açısından hitap edebileceği bir Şii grup yoktu. Aleviler, hep Cumhuriyet’e, Atatürkçülüğe, laikliğe bağlı ve sola yakın konumlandı. Fakat İran, Türkiye’deki bu açığını çok farklı bir şekilde, hem de fazlasıyla giderecek bir yol bulmuştu. Koyu Şia düşmanlıklarına rağmen, Şii Kum mollalarının kurduğu rejime iştahla bakan Sünni Şeriatçılar, İran’ın Türkiye içindeki beşinci kolu olacaktı. İran da elbette buna karşılık, onlara ihtiyaçları olan dış desteği esirgemeden sundu.
Türkiye’de Şeriatçılığın asıl yükselişinin 1980’den sonra olduğu konusunda kimsede bir fikir ayrılığı yok. Bununla ilgili temel açıklama da 12 Eylül faşizminin solu ezerek ve Şeriatçılığın önünü özenle açarak istediği rejimi kurmuş olduğu. Evet, bu doğru bir açıklama ama işin İran etkisi ve desteği boyutunu görmemekle eksik kalan bir açıklama aynı zamanda.
1980 sonrasındaki Türkiye’deki Şeriatçı yükseliş ve örgütlenmenin, 1979 İran Karşıdevrimi’nin etkisi olmadan mümkün olamayacağını görmek gerekir. Çünkü özellikle bu dönemde etkisini ve oyunu artıran Erbakan’ın Refah Partisi ilhamını da, desteğini de buradan aldı. Özelikle 1990’larda Türkiye İran ajanlarının cirit attığı, İran destekli onlarca Şeriatçı terör örgütünün Atatürkçü aydınları katlettiği bir dönem yaşadı. İşin neredeyse bir yeni bir “İran Karşıdevrimi” boyutuna varmak üzere olduğu 28 Şubat öncesindeki İran “diplomatlarının” nezaretindeki “Kudüs Gecesi” kalkışmaları, Kürt-İslamcı ama İran eğitimli Hizbullahçıların yarattığı tedhiş ortamı halen hafızalardadır. Dikkat edilirse AKP rejimi de İran’la her alanda ortaklık kurmuş, hiç sorun yaşamamıştır.
Türkiye’nin koyu Sünni Şeriatçılarıyla, İran’ın koyu Şii Şeriatçılarının ortak hikâyesidir bu. Ve hâlâ da kapanmamış, son sayfası yazılmamıştır.
Şimdi İran mollalarına karşı İran halkı ve özellikle de İran kadınları canları pahasına mücadele ederken Sünni Şeriatçılar yine İran’ın yanında…
Sünni ve Şii Şeriatçıları birleştiren siyasi simge: Türban!
Yıllardır türbanın siyasal bir simge olduğunu söyleriz ve Şeriatçılar da bunun böyle olmadığını iddia eder, aksini kanıtlamaya çalışırlar. Ama İran’daki son protestolar, eylemler türbanın (İran’daki adıyla “hicab”ın) nasıl dört dörtlük bir siyasî simge olduğunu bir kez daha kanıtladı.
Olayların patlak vermesine neden olan kıvılcım, Mahsa Amini adındaki bir genç kızın başını “düzgün örtmediği” gerekçesiyle ahlak polisi (!) tarafından gözaltına alınması ve işkenceyle vahşice öldürülmesi oldu. Şimdi İran halkı, başta kadınlar olmak üzere milyonlarca insanı tahakküm altında tutan, rezil bir Şeriatçı faşist diktaya karşı on gündür sokaklarda. Ve hedeflerinde bu rejimin siyasi simgesi olduğundan şüphe edilemeyecek “hicap” var. Ve İran molla rejimi de kendilerinin siyasal simgesi, kadınları ve tüm halkı istibdat altında tutmalarının nişanesi olduğu için bu noktada son derece sert ve ısrarcılar.
Mesele hiç de bir inanç meselesi değil yani. Tamamen siyasi bir kavganın, siyasi simgesi tartışmanın esas konusu! Buna karşı mücadele de özgürlük mücadelesi. Gariptir ama İran rejiminin geleceği, sokaklarda mücadele eden cesur İran kadınlarının saçlarının tellerine bağlı! Dinci faşist rejim “ne olacak, isteyen istediği gibi başını örtsün ya da örtmesin, biraz özgürlük tanıyalım,” demez ve diyemez. Çünkü rejimlerinin, teokratik-oligarşik diktalarının temel direğinin bu olduğunu bilmektedirler. Kadın köleyse herkes köledir.
