Bugün 30 Kasım, “Tekke, Zaviye ve Türbelerin” kapatılmasının 98. yıldönümü.
Cumhuriyet Devrimi’nin en önemli adımlarından biri olan bu kanun, sadece Türk milleti açısından değil, İslam âlemi ve en önemlisi samimi tasavvuf erbabı için de büyük bir kazanımdır.
Gazetemizin yazarı Kaya Ataberk’in “Yüzyıl Savaşları: Cumhuriyet ve Tarikat” isimli son çalışması Cumhuriyet’in kuruluşundan hemen sonra kendini tarikat ehli olarak adlandıran ajanların emperyalistlerle işbirliği içinde hem Cumhuriyet’e hem de vatana karşı giriştikleri ihanet eylemlerini mükemmel bir şekilde özetlemektedir.
Bu devrimin gerçekleşmesinde genç Türkiye Cumhuriyeti ile İngiliz emperyalizm arasında yaşanan, tarih kitaplarında bile adı konmamış, Musul-Kerkük savaşının doğrudan etkisi vardır. Lozan’da barış anlaşması ile kapatılamayan en önemli sorun Musul ve Kerkük meselesiydi. Atatürk bu sorunu, tıpkı daha sonra Hatay’ın vatana katılması sürecinde uyguladığı gibi, askeri ve fiili yöntemle çözmek istiyordu.
Daha İstiklâl Savaşı yıllarında, Atatürk emriyle Türk milis güçleri Musul-Kerkük mıntıkasına girmiş, adım adım Kuvayı Milliye’yi Türkmeneli’nde hâkim kılmaya başlamıştı. Mustafa Kemal’in yönettiği Türk Ordusu, 30 Ağustos 1922’de emperyalizme tarihi tokadı atıyorken, yine Başkomutan’ın görevlendirdiği Özdemir Bey komutasındaki güçler, 31 Ağustos 1922’de İngiliz birliklerini, bugün Irak sınırları içinde kalan Derbent’te bozguna uğratmıştı.
Lozan Konferansı boyunca zaman zaman devam eden ve kesintiye uğrayan gerilla savaşı, İngilizlerin Musul-Kerkük’te yenilgiye uğrayacağına anlamasıyla yeni bir evreye girdi. Bu sefer İngiltere Hıristiyan Nasturi aşiretlerini silahlandırdı ve Hakkâri bölgesinde karşı operasyona girişti. Nasturi İsyanı’nı desteklemek için İngiliz uçakları Hakkari’de Türk birliklerini bombalıyordu. ABD uçaklarının PKK’nın egemen olması için Suriye’nin kuzeyini yerle bir etmesine benzer bir süreçti. Ancak Nasturi İsyanı bastırıldı.
Hıristiyan Nasturilerin bastırılmasından sonra, İngiliz emperyalizminin ikinci ve daha büyük kozu devreye girdi. Şeyh Sait, hem Kürtçülük hem İslamcılık hem de Nakşilik iddiasıyla seferber ettiği on binleri bulan hainler ordusuyla Diyarbakır, Elazığ ve Bingöl’e saldırdı. Aslında İngiliz emperyalizminin paralı ajanlarından başka bir şey değillerdi.
Suriye’de ABD uçakları ile kan döken PKK ile Irak’ta ABD-İngiliz işgalcileri ile birlikte Müslüman soykırımına girişen Barzani’ye bağlı Nakşi şeyleri ile Nasturi isyanına katılanların veya Şeyh Said ile birlikte Müslüman kanı dökenlerin, kahraman Türk askerlerine ve karakollarına saldıranların hiçbir farkı yoktur.
