Çelik’in sessiz çocukluğu
Çelik’in kendisini aramaya başladığı çocukluk dönemi, savaş yıllarıdır! 1941 yılında, Çelik’in okuduğu ilkokulun patron-müdürü, 2. Dünya Savaşı’nın koyu cehennem karanlığının da verdiği yeis ve şok ile olsa gerekir, kız öğrencilerinden biriyle bir gönül macerası yaşar ve okulu, bu yüzden kapatılır?! Cumhuriyet’in kurulduğu 1923 yılında, bütün Türkiye ortaokullarındaki kız öğrenci sayısı 1.182 iken, 1943’te bu sayı, 22.005’e çıkmıştı! (Bkz.: Kemal Zeki GENÇOSMAN, Altın Yıllar, İstanbul: Hürriyet Yayınları, Eylül 1981, s. 219.) Doğaldır ki, sayıları artan kızların, şehirlerin toplumsal yaşamındaki görünürlükleri de, rolleri de artmış ve çeşitlenmiştir! Artan toplumsallık, bu tür acemilik olaylarına da neden olabilmektedir…
Bu toplumsallık artışı olgusunda, Mustafa Kemal Atatürk’ün daha Türk Kurtuluş Savaşı cephelerde sürerken, İngiliz-destekli Yunan’ın Ankara kapılarına dayandığı günlerde, (16 Temmuz 1921 tarihinde) öğretmenleri toplayarak verdiği ilk nutkunda belirttiği gibi, ‘Türk’ün, Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşünün baş faktörü, eğitimde bozukluk, çarpıklıktır!’ inancının gereği olarak giriştiği eğitim devriminin büyük payı vardır. (Tersine olarak, ‘büyük’ komutan geçinen Napolyon, Fransız eğitimcilerin kendisinden istediği alfabe ile ilgili isteğe, ‘benim alfabe ile uğraşacak zamanım yok?!’ der…) Atatürk, teşhisini koyar, çaresini de, ‘Türk seciyesiyle uygun bir eğitim’de görür! 1922’de, Bursalı öğretmenlere seslenir ve onlara, iki direktif verir: Birisi, ‘eğitimin millî ihtiyaçlara dayalı olması’, ikincisi ise ‘asrın icaplarına cevap vermesi’dir! (Değerli Atatürk devri eğitimcimiz Hıfsırrahman Raşit ÖYMEN’in anıları için bkz.: Nazmi KAL, Atatürk’le Yaşadıklarını Anlattılar, Ankara: Bilgi Yayınevi, Kasım 2001, s. 82.) Yine aynı kaynaktan öğrendiğimize göre, Mustafa Kemal, Çanakkale’den Edirne Muallim Mektebi’ne (teftişe) gider ve oradaki tarih dersine girip, şu soruyu sorar: ‘Türk’ün düşmanı kimdir?’ Verilen ‘Çarlık Rusyası!’ yanıtı ile tatmin olmamıştır; der ki: ‘Bu yetersizdir. Türk’ün varlığına göz koyan, Türk’ü sömürmek isteyen her devlet Türk’ün düşmanıdır, ki Düyunu Umumîye ve kapitülasyonlarla başlayan ve bugüne kadar da süren, zaman zaman tepen belirtilerle meydandadır!’ (Kal, Atatürk’le Yaşadıklarını (..) a.g.y., s. 78.)
Gazeteci-yazar (merhum) Mustafa Baydar’a (1920-1976) göre, ‘Türk tarihinin en büyük şerefi olan Atatürk’, kendisine ilham, kültür ve devrim kaynağı olarak, büyük şairimiz Tevfik Fikret’i seçmişti. Onun, insancı ve özgürlük tutkunu düşüncelerinden çok etkilenmişti. Söyleşi ve söylevlerinde sık sık onu anar ve şiirlerinden (parçalar) okurdu. 1925 yılında, İzmir’de verdiği ‘Türk kadını nasıl olmalıdır?’ konulu bir söylevinde, ideal Türk kadınında olması gereken özellikleri saymış ve sözlerini şöyle bitirmişti: ‘Burada, Fikret merhumun herkesçe bilinen bir dizesini hatırlatmak isterim: Elbet sefil olursa kadın, alçalır beşer (insanlık)!’ (Bkz.: Orhan KARAVELİ, Tevfik Fikret ve Halûk Gerçeği (4. Baskı), İstanbul: Pergamon, Eylûl 2005, ss. 48-49.)
