Millî Eğitim Bakanı’ndan tarikatlara STK payesi!
Milli Eğitim Bakanı Yusuf Tekin, gerici kimliğiyle, tarikat ve cemaatlere yakınlığıyla bilinen bir isim. Zaten bu tarikatların uzantısı olan dernek ve vakıflarla bakanlığı adına yaptığı işbirliği protokolleri ile de sık sık gündeme geliyor. Bir gün İsmailağa Nakşîleriyle, öbür gün bir Nurcu grubuyla bir araya gelen Tekin, bakanlığı fiilen “Dinî Eğitim Bakanlığı”na dönüştürmüş durumda.
Tabii ki bu da lafın gelişi böyle. Gerçekte tarikat ve cemaatlerin vereceği eğitim dinî de olamaz. Çünkü her tarikat ve cemaatin kafasında farklı bir din tanımı var ve bunlar, birbiriyle çelişmenin ötesinde birbirine düşman!
Dolayısıyla Tekin’in yaptığı operasyon, gerçekte bir “dinci, tarikatçı” eğitim düzeni kurma, mürit kuşaklar yetiştirme denemesi. Türk çocuklarını, daha en küçük yaşlardan itibaren bu gerici-feodal yapılara teslim etmek amaçlanıyor. Gericiliğin yanında bu tarikat ve cemaatlerin neredeyse hepsinin adının bir şekilde çocuk istismarı da dâhil birçok rezilliğe karışmış olması ise başlı başına ayrı bir mesele zaten!
Son olarak TBMM’de yapılan bütçe görüşmeleri esnasında Bakan Tekin, tarikatlarla protokol yapılmasını savunurken, bir de bu Orta Çağ döküntüsü dinci sömürü odaklarına “sivil toplum kuruluşu” payesi verdi:
“Bu protokollerden 1167 tanesi resmi kurumlarla, 550 tanesi STK’larla, 986 tanesi ise TEMA’dan Kızılay’a bir sürü STK’yla. Bunların içerisinde sizin ‘tarikat, cemaat’ dediğiniz, bizim ‘STK’ dediğimiz yapılarla toplasanız 10 tane protokolümüz vardır. Ben bu protokollerle bize destek olanlara da teşekkür ediyorum. Onlarla protokol yapmaya da devam edeceğiz.”
Fakat Tekin, tarikatlara verdiği bu STK payesiyle ve ettiği teşekkürle de yetinmedi. Bir de tarikatların çocukların dağa çıkmasını engellediğini de iddia etti:
“Çünkü onlar çocukların dağa çıkmasını engelliyor. Onlardan siz bunun için rahatsızsınız. Ben o STK’larla protokol imzalamaya devam edeceğim. Çocuklarımın dağa çıkmaması için sizin insan kaynağınıza insan yetiştirmemek için buna devam edeceğim.”
Evet, gerçekte Tekin’in bu iddiasının hiçbir somut zemini yok ama bir an için dağa çıkmak, yani PKK’ya katılıp terörist olmak üzere olan bir çocuğun hakikaten de bir tarikat tarafından bundan vazgeçirilip mürit yapıldığını varsayalım. Bu defa da bu kurgusal olaydaki genç “dağa çıkmak” yerine “tekkeye düşmüş” oldu! Türkiye Cumhuriyeti’ne düşman etnik ırkçı bir terörist olacakken yine Türkiye Cumhuriyeti’ne düşman dinci bir mürit ve muhtemel bir siyasal İslamcı terörist oldu!
İşte Bakan Tekin’in tarikat savunusunun daha ilk anda çöktüğü yer burası. Bölücülüğün çaresi, gericilik değildir. İkisi birbirinin tamamlayıcısı ve destekçisidir. Her ikisinin de çaresi çağdaş, milli Türklük bilincine sahip gençler yetiştirilmesidir ki bunun da Yusuf Tekin gibi bir kafanın yönettiği eğitimle olamayacağı açık…
Tarikat nedir, ne değildir?
Burada işin biraz daha derinine inerek konuyu ele almalıyız. Yanıtlamamız gereken bir soru var ortada: Tarikat nedir, ne değildir?
Bunun net cevabı; tarikatların asla ve kat’a çağdaş dünyanın bir kurumu olan STK’lar ile aynı kefeye konulamayacağı, bunların Orta Çağ kalıntısı, dinci-feodal sömürü yapıları olduğudur. Evet, tarikatların Müslüman Türk toplumu açısından olumlu rol oynadığı bir dönem olmuştur ama bu, yüzlerce yıl öncesinde kalmıştır. Dünya çağdaşlaşıp, milletler çağı açılırken buradaki tarikatlar ise en ılımlısı ve olumlusu dâhil, Orta Çağ kurumları olarak geri toplumsal düzenin yapıtaşı olmuşlardır.
