Ali Babacan’ın çıkışı ve İslamcıların bitmeyen Türklük düşmanlığı
2002 AKP’sinin ihyasını hedefleyen Deva Partisi’nin Genel Başkanı ve “6’lı Masa unsuru (!)” Ali Babacan’ın Anayasa’dan Türklüğün çıkarılmasını önermesi, Türklük kavramının geniş bir çevrede gündeme gelmesini tetikledi.
Türkiye’nin siyaset gündemi, günlerdir Türklük gerekli mi, gerekli değil mi, tartışmalarıyla meşgul. Bizce de konu, tartışılması ve son derece iyi anlaşılması gereken, temel, ilkesel bir mesele. Bu yüzden, üzerinde dikkatle ve derinlemesine durulması gerek.
Öncelikle şunu tespit edelim: Babacan, aslında sadece kendi adına konuşmuyor. Tüm İslamcılar adına konuşuyor.
Çünkü hepsinin ortak ideolojik duruşu, Türklük düşmanı bir gericilikle damgalı. İktidar da olsa, “muhalif” de olsa; radikal de olsa, “ılımlı” da olsa bu böyle…
Ali Babacan, “modern” görüntüsüne karşın; “türban” siyasal simgesinin bayraktarlığını yapmış bir ailenin ferdi ve AKP iktidarının yıllarca en tepesinde yer almış bir siyasetçi olarak Siyasal İslamcılığın çok önemli bir figürü. Türklük karşıtlığı da Siyasal İslamcılığın en temel ideolojik bileşeni… Bu anlamda Babacan, hem el birliği ile muhalefeti birlikte çürüttüğü ortağı Ahmet Davutoğlu’nun his ve fikirlerine tercüman oluyor hem de eski partisi AKP’nin ideolojik duruşuna sahip çıkmaya devam ettiğini gösteriyor.
Erdoğan’ın, Babacan’ın sözlerine karşı çıkması ise elbette seçimlere yönelik eline geçen kozu değerlendirme hamlesinden başka bir şey değil. “Türklüğü ayaklar altına almakla” övünen, şehitlerimizden “kelle” diye bahseden, her sözü ve tavrından ulusa karşı düşmanlık akan bir anlayışın sahibinin Türklüğü savunması, tabii ki aklı başında olan hiç kimsenin ciddiye alabileceği bir şey değil. Aynı şey, ortağı Bahçeli’nin samimiyetsiz çıkışı açısından da geçerli.
İslamcıların Türklük düşmanlığının temelinde, Türklüğün en net haliyle ilericiliğin ta kendisi olması var. İslamcılar, şunu çok iyi biliyor: Türklüğün, çağdaş ulusun olduğu yerde, ne ümmete ne de kendilerinin Orta Çağ ideolojisine yer olabilir. Türkiye, bu aşamayı çoktan geçmiştir. Cumhuriyet ve Atatürk’le beraber bu ülke, ulus öncesi toplumsal biçimleri geride bırakmış, ulus aşamasına varmıştır. Bu geri dönülemez bir şekilde Türk toplumunu ve Türkiye’yi dönüştürmüş, çağdaşlaştırmış, laikleştirmiştir. İslamcı da artık geriye döndüremeyeceğinin farkındadır. 20 yıldır ülkeyi yönettikleri ve her yolu denedikleri halde bunu başaramamaları onların en ağır travmasıdır aslında.
İslamcı, tam da bu nedenle laikliğe düşman olduğundan çok daha büyük bir hınçla Türklüğe düşmandır. Çünkü onun nefret ettiği her şeyin temelinde Türk Ulusu’nun varlığı yatar. Yenemeyeceği bir deve karşı, hastalıklı bir nefretle saldırıp durur.
Atatürk, Türklüğü neden ve nasıl merkeze almıştı?
