Dışarıdan bakıldığında bazılarına kolay ve cezbedici gelebilir ancak turizm hakkıyla yapıldığında görünenin aksine müthiş yıpratıcı ağır bir sektördür. Taşımacılığından konaklamasına, eğlencesinden yeme içmesine kadar tüm alt departmanlarıyla birlikte oldukça geniş yelpazedeki turizm bir bakıma hizmet sektörünün de esasını teşkil etmektedir. Burada biz daha başka bir yaklaşımla, turizmin aslında serbest piyasacı akımların değil solun ilgi alanındaki sektör olduğunu da iddia edilebiliriz. Bugünün mağara adamının tahayyülüne sığmayacak bir ütopya olmasının yanında kabul edelim ki, günün realitesine de bir hayli uzak olan “Sınırların kalktığı sınıfsız bir toplum” belki de liyakatli bir turizm modeliyle fiilen mümkün olacaktı.
…
Türkiye’de ve Avrupa’nın belli yerlerinde okulların kapanmasıyla beraber turizm mevsiminin kendisini iyiden iyiye hissettirmeye başladığı şu günlerde yıllardır alarm vermekte olan sektör eski arızalarıyla yeniden haber olmaya ve gündemin üst sıralarına çıkmaya başladı. “Turizm Mevsimi” ifadesi esasında benim Türkiye özelinde çok kabul ettiğim bir ifade değil, fakat basın yaygın olarak haberleri bu şekilde sunduğu için ben de ifadeyi “kıyı turizmi” anlamında yazımda kullanacağım. Geniş anlamda ele alacak olursak, Türkiye gibi bir harikalar diyarı için yalnızca belirli tarihler arasına sıkışmış bir turizm mevsiminden bahsedilemez.
On beş yılı aşkın bir zaman, içinde bulunduğum bu sektör birçok olayı ve çarpıklığı tecrübe etmeme yaradı. Aslî işim olmamasına rağmen yılın önemli bir bölümünde ek kazanç sağladığım işlerde, o tarihlerde dahi genel kabul görmüş bazı uygulamaları kabul etmeyerek ülkem adına daha doğru bildiğim bir yol izledim. Her defasında konuşmaya “Turizmin mekteplisi değil alaylısıyım” sözlerini kullanarak başlar ve yapılan işin ne olursa olsun layıkıyla icra edilmesi gerektiğini vurgulardım. Çeşitli vesilelerle Turizm Meslek okullarında verdiğim seminerler, sürenin sonuna doğru genelde bir sohbet havasına bürünür ve orada geleceğin turizmcisi olacak arkadaşlara mesleklerinin aslında ne kadar zor ve istikrar hususunda adeta pamuk ipliğine bağlı bir doğaya sahip olduğunu güncel örneklerden yola çıkarak ve hatta jeopolitik risklere de dikkat çekerek anlatırdım. Ancak, ne olursa olsun adeta bir açık hava müzesi olan bu kadim toprakların tanıtım elçileri olmaları hasebiyle yine de şanslı olduklarının altını çizerdim. Elbette o okul ortamlarında uzun çalışma saatlerinden ve emeğin örgütlü gücünden bahsetmek gibi bir olanağım yoktu. Neyse ki, on yıl kadar sonra Kıbrıs’taki bir siyasi parti için hazırladığım çalışma raporunda turizm sektörü için asıl olması gerekenin bu olduğunu ve katî surette tüm çalışanların sendikal haklarının sağlanarak Kuzey Avrupa ülkelerinde olduğu gibi sistemin bunun üzerinden yürümesi gerektiğini de sohbetlerime ve sunumlarıma ekleyecektim.
Akdeniz çanağında ve tüm dünyada ziyaretçi ve gelir bakımından Fransa ile İtalya her dönem üst sıralarda iken, İspanya rekorlar üstüne rekorlar kırarken Türkiye’de bu işin hakkını vererek çalışan, hafta sonu-bayram tatili demeden sabahın dokuzundan gece yarılarına kadar kendini feda eden yüz binlerce emekçiye rağmen üstelik otellerin açık büfe restoranlarında tonlarca gıdayı memleketinde adam yerine konmamış görgüsüz çapulculara israf ettirme pahasına neden halen istenilen yerde değiliz?
Evet, işin kültür turizmi kısmını bir tarafa bırakıyoruz ve bu soruyu yalnızca “Güneş-Kum” olarak da tabir edilen kıyı turizmini kastederek soruyoruz. Nerede hata yapıyoruz ve taş çatlasın altı ayı kapsayan bu zaman diliminde potansiyelimizi niçin tam kullanamıyoruz? Daha cesur bir kalıpla soralım hadi: “Bu halk kendisini niçin bu kadar çok kullandırıyor?”
Kullandırıyor ve kullandırmaya da devam edecek. İyi hizmet vermeye çalışan cezalandırılmaya, çakallar ise “Bugünlerini kurtarmaya” devam edecek… Bu arada gemi de iyice su almaya başladı.“Arizona kertenkelesi(!)” kılıklı tiplerin Alanya’dan Çeşme’ye kadar her mekânda bin bir takla atarak koskoca Türk milletini rezil ettiği günlerde bile, bakan denilen acente sahibi kişi yandaş gazetecileri özel yatında besleyip keyif çatıyorsa bu devletten çok da fazla bir şey beklememek lazım! Fakat kepazeliklerin üstünün “Arz-talep meselesidir. Nasıl olsa böyle gelip böyle gidiyor” denilerek örtülmeye çalışılması asla kabul edilemez…
Aslında birçok şey kabul edilemez. Sözgelimi “Plajlar halkındır!” şeklinde özetlenebilecek açık yasa hükmüne rağmen plajların yer yer işgal edilmiş olması da bunların arasındadır. Fakat ne yazık ki, en tepedeki insanların bile yasalara ve anayasaya saygı duymadıklarını dile getirebildiği bir yerde artık bunların da bir anlamı yok…
…
Turizm gelirleri, yurt dışı yerleşik işçilerin dövizleriyle birlikte cari açığı azaltma yönünden önemli bir kalem ve verilen emekle orantısız da olsa artan gelirler döviz ihtiyacımızın karşılanabilmesi açısından oldukça hayatîdir.
Fakat kendi öz vatanının evladı memleketin güzelliklerinden tam yararlanamıyor, gittiği yerlerde de mafyatik tiplerin tehditlerine veya bir takım ne idüğü belirsiz kaçkınların tacizlerine maruz kalıyorsa aslında burada biz kazanmıyoruz. Kendi memleketimizde kaybediyoruz, tükeniyoruz!
En düşük zümrenin bile elini kolunu sallayarak hatta yeri geldiğinde kimliğiyle giriş yaptığı bir ülkede turizm, yerel halkı kalkındırmaktan öte eziyettir ve hatta onursuzluktur. Çünkü onlar yıllar yılı o şekilde gelir ve seni tüketirken, sen vize kuyruklarında bekler yine de red cevabı alırsın. Şayet bu kepazeliği kendine reva görmüyorsan önce tependekini atacaksın. Sonrasında zaten o insanlıktan nasibini almamış şezlong mafyasının kumsalı da dümdüz edilir.