Osmanlı toplumuna baktığımızda karşımızda bir kabile, aşiret, tarikat karmaşası görürüz. Ortada merkezî bir devlet halen vardır ama özellikle 18. yüzyıldan itibaren çoğu yerde bu merkezin otoritesinin kağıt üzerinde kaldığını tespit ederiz. Asıl iktidar, hem de her düzeydeki iktidar, bu millet öncesi yapıların başındaki feodallerdedir.
Bu feodaller, kimi zaman aşiret reisi, kimi zaman da şeyh, seyit vs. kimliğinde karşımıza çıkar. Daha da önemlisi, doğuya doğru gittikçe aşiret reisi ile tarikat şeyhi kimliklerinin aynı mütegallibenin, sömürücünün şahsında birleştiğine şahit oluruz. Seyit Rıza, Şeyh Sait, Şeyh Ubeydullah Nehrî bunun net örneklerdir.
Bu “şeyh-reisler”, gerçekte payitahttaki “padişah-halifeler”den çok daha kuvvetli otoriteler ve daha geri bir toplumsal düzeninin egemenleridir. Doğrudan doğruya Orta Çağ sömürücü odaklarıdır.
Diğer yandan durum, batıda ve aşiret, kabile bağlarının çözüldüğü kasaba ve şehirlerde de çok farklı değildi. Burada da tarikatlar, iktisadi, ticari ve bunların sonucu olarak siyasi hayatı ellerinde tutuyorlardı. Tarikatlar, tarımsal üretimi denetliyor, zanaatçıları yönetiyor, ticareti yönlendiriyor ve tabii ki devlet ricaliyle birlikte “saltanatlarını” sürdürüyorlardı. Bu durum özellikle 1800’lerin ortalarından itibaren ve Nakşibendîliğin yükselişiyle beraber tam olgunluğa erişti.
Yani bu Orta Çağ sömürücülerini STK ilan eden Yusuf Tekin’in ve aslında tüm bu fikriyat garibesi iddiaların mucidi Şerif Mardin’in o kadar övüp göklere çıkardığı tarikat düzeni buydu…
Halihazırda da budur.
Tarikatla Cumhuriyet de demokrasi de yan yana gelemez
Tarikat şeyhi; hem dinî hem de manevi alanda mutlak, tartışılmaz otoritedir. Bunlara tabi olana “mürit” denir ki zaten anlamı iradesini teslim edendir. Mürit, tarikat söyleminin tanımına göre “gassalın elindeki meyyittir.” Şeyhin karşısında ölü yıkayıcının karşısındaki ceset kadar iradesizdir. Şeyh, toprağın, hayvanların ve tabii ki insanların da sahibidir ama işte bizim efendilere bakarsanız bunun adı sivil toplumdur!
Medrese uleması, tarikat şeyhi, ağalar vs. düzenlerini yürütür ama buna “sivil toplum” denir. Ne kadar güzel…
Cumhuriyet, tarikatları kapatmadan önce, sadece İstanbul’da 300 tekke vardı. Bunlar, Osmanlı payitahtını bile feodal egemenlik bölgelerine ayırmış, paylaşmışlardı. Anadolu’nun durumuna az önce değinmiştim. İşte Cumhuriyet tam olarak bu dinci feodal düzeni yıkmıştır.
Çağdaşlığın, Cumhuriyet’in, demokrasinin en temel karşıtı tarikattır. Geçmişte de öyleydi şimdi de öyle. Cumhuriyet, milli devlet ve laiklik; bu gerici sömürücü yapının tek panzehri olan ayrılmaz bir programdır. Cumhuriyet, tarikat düzenini ortadan kaldırarak ümmeti millete, müridi de vatandaşa dönüştürmüştü. Bu nedenle Cumhuriyet ile tarikatın bir arada bulunma ihtimali yoktur. Ya biri ya öbürü var olacaktır.
Fakat tarikat ile demokrasi de bir arada bulunamaz…
Tarikat, yok edicidir. Sadece müritlerin iradesini değil kendi dışındaki bütün âlemi yok etmeye programlıdır. Tarikat taassubu, tüm diğer tarikatlar dâhil kendinden olmayan, kendi şeyhine biat etmeyen herkesi ortadan kaldırılması gereken düşmanlar, kafirler olarak beller. Şeyhe mutlak itaat ve bu yok edicilikle, mutlak antidemokrat, mutlak totaliterdir. Ama sorsanız alacağınız yanıt bellidir: Demokrasinin gereği olarak bu “masum STK’ların” varlığının garanti altına alınması gerektiğini iddia edecek sağlı “sol”lu liberaller ve dinciler hazırda bekler.
