Macaristan’da Orban Türkiye’de Erdoğan
Macaristan’daki 4 Nisan seçimlerini Viktor Orban kazanınca AKP’lilerde büyük bir sevinç gözlendi. Haksız da sayılmazlar. Orban, Macaristan’ın Erdoğan’ı… Dördüncü kez seçim kazandı. Üstelik bütün muhalefet, altı parti olarak birleşip aday göstermişlerdi. Türkiye’de altı partinin bir araya gelip “güçlendirilmiş parlamenter sistem” çağrısında bulunup ortak aday çıkaracağını duyurduğu gibi… Daha da ilginci, Macaristan’da muhalefet bir belediye başkanını aday olarak göstermişti.
Tersini düşünelim… Eğer Macaristan’da Orban kaybetseydi, bu şüphesiz Türkiye’deki muhalefete büyük bir moral de olurdu. “Orban gitti sıra Erdoğan’da” denilirdi. Ancak böyle olmadı. Aslında Macaristan için olmasa bile Türkiye için hayırlısı oldu diyebiliriz. Muhalefet “gereksiz” bir özgüven hissiyatına girmemiş oldu. Orban’ı yenmek zor, Macaristan seçimleri bunu gösterdi. İnanın, Türkiye’de Erdoğan’ı yenmek daha da zor. Muhalefet bunun bilincinde olup göstereceği adayı belirlerken ve seçim propaganda sürecini planlarken bir değil, iki değil, üç değil, onlarca kez düşünmeli; toplumun tüm kesimlerinin görüşlerini dinlemeli ve doğru adımları atmalı…
Macaristan’ın “Abdullah Gül”ü kaybetti
Macaristan seçimlerinde muhalefetin ortak adayı Peter Marki-Zay’di. AKP’li yandaş medya Marki-Zay’den “Orban’ın adayını yerel seçimlerde alt edip belediye başkanı oldu” olarak bahsediyor. Aslında demek istedikleri şu: “Mansur Yavaş veya Ekrem İmamoğlu’nu aday göstermek seçim kazanmak için yeterli olmaz. Bakın Macaristan’da muhalefet öyle yaptı, kaybettiler.”
Halbuki benzetme tam yerine oturmuyor. Çünkü Marki-Zay’in belediye başkanı olduğu şehir Hódmezővásárhely… Muhtemelen ilk kez duyuyorsunuzdur. Ben de ilk kez duydum. 45 bin nüfuslu küçük bir kasaba. Yani Türkiye’deki İstanbul ya da Ankara ile karşılaştırılamayacak bir şehir. AKP’lilerin en çok bu garip benzetme üzerinde durmasının tek bir nedeni olabilir: Ekrem İmamoğlu ya da Mansur Yavaş’ın adaylığından duydukları korku…
Bu açıdan Türkiye’deki muhalefet açısından Macaristan seçimlerinden çıkarılabilecek en önemli ders, AKP’li medyanın İmamoğlu/Yavaş korkusu olabilir…
Marki-Zay, Macaristan’ın İmamoğlu/Yavaş’ı değil, olsa olsa Abdullah Gül’üdür. Marki-Zay, en az Orban kadar muhafazakar bir politikacı. Zaten bir dönem Orban’ın destekçisiydi. AB ve NATO ile “daha iyi” ilişkiler kurulmasını savunan bir muhafazakar olarak da Abdullah Gül’ü daha fazla andırıyor.
İlginç bir nokta daha var. Macaristan’da muhalefet adayı belirlerken iki seçenek vardı: Diğer seçenek Gergely Karácsony, Budapeşte Belediye Başkanı. Merkez soldan bir isim. 2019’da Budapeşte’deki seçimi kazanması Orban’ın ilk ciddi yenilgisi olarak görülüyordu. Ancak “solcu” olduğu için Orban’ın tabanından oy alamayacağı öne sürülerek adaylığı kabul edilmedi… Yani, Macaristan muhalefeti İmamoğlu ya da Yavaş’ı değil, Abdullah Gül’ü tercih etmişti!