Evet, anılan (‘İzmir Kız Muallim Mektebi’ndeki, 13/14 Ekim 1925 tarihli) söylevinde Kemal Atatürk, şunları da söylemiştir: ‘Cumhuriyet, ahlâkî erdemlere dayalı bir yönetimdir. Cumhuriyet erdemdir. Sultanlık, korkuya, tehdide dayalı bir yönetimdir. Cumhuriyet idaresi, erdemli, namuslu insanlar yetiştirir. Sultanlık korkuya, tehdide dayalı olduğu için korkak, aşağılanan, alçak, aşağılık insanlar yetiştirir. (..) Biz Millî Mücadele’de başarılı olduk. Sebebi şudur ki, Millî Mücadele’yi yapan doğrudan doğruya milletin kendisidir, milletin çocuklarıdır. Millet; analarıyla, babalarıyla, kızkardeşleriyle mücadeleyi kendisine ülkü edindi. (..) Türk kadını nasıl olmalıdır? Türk kadını dünyanın en aydın, en erdemli ve en ağır kadını olmalıdır. (..) Türk kadınının görevi, Türk’ü düşüncesiyle, zihniyetiyle, gücüyle, kararlılığıyla korumaya ve savunmaya gücü yeten kuşaklar yetiştirmektir. Milletin kaynağı, sosyal hayatın temeli olan kadın ancak erdemli olursa görevini yapabilir. Her hâlde kadın çok yüksek olmalıdır. Burada rahmetli Fikret’in herkesçe bilinen bir sözünü hatırlatırım: “Elbet sefil olursa kadın, / Alçalır beşer!”’ (Bkz.: Ahmet Bekir PALAZOĞLU, Atatürk’ün Eğitim İle İlgili Düşünceleri, Ankara: Millî Eğitim Bakanlığı Yayını, 1999, ss. 367-369.) Burada Atatürk’ün, küçük Çelik’lerin ve kızkardeşlerinin nasıl yetiştirilmeleri gerektiğine değgin düşüncelerini, özlü biçimde yeniden öğrenmiş bulunuyoruz…
Çelik, ‘Maarif Mektebi 50. İlkokulu’na nakil olur… Bu yılda, Çelik, zâfiyet teşhisiyle, o zamanki adıyla ‘Etfal Hastahanesi’nde (şimdiki ‘Şişli Çocuk Hastahanesi’), kısa bir süre tedavi görmüştür. Bu hastalık, Çelik’i, birkaç yıl uğraştıracaktır. Annesinin koruyucu kanatları altındadır, fakat maddî olarak sıkıntılı günler geçirmektedirler. Tıpkı bütün Türk vatandaşları gibi…
Savaşa girilmemiştir, ama, savaşın yol açtığı tarım ürünleri, tahıl, yiyecek-içecek üretimindeki aksamalar, yetersizlikler ve akaryakıt benzeri kalemlerdeki tedarik zinciri kopuklukları, Türk vatandaşlarına da ‘karne ile ekmek ve diğer ihtiyaç malzemeleri dağıtımı’nı zorunlu hâle getirmiştir…
Artık Türkiye, Atatürk’süz bir Türkiye idi. İsmet İnönü’nün Cumhurbaşkanlığı’ndaki Türkiye, Atatürk’ün öngördüğü tam bağımsız, özgür ve demokrasiye geçmiş bir ülke idealine ve hedefine varabilecek miydi? Bu, bilinmiyordu…
