Türkler
Coğrafi keşifler öncesi Amerika ve Avustralya kıtaları haricindeki halklar ve toplumlar için dünya Asya, Avrupa ve Afrika kıtalarından ibarettir. Kadim coğrafi literatürde bu alana “Eski Dünya” denir. Toplam alanı 85 milyon kilometrekaredir. Bu alanın 2/3’ünü oluşturan 55 milyon kilometrekarelik alan tarihsel süreçte Türk boy ve topluluklarının siyasal olarak denetim altına aldıkları alandır.
Bütün bu coğrafyalarda Türk kültürünün izleri/eserleri vardır.
Türklerde fert olarak
karakter tanımı
Mitoloji; tarih öncesi insanın hikâyesi, onun yaşam bilgisidir.Milletlerin karakterleri, özgün yapıları burada oluşur.
Her millet kendi mitolojisine ve onun devamı olan tarihine göre şekillenir.
Alman mitolojisi ve tarihi; Alman karakterini “Hans” olarak oluşturmuştur
Rus mitolojisi ve tarihinin; Rus karakterini ifade ettiği isim ise “İvan”dır.
Türk mitoloji ve tarihinin binlerce yıl demlendirerek oluşturduğu “Maya”sının yapılandırdığı karakterin ismi ise “Alp”tir.
“Alp” aslında bir sıfattır ve “Maya”nın karşılığıdır. İslâmiyet’in kabulünden sonra “Alp”in yerini “Alperen” almıştır. “Alp”te görülen fiziksel ve ruhsal özellikler “Alperen”de de söz konusudur. Türk mitolojisi, tarihi ve destanlarında; bilgelik, bilge kişilik ve “Alp”lik iç içedir…
Kültürel hafızamız, bilişsel hafızamız var bizim. Sadece ruhlarımız değil, tenlerimiz de tanır binlerce yıllık kültürümüzü. Bizi biz yapan “Maya”mızdır.“Maya” olarak bizler Alp Er Tonga’yız, Alp kızlarız, Bacıyan-ı Rum’uz, Yunus Emre’yiz, Hacıbektaş Veli’yiz, Köroğlu’yuz, Karacaoğlan’ız, Pir Sultan’larız. Çünkü bizim binlerce yıllık tarihi akışta özümüz böyle oluştu…
Bir Türk’ü nasıl tanımlamalıyız?
Biz Türkler, asırlardır bulunduğumuz toplumlarda ve kurduğumuz devletlerde, farklı etnisitelere sahip topluluklarla aynı inanç dairesi içerisinde ortak bir inanç repertuarında yoğrularak müşterek bir medeniyet sembolizmi ve grameri ürettik.
Şimdi bu konuyu netleştirerek biraz açalım: Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunda Kürtler, Gürcüler, Arnavutlar, Lazlar, Çerkesler, ilh… hep bu sembolizmin ve gramerin öğeleridir.
Tekil olarak bu kültürleri ele aldığınızda özgün “unique” anlamda bulacağınız şey sınırlı ve arkaik bir folklorizmden öteye gitmez.
Oysa bu halkların da dahil olduğu ve adına “Türk kültür havzası” dediğimiz yaşama ve toplumsal örgütlenme/varoluş biçimi bizlere çok zengin bir imkanlar manzumesi sunmaktadır.
Daha açık izah edeyim: Karadeniz’e akan ve Karadeniz’in içerisine karışan Kızılırmak, Yeşilırmak, Çoruh suyunu ayıramazsınız, artık o suya deniz denir. Dere veya çay, nehir tasnifi de o büyük alanda anlamını ve geçerliliğini kaybeder. Artık o alanın tek bir adı vardır: “Deniz”. Yani Türk…Türk kültür havzası yaşam sahasında coğrafyasında bulunan bütün bileşenleri ile beraber oluşturduğu medeniyete ve coğrafyaya Batılı seyyahlar ve düşünürler tarihsel süreç içerisinde “Turchia”, “Türk” demişlerdir.
Medeniyetimize muarız olan Batı medeniyeti bu anlamda bizi karşı değer kümesine konumlandırırken Osmanlı, Safevi, vb. boy isimleri ile değil Türk olarak tanımlaması üzerinde yeterince durulmamıştır. Batı bizdeki birleşen etnik toplulukların pek âlâ farkındadır. Ama bu etnik topluluklar batının umurunda bile değildir. Onlar onun bulunduğu kültür havzasına bakarlar
O havzanın adı da Türk’tür!