Anlaşılan Macaristan’daki muhalefet, Orban’ı devirmek için “Orban’ı andıran” bir aday göstermeyi, bu şekilde Orban’ın tabanından da oy devşirmeyi hedeflemiş. Ancak bunda başarılı olamamışlar. Öyleyse, Türkiye’deki muhalefet de benzer bir hata yapmamalı, Abdullah Gül gibi isimlerin adaylıklarından bir beklenti içine girmemeli…
İmamoğlu ve Yavaş’ın 2019’daki seçim zaferleri de bunu gösteriyor. Bu iki aday da “Erdoğan’a benzedikleri” için değil, aksine Erdoğan karşıtı söylemleri seslendirdikleri ve Erdoğan’a “hiç de” benzemedikleri için kazandılar. AKP’nin belediyelerde kurduğu rüşvet/yolsuzluk/adam kayırma rejimini eleştirdikleri için oy aldılar. AKP tabanından da ciddi destek gördüler. Belediye başkanlığı seçimini kazanmaları, ancak belediye meclisinde AKP/MHP’nin hâlâ çoğunluk olması da, şahıs olarak AKP tabanını ikna edebildiklerini gösteriyor. Bu anlamda da olası bir İmamoğlu/Yavaş adaylığı Macaristan’daki Marki-Zay’in adaylığından farklı sonuçlara yol açacaktır.
Muhalefet AKP’yi devirmek istiyorsa “AKP’ye benzer” olduğunu değil, aksine “AKP’ye alternatif” olduğunu gösterebilmelidir.
Orban Erdoğan’a benziyor ama Macaristan bir Türkiye değil
Türkiye’de muhalefetin Macaristan seçimlerinde görmesi gereken en önemli olgu da iki ülkenin farkıdır. İki ülkenin liderinin de otoriter/totaliter olması, benzer oldukları anlamına gelmiyor. SSCB’nin eski uydusu bir ülke olarak Macaristan’daki demokrasi geleneği Türkiye ile karşılaştırılamayacak ölçüde zayıf.
En büyük fark ise Atatürk… Macaristan’ın bir Atatürk’ü yok. Türkiye’de muhalefet AKP’yi devirmek istiyorsa “Atatürk’ü görmezden gelmek” büyük bir hata olur. Bu, belki Saadet Partisi ile Davutoğlu ve Ali Babacan’ı da kapsayabilmek için yapılıyor. Halbuki, Türkiye’de AKP’nin 20 yıllık son derece baskıcı hatta faşist baskısına karşın hâlâ güçlü bir muhalefet varsa bunun en büyük nedeni Atatürk’ün yarattığı “sosyoloji”dir. Atatürk, Türk kadınını özgürleştirerek, padişahlık rejimine son verip bir cumhuriyet kurarak Türkiye’nin sosyolojisini faşist bir iktidarın asla kabul edemeyeceği demokratik bir zemine oturtmuştu. AKP’nin onca baskı ve hilesine rağmen seçimlerde bir türlü %50-51’i geçememesinin temel nedeni budur: Atatürk’ün laiklik birikimi ve yarattığı demokratik “sosyoloji.”
Muhalefet AKP’yi devirmek istiyorsa bu “sosyoloji”ye dayanmalı, bu “sosyoloji”yi harekete geçirmelidir. Atatürk’ün birikimlerine sahip çıkan Türk kadınıyla… Dünya gerçeklerinden kopmak istemeyen ve kendisi için demokratik bir gelecek isteyen Türk gençliğiyle… Namı diğer “Z kuşağı”yla… Nitekim, AKP’nin oy alırken en çok sıkıntı yaşadığı toplumsal kesimler bunlar değil mi…
Ekonomik kriz totaliter rejimleri yıkmaya yetmez hatta güçlendirir
Türkiye’deki muhalefetin en önemli handikabı Türkiye’deki ekonomik krizi yanlış değerlendirmesi. AKP iktidarının ekonomik kriz nedeniyle sarsıldığı açık. Ancak bu sarsılma AKP’yi devirmeye yeter mi, tartışılır. Çünkü AKP aslında “yoksulluktan beslenen” bir yapı inşa etti. Sosyal yardım alan milyonlarca aile, bu yardıma muhtaç olmalarına neden olan sisteme karşı çıkmak yerine aldıkları yardım nedeniyle sisteme daha çok bağlanıyor. Yoksul kitlelerin AKP’ye hâlâ oy vermeye devam etmesinin en temel nedenlerinden biri, AKP giderse bu yardımların da kesileceğinden endişe etmeleri. Bu mesele “yardımları kesmeyeceğiz” söylemleriyle çözülebilecek basitlikte değil. Çünkü AKP sadece “yardım dağıtarak” değil, devlet olanaklarını kendi yandaşlarına peşkeş çekerek de yoksul kitlelere bir “umut” oluyor. AKP’li olmak, bu ülkede bir yandaş şirkette ya da AKP’li belediyede iş bulabilmek demektir. AKP’li olmak, KPSS sonucunuz ne olursa olsun mülakatlarda diğer adayları geçebilmek demektir. AKP’li olmak, devlet ihaleleri sayesinde zenginleşebilmek demektir. Bu döngüyü kırmak elbette kolay değil. Ancak bu döngünün farkına varmadan muhalefeti sadece “ekonomik kriz” üzerinden yürütmek en büyük yanlış. Emin olun, ekonomik kriz arttıkça, yoksul kitleler AKP’nin bu sosyal yardım-torpil-ihale üçgenine daha da çok bağlanacaktır.