Atatürk, 28 Eylûl 1932 tarihinde, Amerikalı General McArthur ile yaptığı görüşmede, yakın geleceği öngörmüştü: Dün olduğu gibi, yarın da Avrupa’nın geleceğinin Almanya’nın alacağı tavra bağlı olacağını; olağanüstü bir disiplin anlayışıyla bu ülkenin, hele bir de ulusal ihtirasını kamçılayacak (Hitler’ci nasyonal-sosyalist ve/ya da kafatasçı, yâni faşist?) bir siyasî akıma kendisini kaptırırsa, 1. Dünya Savaşı sonunda kendisine dikte edilen Versay Antlaşması’nın (yeniklik) koşullarına itiraz yükseltip, değiştirmeye kalkışacağını; İngiltere ve Rusya dışındaki tüm Avrupa’yı işgâl edebilecek bir orduyu oluşturabileceğini (savaşın da 1940-1946 yılları arasında çıkacağını!); Fransa’nın güçlü bir ordu kuramayacağını; İtalya’daki Mussolini’nin ise, (nevzuhur) Sezar rolüne soyunarak, ülkesini ateşe atacağını söylemişti… (Bkz.: Doç. Dr. Kemal ARI, Türk Devrim Tarihi – II: Oluşumu, Öğretisi ve Ülküsü, İzmir: Burak Kitabevi, Ocak 2011, s. 470.) Atatürk’ün belirtilen tüm öngörüleri gerçekleşmişti…
1931 yılında Uzakdoğu’da Çin-Japon gerginliği sonunda, (emperyalist) Japonya’nın Çin’e saldırması; 1935’te faşist Mussolini İtalya’sının Habeşistan’ı işgâl etmesi; 1936’da Alman Nazilerin Führer’i Hitler’in, Ren Irmağı’nın batısındaki eski topraklarını almak için ordusunu hareketlendirmesi ve İspanya’daki Cumhuriyetçilerle iç-savaş yürüten faşist Franco rejimine, İtalya ile birlikte yardıma koşması; Almanya, İtalya ve Japonya uzlaşması ve bağlaşıklığının oluşması; Almanya’nın (kendinden saydığı!) Avusturya’yı ilhakı; sonra Çekoslovakya’yı yutması, sonra Polonya’ya yönelmesi ve Almanya’nın (1 Eylül 1939’daki) Polonya saldırısından sonra da, İngiltere ve Fransa’nın, Almanya’ya 3 Eylül 1939 tarihinde savaş ilân etmeleri ile birlikte 2. Dünya Savaşı’nın başlaması olayları.. yaşandı… Almanların hemen akabinde, Sovyetler Birliği’nin doğudan Polonya’ya girmesi ve Estonya, Litvanya, Letonya ve Finlandiya’yı yutması gözlendi! Almanya, Norveç’i, Danimarka’yı da işgâl listesine kattı! Belçika, Hollanda ve Lüksemburg’u alan Alman orduları, Haziran 1940’ta, Paris’e girdiler, Fransızları teslim aldılar! Arkasından Almanlar, uçaklarıyla, İngiltere şehirlerini dövmeye başladılar! Yugoslavya’yı ele geçiren Almanlar, Yunanistan’a da (İtalya’yla birlikte) girdiler! Girit’i de aldılar. Sonra da Sovyet Rusya’ya yöneldiler. 1941 ortalarında, Rusya topraklarında ilerlemeye başlayan Alman ordularını, geniş Rus stepleri ve dondurucu bir kış eşliğinde karşılayan Ruslar, 20 milyon ölü vererek, savaşı 1942 ve 1943 boyunca sürdürüp, Almanları püskürttüler! Savaşı asıl bitiren güç olan emperyalist ABD ise, savaşa, Japonların Hawaii Adaları’ndaki Pearl Harbor Deniz Üssü’ne yaptıkları 350 uçaklık saldırı sonucunda, 08 Aralık 1941’de girmiş oldu. Başkan Truman’ın emri ile, ABD uçakları, 1945 yılı (6/9) Ağustos’unda, Japonya’nın Hiroşima ve Nagasaki kentlerine atom bombası atarak (toplamda 220.000 insanı katlederek!), 2. Dünya Savaşı’nı sona yaklaştırdılar! Sovyetler de Japonya’ya saldırınca, Japonya teslim oldu ve 1945 yılında, savaş, resmen sona erdi! (Bkz.: Kemal ARI, Türk Devrim Tarihi – II (..) a.g.y., ss. 471-473.)