Şerif Mardin’den Yusuf Tekin’e miras kalan abuk tarikat teorisi
İşte tüm bu tuhaf ve abuk tarikat güzellemelerinin kaynağında tek bir isim var: Şerif Mardin…
Şerif Mardin’in Türk fikir hayatına verdiği zarar büyüktür. Her şeyi tersine çeviren bir teorisi vardır. Ona göre Osmanlı’nın sivil toplumu tarikatlar ve medresedir. Cumhuriyet bu kurumları tasfiye ederek çok antidemokratik davranmıştır. Mardin’in favorileri ise Nakşîler ve Nurculardır.
Mardin, Cumhuriyet dönemi Türk toplumunu yorumlarken de aynı yolda devam eder.
Üçüncü Dünyacı sol iktisatçıların dünyadaki iktisadi sömürü mekanizmasını, metropol sömürgeci ülkelere ezilen ulusların yarattığı değerin aktarımını açıklarken kullandıkları merkez-çevre tanımlarını alır, çarpıtarak Türk toplumunun iç dinamiklerine uygular.
Buna göre Kemalistler elit ve “merkez”, tarikatlar ise “çevre” ve “sivil toplum”dur. Bu kavram çarpıtmasını bilerek yapmıştır elbette. Böylece; merkez-merkezkaç denildiğinde Cumhuriyet ve Cumhuriyet karşıtları olarak ele alınabilecek yapı, Cumhuriyet güçlerinin sömürücü “merkez”, diğerlerinin mazlum “çevre” olarak algılanmasını sağlar. Böylece bir bakarsınız Orta Çağ kalıntısı, dinci feodal, mutlak totaliter tarikatlar bir anda demokrasinin vazgeçilmezi STK’lara dönüşüvermiş!
Çok büyük bir kurnazlıkla yapılmış bu tahrifat, 2023 Türkiye’sinde hâlâ ısıtılıp önümüze konulabilmektedir işte!
Ya Cumhuriyet ve demokrasi, ya tarikat batağı
Yani, Türk toplumunun önündeki seçenek nettir: Ya Cumhuriyet, laiklik ve ulus devlet seçilecektir ya tarikat batağı, Orta Çağ köleliği, şeyhlere kulluk kölelik… Burada bir orta yol yok. Bu, yüzyıl öncesinin de mücadelesiydi, şimdinin de mücadelesi.
Bugün tarikat ve cemaatlerin STK gibi gösterilmesine, çocuklarımızın bu fesat yuvalarına hem de Milli Eğitim Bakanlığı tarafından teslim edilmesine sonuna kadar karşı çıkmalıyız.
Çağdaşlık için kavga etmezsek bizi sürükleyecekleri yer, Orta Çağ’dır, teokratik faşizmdir. Türk Ulusu olarak var olma mücadelesini önemsemezsek millet olma şerefinden tarikat, aşiret, kabile mensubu olmaya düşeceğiz.
Türkiye Cumhuriyeti’nin yurttaşları olarak yaşamanın kıymetini anlayamazsak, müritlik bizi değilse bile bir sonraki kuşağı ele geçirecektir.
Bu acı gerçeğin önemini sadece zihnimizle değil ruhumuzla ve kanımızla da kavramalıyız. Damarlarımızda dolaşan asil kanla…
Daha Cumhuriyet bir yılını bile doldurmamışken, Atatürk tüm önemli işlerinden daha önemli bulduğu bir iş için Ankara’da toplanan Muallimler Birliği Kongresi’ne katılmıştı ve orada kendisini dinleyen öğretmenlere, 25 Ağustos 1924’te hepimizin bildiği şu sözü söylemişti:
“Cumhuriyet sizden ‘fikri hür, vidanı hür, irfanı hür’ nesiller ister!”
Atatürk’ün de işaret ettiği gibi eğitim bu kadar önemlidir. Yeni nesiller, genç kuşaklar ve dolayısıyla da ülkenin ve ulusun geleceği alacakları eğitime bağlıdır.
Milli Eğitim Bakanlığı’nı işgal etmiş bulunan en koyusundan mürteci zihniyet tam da bu önem nedeniyle eğitimi, STK diye tanımladıkları tarikatlara teslim etmeye kararlıdır.
Hedef “fikri esir, vicdanı esir, irfanı esir” mürit nesilleri yetiştirmek, ülkenin ve milletin geleceğini karartmaktır. Mesele şu ki, biz buna direneceğiz.
Her Türk de direnmeli.