Macaristan seçimleri bu açıdan da bir örnek. Seçim öncesinde Macaristan’da (Türkiye kadar olmasa bile) ciddi bir ekonomik kriz yaşanıyordu. Ancak Orban bu krizi iki temel nedene bağladı: Rusya-Ukrayna savaşı ve Korona salgının sonuçları. Muhalefet ise ekonomik krizi Orban yönetiminin “beceriksizliğine” ve yolsuzluklara bağladı. Hatta seçimde temel argümanları bu oldu. Orban ise seçmene “ekonomik krizi çözersem ben çözerim” mesajını vermeyi başardı. 2021’de artan enflasyona karşı temel gıda maddeleri (un, şeker, yağ) ve tavuk eti fiyatlarını devlet müdahalesi ile sabit tuttu. Ukrayna işgalinden sonra ise fiyatları düşük tutmaları için benzin istasyonları üzerinde baskı kurdu. Benzer bir baskı marketler üzerinde de kuruldu. Muhalefet ise bu önlemlere “anti-demokratik” diye karşı çıkarak aslında kendi ayağına sıktı.
Anlaşılan, AKP Macaristan seçimlerinden daha doğru dersler çıkarıyor. AKP’nin de aynen Orban’ın yaptığı gibi “fiyat kontrolü” uygulamasına hazırlandığı yandaş medyada seslendirilmeye başlandı. Marketler üzerinde de benzer baskılara iki yıldır şahit oluyoruz. Akaryakıt zamları konusunda da AKP medyası sürekli petrol ürünleri işverenlerini hedef gösteriyor. Türkiye’de muhalefet, buna da hazırlıklı olmalı. Türkiye’de enflasyon TÜİK rakamlarıyla bile %60’lara ulaştı. Tam seçime doğru, Macaristan’daki “sabit fiyat” uygulamalarına benzer önlemlerle yaşanan suni bir düşüş, muhalefetin o çok güvendiği “ekonomik kriz” kartını elinden alıverir… Bu nedenle, AKP’ye muhalefet sadece “ekonomik kriz” üzerinden yürütülmemelidir.
Aralık 2021’i hatırlayalım… Dolar/Euro’nun sürekli artması muhalefetin en önemli “silah”ıydı. Ancak 18 TL’ye ulaşan dolar kuru bir anda 13’lere indiğinde bu AKP tabanında büyük bir “başarı” olarak görüldü. Halbuki dolar 7 TL’lerden bu noktalara gelmişti. Ancak ekonomide rakamlar değil “psikoloji” konuşur. AKP doların 18 olmasına “müsaade etmiş” sonra gerçek değeri olan 13-14’lere indirerek bir “başarı öyküsü” oluşturmuştu. Benzer bir senaryo enflasyonda da yazılabilir.
2019’da İstanbul ve Ankara belediyelerinin kazanılması bir “ekonomik muhalefet”le gerçekleşmemişti. O günlerde de ekonomik sıkıntılar vardı ancak bugünle karşılaştırılamayacak bir durum söz konusuydu. AKP 2019 seçimlerini ekonomik kriz yüzünden değil, kurduğu rejim Türk milletini memnun etmediği için kaybetmişti. Yani son sözü “ekonomi” değil “sosyoloji” söylemişti. AKP’ye muhalefet ederken elbette ekonomik krizi de bir söylem olarak kullanacağız. Ancak AKP’nin Türkiye’nin “sosyoloji”sine açtığı savaş en önemli söylemimiz olmalı. Bu savaşın en önemli unsuru da kurdukları başkanlık sisteminin yanlışları ve eksikleri olmalı.
Türkiye’de muhalefet Macaristan seçimlerini çok iyi incelemeli, oradaki muhalefetin hatalarına düşmemeli, Erdoğan’ın Orban benzeri adımlar atacağını görmeli ve buna hazırlıklı olmalıdır. Gerek aday belirlerken gerekse de propaganda yaparken benzer hatalara düşülmemelidir. Ve tabii ki, Macaristan’daki muhalefetin en büyük eksiğini kendi avantajı haline getirmelidir: Macaristan’ın bir Atatürk’ü yoktu…