Yapılan yargılamalarda Diyarbakır İstiklal Mahkemesi’nde Şeyh Said suçunu itiraf etti. Merhamet diledi. Kendisiyle birlikte sadece 47 kişi idam edildi. Yargılamalar sırasında, Doğu Anadolu’daki Şeyh Şemsettin ve Hanili Şeyh Adem’in tekkelerinin silahlı isyan ve terörün yönetildiği odaklara dönüştüğü ortaya çıktı. Önce bölgedeki tekkeler kapatıldı. Kararın en önemli nedenlerinden biri tekke ve zaviyelerde gösterilen faaliyetlerin Dernekler Kanunu’na aykırı yürütülmesiydi.
30 Kasım 1925’te TBMM’de kabul edilen kanun, bu kararı tüm Türkiye sathına yaymayı amaçlıyordu. Kanun 13 Aralık 1925’te Resmi Gazete’de yayınlandı. “Tekke ve Zaviyeler ile Türbelerin Seddine ve Türbedarlar ile Bazı Unvanların Men ve İlgasına Dair Kanun” tarikatları kapatıyordu. Bununla birlikte şeyhlik, dervişlik, müritlik, dedelik, seyitlik, çelebilik, babalık, emirlik, halifelik, falcılık, büyücülük, üfürükçülük, gaipten haber vermeyi, murada kavuşturmak amacıyla muskacılık gibi, eylem, unvan ve sıfatların kullanılmasını, bu unvanlarla ilgili elbise giyilmesini yasaklıyordu.
Atatürk, kanunun çıkmasından önce çıktığı yurt gezisinde şu konuşmayı yapmıştı: “Ey Millet! İyi biliniz ki Türkiye Cumhuriyeti, şeyhler, dervişler, müritler, mensuplar memleketi olamaz. En doğru, en gerçek tarikat, uygarlık tarikatıdır… Tarikatların başları bu dediğim gerçeği bütün açıklığı ile anlayacak ve kendiliklerinden tekkelerini kapatacaklardır.”
Gerçekten de tarikat erbabının ezici çoğunluğu kanuna hiçbir direniş göstermedi. Tasavvufi etkinliklerini sömürü ve hurafeden arındırmaya çalıştı. Ancak Nakşiliğin bazı kolları illegaliteyi tercih etti. Menemen’de tekrar ihanete yeltendiler.
Nakşilerin tamamen düşman olduğu farklı bir heterodoks tarikatın şeyhi olan Seyit Rıza ise, bu sefer tam da Hatay’ın anavatanına katılmasından önce Fransız Haçlılarının hizmetinde isyana kalkıştı. Eğer 1925’teki devrim gerçekleşmeseydi, Musul ve Kerkük’teki gibi, Hatay’daki askeri operasyonumuz da yarıda kalabilirdi. Ancak Cumhuriyet’in kararlı tavrı ve 1925’e göre çok daha kuvvetli olması sayesinde 1938 yazında Türk Ordusu sınırı aştı ve İskenderun’a girdi.
Eğer bu devrim gerçekleşmese ne olurdu? Yanıt ortadadır. Ortadoğu’ya, Afganistan, Pakistan’a ve Bangladeş’e bakmak yeterli. Farklı tarikatlar ve klikler birbirini katleder, milyonlarca Müslüman’ın kanına girerlerdi. Türkiye Cumhuriyeti’ne bu katliamı engellediği için milyon kez teşekkür ve dua etmeleri gerekir. Hakikaten Cumhuriyet bazen gericiyi de gericiden korumak demektir. Hukuk olsun yeter!
Tarikatçılık adı altında emperyalizme uşaklık eden yobazlar, yıllarca Cumhuriyet Devrimine saldırdılar. Hem Hıristiyan Batı emperyalizme uşaklık edip hem de utanmadan Türkiye Cumhuriyeti’ni dinsizlik ile suçladılar.
