Rekabetçi otoriter rejimlerin karakteristiği olan göstermelik seçimlerin yapıldığı yerlerde bir detaya dikkat çekilir: Seçimlere katılım oranı.
Sanki demokratik olgunlukta tek kriter seçim sandığıymış gibi seçimlere katılıma müthiş derecede önem atfedilir ve yüksek olduğu ölçüde demokratik bir rejimin var olduğu öne sürülür ki, bu siyaset sosyolojisinde son elli yılda karşılaşılan belki de en büyük safsatadır. Katılım oranı kuşkusuz önemlidir ancak ona bakarak rejimin karnesini vermeye çalışmak, bir uçakta tüm göstergeleri atlayıp sadece hava süratine bakarak vaziyet tayini yapmak kadar yanıltıcı olur. Sandığa gitme dürtüsünün daha farklı nedenlerle düşük olduğu, görece az kusurlu Batı demokrasilerinde seçimlere katılım oranı bir fikir verebilir fakat baskıcı ya da hibrit demokrasi olarak tanımlanan rejimlerde bu oran bir anlamda görev onayı gibidir ve aslında rejim de dış dünyanın bunu bu şekilde algılamasını tercih etmektedir.
Sandık güya bu kadar kutsal olunca ona eleştirel bakanlar da günahkârdırlar ve kesin surette cezalandırılmaları şarttır. YSK başkanının gözlemci olarak bulunduğu ABD seçimlerinden sanki bir icat bulmuş gibi “elektronik oylamaya hazırız” türünden açıklamasına yönelik itirazların ve şüphe ifade eden yorumların nasıl bir hışımla karşılandığı Nasuh Mahruki üzerinden görüldü, bu oldukça çarpıcı bir örnektir.
●●●
Türkiye’de seçimlerin bir ölüm kalım mücadelesi şeklinde geçmesi ve geçen haftaki yazıda değindiğim mevcut hükümet sistemi ülkenin hayrına değildir. Nitekim son on yılda yaşanan büyük sıkıntılar ve sosyo-iktisadî gerileme de bu savı desteklemekte.
Öncelikle şunu belirtmek gerekir: Son on beş yılda, referandumları da dâhil edecek şekilde yapılan hemen hemen hiçbir seçim nizami değildi. Daha iyi örnek olarak gösterilen Batı’daki seçim pratikleriyle de pek benzerlikler taşımıyordu. Kampanya dönemindeki manipülasyonlardan seçim günü oy sayım döküm işlemleri sırasında yaşanan usulsüzlüklere kadar birçok husus bir bütün olarak değerlendirildiğinde seçimlerin özgür seçimler olmadığı ortadadır.
Peki, gayrî nizami seçimler ve yoğun kara propaganda yoluyla görev onayını sürdürmeye ve de böylece rejimi dönüştürmeye çalışan ancak yine de bir türlü istediği dönüşümü başaramayan bu tip otoriter yapılardan ne beklenir?
Türkiye örneğinde yaşananlar açıktır. Otoriter yönetim, her ne kadar bir örümcek ağı gibi tüm kurumları sarmış ve her yeri mutlak kontrolü altına almış gibi düşünülse de, son on yılın seçim sonuçlarının verdiği değişken mesajlar, yıldan yıla azalan destek ve bozulan ekonominin etkisiyle bir türlü tam olarak yerleşemedi. Dönüşümü tam manasıyla becerebilecek kültürel alt yapısı ve felsefi bir temeli zaten hiç olamamıştı fakat zamanla altındaki zeminin de kaydığını gördü ve iyice agresif davranmaya başladı. Sonuçta her geçen zaman ekonomi de daha kötü noktalara gelince destek tarihinin en kritik seviyelerine düştü.