Sonuç mu? ABD, Sovyet Rusya, Çin ve diğer Avrupalı ‘Müttefik’lerden, (asker ve sivil olmak üzere) toplamda, 61 milyondan fazla ve Almanya liderliğindeki (İtalya, Japonya gibi ortaklardan oluşan) ‘Mihver’lerden, toplamda, 12 milyondan fazla ölü olmak üzere, genel toplamda, 73 milyondan fazla insanın ölümü ve onlarca şehrin, yüzbinlerce evin yakılıp, yıkılması ile sonuçlanan tam bir felâket ve cinayet tablosu idi, insanlığın karşılaştığı?!!
Mustafa Kemal Atatürk’ün, kendi sağlığında, eylemli Kemalizm’in yâni Türk Devrimi’nin bir ‘kurtuluş doktrini’ olarak incelenmesi ve geliştirilmesi için kurdurduğu ‘İnkılâp Enstitüsü’nün kuramcılarından Mahmut Esat Bozkurt’a yazdırdığı “Atatürk İhtilali” adlı eserde, şöyle bir bölüm vardır: ‘Ben komünist değilim. Türk milliyetçisiyim. Böyle doğdum, böyle öleceğim. (..) Yarının tarihi, yeni bölümlerini Türk birliğiyle açacaktır. Dünya sükûnunu bu bölümler içinde bulacaktır. Kaşgarlı Mahmud’un Divanüllügatı Türk’ünde dediği gibi: “Tanrı; Türk’ü, insanlık, şerirlerden (fesatçı, Ö.B.), şakilerden kurtulsun diye yarattı!”’ (Bkz.: Mahmut Esat BOZKURT, Atatürk İhtilali (3. Basım), İstanbul: Kaynak Yayınları, Haziran 1995, s. 142.) Evet, Çelik’ler, bunları öğrenerek ve bilerek yetişeceklerdir…
Çelik, ilkokuldan mezun olduğunda, Türkiye’nin zorlu savaş ve sonrası yıllarının güçlükleri çekilmektedir. Kendi deyimi ile: ‘(..) hem Türkiye ekonomisi, hem de İstanbul’da hayat, yeni bir döneme giriyor sayılabilirdi. Atatürk’ün temsil ettiği mutlu dönem sona ermiş gibiydi. Savaş kapılarımızı zorluyor, bunun etkileri her alanda görülüyordu. Artık klasikleşmiş sayılabilecek bir cümleyle, önce ekmekler bozulmuştu. Sonra gece karartmaları başladı..’ (Bkz.: Çuhadar, Çelik Gülersoy (..) a.g.y., s. 23.) O yıllarda aile, geçim sıkıntısından dolayı, babalarını yitirdikleri, o uğursuz eve (ki, Serasker Rıza Paşa’nın sarayını donattığı fenerlerin deposu olan, 4-5 tane, 2-katlı, küçük taş evlerden birisidir) tekrar taşınır. Karşılarında, yıkılan saraydan arta kalmış olan taş konak bulunur… Konak, artık Serasker’in torunu Nurhayat Hanım ile evli bulunan, Çelik’in koruyucusu Reşit Saffet Atabinen’in malikânesidir. Konak, 5 dönüm bahçe içerisinde, ulu çam ve ıhlamur ağaçları ile dolu, cennet çiçekleri ile bezenmiş, saltanat bakiyesidir. İçinde, saray eşyaları, zengin bir kütüphane, şark salonları, oyuncak odaları vardır. ‘Yarı Osmanlı, yarı Avrupalı’, çok değişik bir dünyadır. (Bkz.: Nezih BAŞGELEN, ‘Çelik Gülersoy – Yaşamı’, Sanat Çevresi, Sayı: 69, Temmuz 1984, s. 21.)