Oysa Türkiye’de Laiklik Devrimi, en çok dünyanın en güzel ve en temiz dini olan İslam’a ve Türkiye’de yaşayan milyonlarca temiz kalpli gerçek tasavvuf erbabına ve tüm Müslümanlara hizmet etmiştir. Bu devrim olmazsa ne olacağının yanıtı 15 Temmuz’dadır. Yıllarca Kürtçülük ve emperyalizm ile işbirliği içinde kin ve kan davası güden Nakşiliğin iki kanadı; iktidarı paylaşamadığı için birbirine girdi. Cumhuriyet’in İstiklal Mahkemelerinde gerici isyancılar hakkında verilen kanuni idam kararlarının 10 katı kadar insanımız bir gecede yargısız infazlarla katledildi.
Nakşiliğin Tayyipçi kolu -evet artık böyle bir kolları vardır, çünkü iktidarın ve rantın tarikatıdır bunlar artık- ile Nurcu/Fethullahçı kolu arasındaki iç savaş; Türkiye Cumhuriyeti Tekke ve Zaviyeleri kaldırmasaydı, geçtiğimiz yüzyılın nasıl geçeceğini göstermektedir. Aynı iç savaşı Bangladeş’te gördük. Tüm milleti düşman ilan eden sapık bir tarikatın şeyhi ülkeyi kana buladı, neredeyse bir milyon Müslüman’ı soykırıma uğrattı.
Ortadoğu’da bugün görüyoruz. Yüz binlerce Müslüman, hangi tarikat hangi İslami klik hangi mezhep egemen olacak diye katlediliyor. Afganistan’da da gördük aynısını.
Bunlar tekkede miskinlik bile yapamaz. Kendi hallerine bıraktığında, mürşit dedikleri zat öldüğü an birbirine girerler. Namaz kılarken arkadan hançerlemek mi dersin, birbirinin yemeğine zehir katmak mı? Vallahi billahi bunları kendi haline bıraksan, içinde cemaat ile camileri havaya uçurmaya başlarlar…
Nitekim Türkiye’de en çok İslamcının ve tarikatçının hapse atıldığı dönem de AKP dönemi olmuştur. Tarikat iç savaşından kanlı savaş zor bulunur. Kucağında değil, karnındaki bebekle bile binlerce türbanlı kadıncağızı zindanlara kim attı? 28 Şubat mı? Kemalistler mi?
Tarikatlar iktidardan, hukuktan, siyasetten anlamaz. Tasavvufun işi zaten ontolojik, metafizik konular. En fazla ahlak düsturu… Artık bunları da beceremedikleri için para hırsıyla oraya buraya saldırıyorlar. Türklüğe ve Türk Devletine kin kusacaklarına, adam olmaya çalışsınlar. Tasavvufun temiz ismini rezil ettiniz!
Türk Devlet töresinde bunlar askerlikten idareden uzak tutulur. Bu işlere karışırlarsa ancak fitne ve kan çıkarırlar. Tarihte istinası yoktur bunun. Bu yüzden Selçuklu ve Osmanlı Hakanları da yeri geldiğinde bunları tokatlamıştır. Örneğin Fatih Sultan Mehmet Han bunların vakıf adı altında örgütlenmiş bütün derebeylik özentisi kalelerine el koymuştur.
Atatürk de Türk Hakanlık geleneğini uyguladı. Böylelikle Türkiye’de yaşayan milyonlarca Müslüman’ın ve tasavvufu seven hevesli müminlerin neredeyse 100 yıl huzur içinde yaşamalarına olanak tanıdı.
Ne zamanki AKP fitnesi 2002’de iktidara emperyalizm tarafından getirildi, fitne ve tarikat iç savaşları yine başladı. Bunların hangi kanadına giderseniz gidin. Taht kavgası bitmez. Biri diğerini Mossad ajanlığı ile suçlar, öbürü diğerine seks kasetiyle sataşır. Mide bulandırır bunların tekke kavgası. Ne mutludur ki, elbette Laiklik ayakta kalacak ve Türkiye son 22 yılından çok büyük dersler çıkaracaktır.
Bu yüzden Atatürk’ün Laiklik Devrimi’ni önce Müslüman âlemine olan büyük hizmetinden dolayı tebrik etmek gerekir. Devrim günümüz kutlu olsun.