Bu saatten sonra hiç olmadığı kadar daha çok saldırmaya, düşen desteğe rağmen biraz da konjonktürün sağladığı avantajla karşıtlarını provoke etmeye ve onlara hata yaptırarak ayakta durmaya çalışacaktır. Eski rejimin kalıntısı olarak gördüğü muhaliflerini zorlayabileceği bir kıyamet savaşı tam manasıyla sıkışık durumdaki otokrat rejimi kurtarabilir mi?
Bu maksatla uzun yıllardır sürdürülen sistemli saldırı esasen durum takibi yapan kişilerin dikkatinden kaçmayacak kadar alenidir. Belli aralıklarla dozunu arttıran, sert tepkinin alındığı anlarda ise geri adımların gözlendiği yöntemde sosyal medya destekli eylemler zinciriyle karşı taraf önce tahrik edilmekte, ardından da olası haklı tepkilere karşı tehditler yöneltilmektedir. Anayasal hak olan sokak protestolarına 15 Temmuz örnek gösterilerek halka gözdağı verilmektedir. En korktukları ve geçmişte travma oluşturan eylem ise Gezi İsyanı‘dır. Böyle bir kitlesel tepkinin yeniden vuku bulması halinde sonunun ne olacağını kimse kestiremeyeceği için bu korkuyu başka bir korkuyu pompalayarak örtmektedirler. O pencereden bakıldığında Gezi’nin cevabı 15 Temmuz’dur, ama kimse bunu böyle söylemez. Bu maksatlarla mütemadiyen paylaşım yapan ciddi takipçi sayılarına sahip trol hesapların bolca kullandıkları ifadelerden sizlere bir seçki sunuyorum;
– Size devleti tanıtacağız.
– Kılıç artıkları, Yahudi tohumları…
– Garkad ağacının arkasına bile saklansanız sizi bulup öldüreceğiz.
– Önce içeridekilerden başlamalı…
– Sizinle sonsuza dek kutuplaşacağız vb…
Bütün bu paylaşımları yapan hesaplar daha detaylı incelendiğinde takipçileri arasında iktidar partisi yöneticilerinin de olduğunu göreceksiniz. Bu bir rastlantı değil zira birçok mecrada bu paralelde ifadeleri üstü örtülü olarak kendileri de kullanıyorlar. Yani sıradan bir nefret dili kullanılmıyor, organize bir suç örgütünün yaptığı gibi kendisinden görmediği kesimleri korkutup sindirmeye yönelik bir eylem bütünlüğü söz konusu.
Muhalefetin temsil ettiği kitlelerin sürekli sinir uçlarıyla oynayarak onları hata yapmaya, sokağa dökmeye çalışan bu meşum yapı aslında ateşle oynamaktadır. Ancak, yenişemezlik hali devam ettikçe bir kıyamet savaşının yaşanması yani Siyasal İslamcı iktidarın final maçını oynaması ihtimali artıyor. Bu maçı gürültüsüz patırtısız kazanmaları da olasıdır. Çünkü “Beyaz Türk” tabir ettikleri ağırlıklı olarak genç ve eğitimli insanların düşük maaş, yanlı mülakat ve özel yaşama müdahale vb. çeşitli sebeplerden yurt dışına gitmelerinin önünü açmakta ve hatta zorlamaktadır. Buna mukabil Ortadoğu’nun en ücra yerlerinden sığınmacı ya da sermaye sahibi insanların ülkeye girişine izin vererek akabinde vatandaşlık dağıtmakta ve böylece yeni inşa edilecek rejime sadık bir halk oluşturmaktadır.