Çelik’in ablası (1939) ve büyük ağabeyi (1940’ta) evlenir, ayrılırlar. Ortanca ağabey de, Kuleli Askerî Lisesi’ne yatılı olarak gider. Çelik, annesiyle olan ikili ve münzevi yaşamına başlamıştır. Öyle bir yaşam ki, Gülersoy, beş yaşının yetimliği ile, mutsuz olan annesini mutlu yapmayı, yaşamının (bir) amacı hâline getirir! Kendi ifâdesiyle: ‘Her borç, alınan şey neyse, onunla ödenir. Tarihte arpa ise arpa, altın ise altın (..). Annenin oğula verdiği, bir yaşamdır. O zaman, yine bir başka yaşam ile, geri ödenmesi gerekir!’ (Bu ödemeli yaşam yolculuğunu, 65 yıl kesintisiz sürdürür…) (Çuhadar, Çelik Gülersoy (..) a.g.y., s. 51.)
Ortanca ağabeyi, Çelik’i, ‘dört yaşında okuma-yazmayı öğrendi ve küçük hikâye kitaplarını okumaya başladı. Sokakta oynamayı pek sevmezdi. (..) Bizler sokakta, “Sokak Kültürü” edinirken, o okumayı yeğlerdi!’ diye anlatıyor… (Bkz.: Fikret GÜLERSOY, ‘Kardeşim Çelik’, (içinde) Çelik Gülersoy Anısına (Derleyen: Ömer KIRKPINAR), İstanbul: Türkiye Turing ve Otomobil Kurumu Yayını, Mart 2004, s. 23.)
Çelik ortaokulu, Beşiktaş’ta, Feriye Sarayları’nın bir bloğu olan (1990’larda Kabataş Lisesi’nin yatılı kısmı olarak kullanılan) binada okumuştur. Feriye sarayları; Osmanlı hanedanı için yaptırılan, 1856’daki Dolmabahçe Sarayı, 1872’deki Çırağan Sarayı’nın gereksinimi karşılamaması nedeniyle, Çırağan Sarayı ile Ortaköy Camii arasındaki kıyı bölgesine, Osmanlı Hassa Mimarı (Ermeni) aile olan Balyan ailesi bireyleri tarafından yapılan (3 milyon metrekare büyüklüğündeki) ‘ikincil’ ya da ‘yan binalar’ anlamındaki Saray ek binalarıdır. Çelik için, 1943’te başladığı Beşiktaş Ortaokulu, iki şeyi ifâde etmektedir: ‘Öğretmenlerinin sevgili öğrencisidir. Ortaköy Camii’ne yakın, kıyıya dizili, yüksek tavanları yağlı boya resimli, arka bahçesinde ulu ağaçların yükseldiği, önünde masmavi denizde bembeyaz martıların uçuştuğu, o zamanki cânım Boğaziçi’dir. Çelik’in denizle ve Boğaz’la ülfeti, bu kıyılarda doğar. 1940’lı yıllar. Dış dünya, ateş içinde. Ama Boğaz, öğle uykusundaki bir peri kızı kadar, sâkin ve güzel’dir… (Bkz.: Anon., Çelik Gülersoy Albümü (1930 – 2001), İstanbul: Çelik Gülersoy Vakfı Yayını, 2001, s. 13.)
Çelik, ortaokulu, zatürre ve zâfiyet hastalıkları yüzünden, bir yıl uzatarak, dört yılda bitirmiştir. Ortaokul yıllarında, Gülersoy, resim derslerine gelen ünlü heykeltıraş Zühtü Müridoğlu’nun (1906-1992) üzerinde bıraktığı olumlu tesirle, resme yönelmiştir. Müridoğlu, 1924-28 arasında (İstanbul’daki) Sanayi-i Nefise Mektebi’ni (şimdiki Mimar Sinan Üniversitesi, Güzel Sanatlar Fakültesi) bitirmiş ilk Cumhuriyet sanatçılarındandır. (Ali Hadi Bara ile birlikte) 1941-43 arasında, Beşiktaş’taki (11,50 m. yüksekliğindeki) ‘Barbaros Anıtı’nı yapmıştır. Müridoğlu, Akademi’deki hocalığı yanı sıra, Beşiktaş Ortaokulu’ndaki Çelik’lere de öğretmenlik yapar; akademiden getirdiği resim albümleriyle, öğrencilerinde resim sevgisi uyandırmayı ve resim kültürünün temellerini atmayı hedefler… Hedefine, Çelik örneğinde, ulaşmıştır! O dönemde yaptığı resimlere bakıldığında, Çelik’in, tam bir ressam olma yönünde ilerlediği görülebilmektedir!