İşte Türkiye’deki Sünni Şeriatçıya bugün yine aşkla İran’ı savundurtan da yine aynı siyasi simgedir. İran istediği kadar kendi itikadına aykırı bir noktada olsun, çok savunduklarını iddia ettikleri Osmanlı’nın yüzlerce yıllık kanlı bıçaklı düşmanı olsun, bugün Türkiye’ye karşı PKK’yı desteklesin, Irak’ta ve Suriye’de Türk askeri hedeflerini Şii milislere vurdursun, askerlerimizi şehit etsin, Azerbaycan’a karşı Ermenistan’ın yanında yer alsın… Türkiye Şeriatçısı için hiç fark etmez. Yeter ki İran’da kadınların başını zorla ötmeyi kendisine siyasî sembol seçmiş bir dinci faşizm iktidarda olsun yeter. Her koşulda onun yanında durur.
Biz Sovyetler’i, Çin’i savunmuyoruz Şeriatçı, İran’ı savunuyor
Burada siyasal İslamcıların, İran’ı “bizim istediğimiz gibi değil ama yine de Şeriat!” diyerek savunması da ayrı bir siyasal ahlaksızlık konusu. Madem istediğin gibi değil, savunma öyleyse!
Şimdi aynı mantıkla bizim de “ne de olsa sosyalistti,” diyerek Sovyetleri, totaliter diktatör ve Türk düşmanı Stalin’i ya da “kızıl kapitalist” ve Doğu Türkistan soykırımcısı Çin’i savunmamız mı gerek? Gerçi bunu yapanlar da elbette var ama onlar da aynen Şeriatçılar gibi siyasi ahlaksızlığın ve vicdan çürümesinin bataklığında olanlar. Aynı “sol” kesimlerin sahte bir “antiemperyalizm” adına İran’daki dinci faşizmi de savunabilmesi ise daha uç bir rezalet.
Şeriatçımız ise yine takiyyenin doruklarında… Sırf kendi dinci faşizmine bir dayanak olarak varlığını sürdürsün diye İran rejimi için kendisini siper ediyor. Kendi siyasi bekası açısından çok doğru bir tavır ama dinciliklerinde dahi bir samimiyet olmadığının görülmesi açısından da çok önemli bir omurgasızlık örneği!
İran’da özgürlüğü savunmak, Türkiye’deki özgürlüğü savunmaktır
Türkiye’nin Sünni Şeriatçılarının, AKP’lilerinin, her türden yandaşının bu rezil ama net tavrı bizim için de öğretici olmalı. Atatürkçüler, Cumhuriyetçiler, laikler, ulusalcılar olarak kayıtsız şartsız bir şekilde İran’daki özgürlük mücadelesinin, kadınların haklı isyanının, Ortaçağ sefillerinin iktidarının sarsılmasının yanında yer almalıyız.
Artık kimse “ama İran antiemperyalist,” vs safsataların arkasına sığınamamalı. Amerikan karşıtı olsun da ne olursa olsun diye molla faşizmi güzellemeleri yapmanın devri geçti. Modernizm eleştirisi yapacağım derken çarşafı, Humeyni’yi savunan solculuğun ve entelektüel marjinalliğin de… Bu yaklaşımın sadece Ortadoğu’ya ve İslam Dünyası’na değil dünyanın genel gerçekliğine de ne kadar “Fransız kaldığı” artık ortadadır. Laik olmayan bir ulusalcılık, antiemperyalizm ya da sistem karşıtlığının mümkün olmadığı son derece açıktır bugün.
Aynı anda Ukrayna’da Rusya’yı, Afganistan’da Taliban’ı, Doğu Türkistan’a karşı Çin’i, Avrupa’daki aşırı sağcı ırkçıları ve elbette İran molla faşizmini savunan Aydınlıkçıların başını çektiği Rus-Çin eksenli faşizmi ise buradaki iktidarı, Şeriatçılığı savunması açısından da dikkate almalıyız. Fikir ve siyaset olarak saygı hak etmeseler de siyasal çürümüşlüğün varabileceği nokta açısından dikkate değerler…
Sonuç olarak; Türkiye’deki Sünni Şeriatçı, İran molla rejimine nasıl bir aşkla sarılıyorsa ben de İran halkının özgürlük kavgasına daha büyük bir aşk duyuyorum! Bu hem vicdani ve ahlaki tavrımdır, hem de içimden gelen yaklaşımdır. Böyle bir özgürlük mücadelesinin yanında ne gerekçeyle olursa olsun yer almayacaksam yere batsın Cumhuriyetçiliğim, laikliğim, devrimciliğim!
Ve bunun dışında şunu da bilmeliyiz: İran kadınlarının ve İran halkının özgürlük mücadelesinin başarısı, Türkiye’nin de özgürlüğü için çok önemli bir adım olacaktır. Bu 43 yıllık kokuşmuş ve çevresine hastalık saçan karşıdevrim bataklığının kurutulması, burada da onun benzerlerinin çok önemli bir dayanağını yıkacak.
İran bir gün elbet özgür olacak. Tabii ki Türkiye de…