Bu konuda bir de Türk’ün şuuraltını besleyen kaynağa bakalım
Yaklaşık bin yıl önce Türkistan Yesi’de Pîr-i Türkistan Hoca Ahmed Yesevi’nin (Ö. 1166) Anadolu’ya gönderdiği Alperenlere öğütlediği muhteşem bir aşure ve maya metaforumu var:
O çağda, Anadolu’da dil, din, ırk ve sosyal yapı olarak birbirinden farklı insanların nasıl bir araya getirileceğini aşure kazanını örnek göstererek anlatır. Bu kazanda birbirine benzemez birçok malzeme bir arada kaynatılıp aşure gibi harika bir tatlı yapılır. Aşure içindeki malzemeler bir bütünlük arz etmelerine rağmen özelliklerini ve kimliklerini korurlar.
İkinci öğüt, muhteşem ve daha ileri bir aşamadır: Anadolu’daki insan ve kimlik farklılıklarına karşılık gelen: İnek sütünü, koyun sütünü, deve sütünü, keçi sütünü bir kazanda kaynatılıp “Türk Mayası” ile mayalayıp yoğurt yapılması.
Burada oluşan yoğurt, artık onu meydana getiren unsurlara geri çevrilemez. Tıpkı Karadeniz’in suyunun Kızılırmak’a Yeşilırmak’a dönüştürülemeyeceği gibi. O kazan/yani Anadolu artık “maya”lanmış ve bir bütün olarak “Türkleşmiş”, Türk kimliğine bürünmüştür… Bu havzayı ya da denizi ancak Türk milliyetçiliği güderek sağlıklı tutabiliriz…
Elbette ki milletleşme sürecini tamamlayamamış cemaat ve feodal toplumsal kesitlere sahip bir ülkede “milletleşme” ülküsü hâlâ biricik seçenektir.
Millet
Türk milletinin temel dayanağı “Aile”dir.
Derler ki, Türklerde: “Gök altında devlet, çadır altında aile düzeni yer alır.” Bu sebeple, tarihi devirlerde, “devlet” düzeni ile “aile” düzeni arasındaki benzerlik çok canlı idi. Nitekim Türk ailesinde, “Koca-karı” ilişkisi ile devlette “kağan-hatun” ilişkisi arasında fark yoktu. Türk ailesinin temelinde görülen hukuki ve sosyal ortam, hiç şüphesiz en yüksek devlet düzeninde de kendini göstermiştir.
Şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki, Türklerde aile; kadın ruhunun ya da bunu İslami terminoloji ile ifade edersek, kadın ruhaniyetinin bir sonucudur. Daha net ifade edecek olursak; bu sözüme belki biraz kızacaksınız ama; Türklerde, ailenin kurucusu, koruyucusu ve yöneticisi kadındır.
Tarihi dönemlerde toplum yapısında küçük aile tipi esastır; Gençler evlenince hemen bir çadıra çıkar ve ailelerini kurardılar. Aile içinde her erkek bir “kağan” her kadın bir “katun”, “ece”(kraliçe) konumundadır. Ve her fert, önce ailesinin, sonra obasının, sonra devletinin sorumluluğunu taşır.
Şunu iyi anlamalıyız ki; Türk toplum yapısında bireyler fert değil şahsiyettir. Her şahsiyet, temel değerleri özümlemiş, ona göre bir karakter oluşturmuş ve nesilden nesile nakletmiştir. Bu cümleden olarak; her aile bir küçük devlettir. Her devlet, “Hakan”ını seçimle iş başına geçirir. Her devletin kuruluşunda mutlaka bir kurultay toplanmıştır. Her kurultay, kendi zamanına kadar gelen töreyi gözden geçirip yenilemiş ve seçtiği kağana tebliğ etmiştir.
Bu Oğuz Han’da da böyledir, Cengiz Han’da da böyledir, Timur’da ve Osman Gazi’de de böyledir.
Türk kültürünün üç temel dayanağı olan: Türkçe, evren tasavvuru ve devlet anlayışı, temel yaşam kaynağı olmuştur.İki bin yılı aşan tarihleri boyunca, karşılaştıkları her medeniyetle ölüm kalım savaşı vererek, varlıklarını devam ettirebilmişlerdir. Söz konusu savaşlar sadece askerî olmamış, kültürel savaşlar şeklinde süregelmiştir.
Türklerin ilişkiye girdikleri, Çin, Hint, İran, İslâm, Hıristiyan, Bizans ve “Yeniçağ Avrupa” medeniyetleri dünya tarihinin en önemli medeniyetleri arasında kabul edilmektedirler.