Adil Tığlıoğlu’na göre, Müridoğlu Öğretmen, Çelik’i, bu 25 kişilik sınıfın en terbiyeli, en sıkılgan, en içine kapanık öğrencisini, resim dolu, desen dolu defterleri ile görür; 12-13 yaşındaki bir çocuğa göre, fazlaca sanat-yaradılışlı olduğunu fark ederek, onunla özel olarak ilgilenir. Müridoğlu öğretmenin, özel bir resim yöntemi vardır: ‘Bir yanına ışık vurmuş testi desenleri’ istemez öğrencilerinden… ‘Nasreddin Hoca ve Bektaşi fıkraları’ gibi neşeli konularda, çocukların hayâl güçlerini işletmelerini ve bu ‘sahneyi canlandırma’larını ister! ‘Sessiz çocuk, bunların sınıfta en güzellerini çizer!’ Lise yıllarından itibaren resim dünyasından uzaklaşan Çelik, 1947-1977 arasındaki 30 yıl boyunca resim yap(a)masa da, içinde, klâsik müzik ile resim sevgisini hep yaşatacaktır! İstanbul tutkusu özellikleri ile birbirlerine çok benzeyen yazar Abdülhak Şinasi Hisar ile, Gülersoy’un 50’li yıllarda sürdürdükleri dost söyleşilerinin ortak konularından birisi de, edebiyat ile resim ilişkisidir. Her ikisi de resimde, Fransız izlenimci ressam Jean-Baptiste-Camille Corot’ya (1796-1875) hayrandırlar. Gülersoy, sonraları, Paris’i gezme olanağı bulduğu vakit en çok zamanını, Louvre Müzesi’ndeki Corot’ya ayrılan küçük odada geçirir. Issız yollar, sakin kış ve orman görünümleri, Gülersoy’un da hep Yıldız çocukluğu içinde yaşattığı ‘gönül peyzajları’dır! Kimilerine göre, Gülersoy, yitirilmiş bir resim yeteneğidir; kimilerine göre ise, onu, kültür ve turizm alanları kazanmıştır! ‘Şehirde “resimleşen köşeler” gözönüne alınırsa, bu insanın içinde kalmış olan “ressamlık özlemi”nin bütün bütüne yitip gitmediği anlaşılır!’ (Bkz.: Adil TIĞLIOĞLU, ‘Sanatçı Gülersoy’, Sanat Çevresi, Sayı: 69, Temmuz 1984, ss. 35-38.)
Zühtü Müridoğlu, öğrencisi Çelik Gülersoy’u ileride, Güzel Sanatlar Akademisi’ne gitmeye heveslendirir. Ancak, o meslek dalındaki maddî koşulların yetersizliği, annesinin de baskısıyla, Çelik’in o yönde ilerlemesine engel oluşturacaktır? Ve fakat Gülersoy, kazanmış ve sergilemiş olduğu ressamlık yeteneğini ve ilgisini, ileride girişeceği estetik İstanbul şehircilik projeleri ve girişimlerinde, büyük bir maharetle kullanacaktır!
Sanat, ölümsüzdür! Sanatçı, her yerde sanatçıdır! En umulmadık zamanlarda yeşeren sanat damarı, hele de, Gülersoy gibi, karşısına çıkan olanakları ve durumları, büyük bir yoğunlaşma ve duyarlılık ile algılayan bir yaratıcıyı, hiçbir koşulda terk etmeyecektir!
(Sürecek)