Sürmekte olan bölgesel çatışmaların neticesinde ortaya çıkan göç vakasını hafife almamak gerekir. Önümüzdeki yıllar bu göçlerin etkisiyle şekillenecek, az hata yapan devletler bu dönemden güçlenerek çıkarken bazılarının ciddi varoluşsal sorunlar yaşadığına yaşadıkça şahit olacağız. Söz gelimi, Avrupa’da birlik üyesi ülkelerde kısmen önlemler alındı ama ona rağmen halen sorunlar bitmiyor ve oldukça da ciddi savrulmalar yaşıyor. Bu bağlamda Türkiye’de orta-uzun vadede oluşturulması planlanan yeni toplum Avrupa için de olumlu sayılabilir çünkü kendi içindeki uyumsuz toplulukları entegrasyon adı altında neredeyse asimile etmeye ve geri göndermeye çalışırken, Türkiye başta olmak üzere AB dışındaki ülkelerden nitelikli işgücünü seçerek almak menfaatinedir. Türkiye tamamen kapalı bir rejim olmadıkça tüm senaryolar Batı’nın işine gelir, kaldı ki öyle bir ihtimal de yok. Şu gün bile yaşananlar gösteriyor ki, bu lümpen zümrenin birinci sınıf tabakasının nefsî duyguları ve kini dışında bir kutsalı yok. Teokratik bir rejimi kendi alt tabakaları bile ne kadar istiyor emin değiller ama oluşturmaya çalıştıkları toplumsal yapının mayasında geleneksel din anlayışı ya da daha doğru ifadeyle bir mahalle baskısı var. Mahalle baskısı oldukça kullanışlı bir aparattır; tüm hurafelerin din içerisinde yutturulduğu dogmatik ve korkutucu bir yaşam tarzı! Buna mukabil özellikle de üst zümrenin dünyevî zevklerini tatmin edebileceği tabiri caizse “günah işleme özgürlüğü”nü kullandıkları mahallenin dışındaki günah adacıkları…
●●●
Kurulan tuzak görmek isteyenler açısından yeterince net. En başta siyasetin resmi aygıtlarına, parti tercihlerine ve sandığa sahip çıkılmalı, diğer yandan anayasal hak dahi olsa tahriklere kapılıp kontrolsüz sokak eylemlerinin içinde olunmamaya özen gösterilmeli. Muhalif kanattaki partilerin çalışmaları işte bu açıdan çok hayatidir.
Bu arada önceki gün CHP’ye yapılan MİT ziyareti ve sonrasında yapılan açıklama oldukça hayret verici düzeydedir. MİT ile istişare ederek ekip kurmak neyin nesidir? En ufak bir el çektirme durumunda “yeni bulgular ortaya çıktı” ya da “Emniyet İstihbarat uhdesindeydi” diyerek işin içinden çıkabilir. Kaldı ki, bu kurum zaten büyük ölçüde dönüşümü tamamlamış ve namzet rejimin en güçlü aygıtlarından biri halini almıştır… Tabii o ziyarette bir ihtimal “daha gizli bir içerik” konuşuldu fakat öyle bile olsa yapılan açıklama çok abes bir açıklamadır.
Burada asıl yoğunlaşılması gereken kurum Türk Silahlı Kuvvetleri’dir. Namzet rejimin “Bizim okullarımızdan çıkan subaylar nasıl bize kılıç sallar!” şaşkınlığıyla o genç teğmenlere saldırıya geçmesini iyi okuyun. Yine bu karşı devrimci pencereden bakıldığında kaygılar yerindedir çünkü ne yapılırsa yapılsın TSK bünyesinde o cihette bir dönüşüm sağlanamıyor, deyim yerindeyse toprak kabul etmiyor…
Şu halde kaçınılmaz olarak yaklaşan son büyük kapışmanın arifesinde orduya sahip çıkmak, Mustafa Kemal’in askerleriyiz diyen genç subayların arkasında durmak iyi kötü devam eden rejimin daha fazla savrulmaması açısından çok önemlidir. İktidarın, son kertede tüm tepkileri göze alarak TSK üzerine gitmek ve oradan yeni hamleler geliştirmek dışında pek bir alternatifi kalmadı, nitekim şu anda da onu yapıyor. Muhalefet ise bir bütün olarak oradaki mevzisini koruduğu ölçüde duruma hâkimiyet sağlar ve karşı devrimci hareketin planlarını bozmuş olur.