Kültürel savaştan anladığımız, toplumun değerlerini koruyarak kimliğini sürdürme çabasıdır. Eğer Türkler, karşılaştıkları medeniyetlere tümüyle teslim olup onların tüm değerlerini benimsemiş olsalardı, bugün Türk varlığından söz edilemezdi.
Türkler, toplumsal ihtiyaçları karşılamak için başka toplumların sundukları değerleri benimsemişlerdir. Bunu yaparken kendi kimliklerini koruyarak varlıklarını sürdürmeyi de başarmışlardır.
Devlet
Toplum olarak, “devlet”i ve “millet”i asli hüviyeti ile bilmiyoruz.Onun için bugünlerde, karabasan gibi üstümüze çöken yıkılma-yok olma, dağılma, kâbusundan çıkış yolunu da bulamıyoruz.
Dünyada her milletin, devlet kavramı ve yapısı farklıdır. Kısa bir iki örnek vereyim:
Amerika’da “devlet”, Amerikalıların kavrayışına göre bir “ARGE Holdingi”dir. Bu holdingin görevi diğer bilumum kuruluşların istikametini çizmek veya planlamaktır. Yani Amerikan Başkanı, sadece bir holding yönetim kurulu başkanıdır. Çünkü Amerika toplumu, devleti böyle algılar.
İngiltere’de devlet, protokol kurumudur. Bütün kurum ve kuruluşların, İngiltere’nin tarihi gelenek ve sömürme ihtirası doğrultusunda, hareket etmesini düzenler…
Rusların ise devlet anlayışlarının temelinde, “Altın Orda”dan devraldıkları kurallar vardır. Rusya’da rejim de değişse, temelde devletin refleksleri değişmez. Şaşıracaksınız ama Rusya devletinin görünmez yasaları Cengiz Han yasalarından alınmadır.
Burada özellikle vurgulamam gereken bir husus var; o da devleti bir insan gibi düşünecek olursak onun anatomik yapısının yani omurgasının sinir sisteminin ve dolaşım sisteminin “bürokrasi” olduğunu bilmeliyiz.
Biz elbette biliyoruz ki; “Bürokrasi” denince hemen akla kırtasiyecilik, sorumluluk yüklenmekten kaçınma, işlerin yavaş yürütülmesi, keyfî kararlar, hatta idari yoldan baskı yapma nevinden düşünceler gelmektedir. Ama nasıl ki insan dediğimizde onu omurgasız sinir ve damar sistemi olmadan düşünemiyorsak devleti de bürokrasisiz düşünemeyiz.
Ve şunu iyi bilmeliyiz ki, bürokrasinin tarihi, devletin tarihiyle eş zamanlıdır ve tekrar edelim: Devlet kavramı her ne kadar soyut bir kavramsa da Bürokrasi onun görünen yüzü yani somut yanıdır… Bunu şimdilik bu kadarı ile akılda tutalım, ileride bunun üzerinde yürüyeceğiz
Biz Türklerde devlet anlayışının dayanağı “millet”tir yani “Türk milleti”dir. Millet, kalabalıklar, halk yığını veya kitle değildir. Millet, tarihi derinliği olan, binlerce yıl geçmişinden bu gününe her türlü olay karşısında (korku, savaş, barış, coşku ve hüzün) gibi durumlara davranış biçimi oluşturmuş, bunun için şuuraltında bilgi ve tecrübelerini biriktirmiş topluluktur.
Burada hemen şu notu düşmeliyim: Biz Türkler devletsiz yapamayız; bayraksız, vatansız yapamayız. Bir vatan parçasında bir bayrak altında ve içimizden bizi yöneten bir kesimi ortaya çıkararak devlet olmak zorundayız. Bu bir yetenektir.
Her ulus devlet olamaz, bu palavradır. Ulus olmak devlet olmayı gerektirmez. Yani insan olmak atlet olmayı, boksör olmayı, ne bileyim yüzücü olmayı gerektirmediği gibi.
Her devletin temelinde bir kurultay ve töre vardır. Seçilen hakan isterse kendi hanedanını kurabilir, bu da töredendir.
Kağan’ın yetki ve sorumluluğu konusunu, daha net anlamak için konuyu günümüzde kullandığımız kavramlarla yeniden ifade etmeliyiz:
Tarihi kayıt olarak bilinen ilk Türk Kağanı, Alp-Er-Tunga ya da Mete Han’dan bu tarafa hiçbir Türk kağanı milletine ihanet etmedi. Yönetmeyi beceremeyen, iyi yönetemeyen Kağanlar, töre gereği alaşağı edilerek, infaz edildiler. Bu Osmanlı’da dahi böyledir, yönetemeyen padişah gitmiştir…
Kayıtlı bilgisine sahip olduğumuz, iki bin yıllık Türk devlet tarihinde, hiçbir kağanın şahsına ait malı mülkü olmamıştır. Görevi gereği kullandığı ne varsa, görevden gidince elinden alınmıştır.Bütün kağanların ve hatta Osmanlı padişahlarının, görevde iken dahi, şahsına harcama yetkisi kısıtlıdır.
Mesela; Osmanlı padişahlarının görev sırasında kullandıkları “Ceb-i hümayun” denen bir bütçeleri vardır ki: İçtikleri çorbanın, tıraş olurken kullandığı havlunun, akçe olarak kaydı tutulmuştur.
Bu durumda, hesapsız harcama yapmak pek mümkün değildir.
(Laf aramızda, bu kağanlar, padişahlar bugünkü “örtülü ödenek ve diğer savurmalar” konusunu bilselerdi, herhâlde akıllarını oynatırlardı.)
Ama asıl fırtına başka bir kesimde kopardı: Millet, hakanlarının ya da padişahlarının böyle bir “örtülü ödenek ve diğer savurmalar” yağması olduğunu sezdiği anda sabahı beklemez akşamdan isyan bayrağını kaldırır, sarayı basar, hakanlarını/padişahlarını çuvala koyup, (malum hakanların kanı kutsaldır akıtılamaz da!…) sopalarla bir külçe et edinceye kadar döverek, bir kenara atarlardı.
Allah’tan günümüzde ülkemizde bu tür usulsüzlükler olmuyor! …
Devlet adamı: Devleti kim yönetmeli?
İbn-i Haldun, bu hususu çok net ifade etmiş: “Ülkenin en liyakatlisi kimse devletin başına o geçmelidir.”
Kur’an bu konuda çok net ve açıklayıcı hükmünü koymuş:
“Allah size, mutlaka emanetleri ehli olanlara vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adâletle hükmetmenizi emreder. 4:58.”
Yine Kur’an, her tür görev ve sorumluluk üstlenmeyi emanet olarak değerlendiriyor. Buna göre bütün siyasi-sosyal görevler birer emanettir.
Buradan hareketle, devlet doğrudan milletin bir emanetidir. Ayette geçen “emanetleri ehline vermek” tabiri, işin özünü oluşturmaktadır.
Bunu siyasi anlamda yorumladığımızda emânet, halkın işini üzerine almak, vekâleten onların işlerini yürütmek manasına gelmektedir. Bu anlamda bütün devlet makamları birer emanettir.
Bu konu; Türk devlet töre/ilkelerinde (üç binyıllık yazılı Türk tarihinde) de böyledir.
Milletin emaneti olan yönetim makamları gerçek anlamda ehil olan insanlara verilmelidir.
Bu değer ilkesiyle doğal olarak her türlü ayırımcılık, kayırıcılık, torpil, ahbap-çavuş ilişkileri, partizanlık, yandaşlık, peşkeşçilik vs. dışlanmış ve mahkûm edilmiştir…
Bu konudaki uygulama şöyle olmaktadır: Türklerde devletin başına mevcut toplumu temsil eden beylerin kendi içlerinde seçtikleri (birinci bey) en liyakatli ve ehil olanı gelirdi.
Bu Oğuz Han’dan, Gültekin’e, Cengiz Han’dan Timur’a, Selçuk Bey’den Osman Gazi’ye kadar hep böyle sürüp geldi…
Şu hâlde devlet kurumunun temelinde yatan ana kavram; adaletten sonra emanet olmaktadır.
Geçmişteki Türk devletlerinde de bu ehliyet liyakat meselesi en geniş şekliyle uygulanmış.
Ehliyet ve liyakatte önde olanlar, devletin, Hakan’dan sonra gelen bütün görevlerine getirilmiştir.
İşte Türk insanından, ailesine ve oradan toplumun bütününe varılan son noktada, böyle bir devlet yapısı oluşmuştur.
Tabiidir ki, Kur’an’ın “emanetleri ehil olana veriniz” buyruğu ancak böyle anlaşıldığı takdirde “kim yönetecek?” sorusu cevaplandırılmış olabilir. Aksi halde Türk töresinin ve Kur’an’ın çağları delip gelen bu ölümsüz buyruğunu tutmamanın cezasını bütün millet çeker. Devlet idareleri bir türlü rayına oturmaz. Kısır çekişmeler, devletten kendine pay kapma hırsları, devlet dairelerine doluşma yarışları hem devletin hem milletin enerjisini tüketmekten başka bir işe yaramaz.
Emânet; güven, güvenlik, itimat değer ilkelerini, ehliyet de uzmanlık, bilgi, yetenek ve ahlak değer ilkelerini bünyesinde barındırmaktadır. Gerçek anlamda emanet ve ehliyetin siyasi yorumu budur.
Devletin ne olduğu ve kim tarafından yönetilmesi gerektiği meselesi, bu değer ilkeleri esas alınarak belirlenmelidir.
Bugün “ne ve kim?” sorusu çerçevesinde Türkiye dâhil dünya devletlerinin sorunu bunlardan başkası değilse nedir?
Yukarıda ifade ettiğimiz gibi; “Hakanların Türk hükümdarlarının mülksüz oluşları” bize iki evrensel örneği hatırlatır:
Birincisi sürekli adını andığımız Hz. Muhammed Mustafa…
Hz. Peygamber vefat ettiğinde her türlü yetki ve sorumluluğu kendinde olan beytülmal (devlet hazinesi) ağzına kadar dolu idi.
Ama onların tek kuruşuna dokunulmasına müsaade etmedi ve sıfır mülkle vefat etti yani hiçbir şeyi yoktu…
Başladığında da hiçbir şeyi yoktu. Kamu adamı ya da görevlisi böyledir. Kamu görevi yaparak biriktiremez, zenginleşemez…
İkinci örneğimiz yine bir Mustafa; Mustafa Kemal Atatürk.
Şu anda Cumhurbaşkanının oturduğu koltuğun gerçek sahibi ve Cumhuriyet’in kurucusu…
Mustafa Kemal Atatürk de vefat ederken tıpkı Hz. Peygamber Muhammet Mustafa’nın yaptığını yapmış, üzerinde ve uhdesinde hiçbir mülk bırakmamış, kamuya iadesini vasiyet etmiş. Yetmemiş bu konuda sağlığında kanun çıkarmış…
Her iki Mustafa da dünyaya geldikleri gibi mülksüz, mülkiyetsiz vefat etmişlerdir…
Son yıllarda yaşananları Türk’ün penceresinden izleyenlerde şu kanat oluştu: “İslamcılık, bir Haçlı ideolojisidir ve tek amacı Türk’ü yok etmektir.”
Bu cümleyi meydana getiren kavramlar; “İslamcılık”, “Haçlı İdeolojisi” biri Doğu’nun diğeri Batı’nın var olma politikasını Türk karşıtlığı ile oluşturmuş gözüküyorlar. Bu oluşum, birbirlerini destekleyen kardeş olgulardır. Konuyu biraz açalım:
“İslamcılığın” çıkışı Kerbela olayıdır. Kerbela olayı veya Kerbela Savaşı ya da Kerbela katliamı, 10 Ekim 680’de (Hicri 61), bugünkü Irak sınırları içindeki Kerbela şehrinde vuku bulmuş. Bunun neticesi olarak denebilir ki, İslamiyet, doğuşundan ya da Hicret’ten 61 yıl sonra Kerbela’da toprağa gömülmüştür.
Elbette ki Müslümanlar günümüze kadar vardır ama İslamiyet bu tarihten sonra artık bir din değil bir iktidar aracı bir ideolojidir.
Sömürgeci Arap orduları İslamiyet’i siyasallaşmış şekliyle 9-10. asırlarda “Büyük Türkistan”da yaymaya başlayınca, çatışma düşünce alanında da sürdü.
O dönemin Türk aydınları İbni Sina, Farabi, Maturidi ve hatta İmamı Azam Ebu Hanife, Arap düşüncesinde ve İslam dininin yorumunda önemli düzeltmelere gittiler…
Şöhretleri İslam coğrafyasından taşmış bu isimler, siyasal İslamcılar tarafından hâlâ günümüzde bile kafir ilan edilmekteler….
Arap ve Ortadoğu’nun arkaik, despot dünyası Türk düşmanlığı düşüncesinden günümüze kadar hiç vazgeçmemiştir.
Batıda ise Atilla’dan bu tarafa Batı kindarlığının vücut bulmuş şekli “Haçlı Seferleri”dir.
Avrupa kurumsal olarak miladi 300-1700 yılları arasında yani 1400 yıl Türk tehdidi ve yönetimi altında yaşamıştır…
Haçlı seferlerinin başlamasında şuuraltı olarak bu Türk korkusunun etkisi büyüktür.
Sonuç olarak diyebiliriz ki; ‘Haçlılar ve Siyasal İslam’ kardeşliklerini pekiştirmişler, muktedir olmayı, iktidar olmayı din edinmişler ve bu konuda yer yüzünde tek engel gördükleri Türk’e savaş açmışlardır…