Çağdaşlığa ve Türklüğe düşmanlığı ideolojik ilke edinen İslamcı, bunları Türkiye’nin temel harcı yapan Atatürk’e de doğal olarak düşmandır. Atatürk’ün fikir dünyasının ve tüm eylemlerinin, mücadelesinin merkezinde her şeyden önce ulus ve Türklük vardır. Daha askeri lise öğrencisi bir gençken etrafında olup bitenleri çok iyi gözlemleyen Atatürk, Osmanlı İmparatorluğu’nun çatlamış ve paslı çerçevesiyle bir arada tutulmaya çalışılan ulus öncesi toplumsal yapının, çok uzun ömürlü olamayacağını görmüştü. Artık dünyada çağ değişmişti. Ulusların devri çoktan başlamıştı ve ulus merkezinde yapılanmayan, bu dönüşüme direnen tüm geri toplumların çökmesi de mukadderattandı.
Onlarca etnik grubun, bir o kadar tarikat ve cemaatin, aşiretin, kabilenin toplamından ibaret olan Osmanlı toplumu artık bu şekilde yaşayamazdı. Toplum ve devlet, ancak özündeki ana, kurucu ve hâkim unsura, Türk ulusal çekirdeğine dayanarak ve onu merkez alarak, imparatorluktan ulus devlete dönüşerek yaşamını sürdürebilirdi. Bu elbette Osmanlı kimliğinin ölümü, ümmetin sonu, Orta Çağ kalıntısı tarikat, aşiret düzeninin tasfiyesi de demekti. Bunların yerine gelen ise Türk Ulusu ve Türk ulus devleti olacaktı.
Yani Atatürk, sadece bir asker ve siyasetçi olarak değil, bir devrimci ve sosyal bilimci olarak da bunları tespit etmiş, Türklüğü merkeze alan tek mümkün ve ilerici seçeneği uygulamıştı. Bugün Türklüğün ve Atatürk’ün karşısında bir araya gelen İslamcı, etnikçi, kabileci, imparatorlukçu, yayılmacı, faşist, tarikatçı vs. farklı bileşenlerden oluşan cephenin asgari müştereki de bu ulus öncesi döneme duyulan gerici özlemdir. Çünkü Türklüğün olduğu yerde bunlara ya da başka tür geriliklere, gericiliklere yer yoktur.
Toplumları uluslaşmak ilerletti
Uluslaşarak ilerlemek, sadece Türklere özgü bir süreç de değildir. Dünyanın neresine gidersek gidelim, toplumların uluslaşarak ilerlediğine şahit oluruz. Fransız toplumunu nasıl ki Fransız ulusu olmak ilerlettiyse, Orta Çağ’dan çıkardıysa, feodalizmden çağdaş topluma, monarşiden cumhuriyete dönüştürdüyse, Alman toplumunu da ilerleten ve bugünkü haline getiren farklılıklarından çok benzerliklerine önem verilmesi gereken bir uluslaşma sürecidir.
Ama bugün ne Fransa’da ne de Almanya’da Fransızlıktan, Almanlıktan vazgeçelim, eski Cermen kabilelerine geri dönelim, Frank, Got vs. olalım, diyen var! Herkes bugünkü duruma nasıl gelinebildiğinin farkındadır. Ulus olmanın getirdiği ilerlemeyi bilmekte ve kimse de buna itiraz ederek gerilemeyi önermemektedir. Aynı şey Japonya için de geçerlidir, başka ülkeler için de ama Türkiye’de İslamcılar tam olarak bu geriliği önerir.
İlerlemiş, dünya üzerinde siyasi, iktisadi, kültürel bir yer kaplayan toplumların tümü uluslaşmış olanlardır. Geri kalanların tümü de ulus aşamasına gelememiş olanlar… Asıl acı olan, bugün Türkiye’de bu geriliğin “muhaliflik” adına savunulabiliyor olması.
İslamcıların tam irtica projesi: Ulustan kabileye gerileme
Deva Partisi ve Ali Babacan’ın ya da bir başka İslamcının önerisinin hayata geçmesi, Anayasa’dan Türklüğün çıkarılması, ulustan kabileye gerilemek demektir. İslamcının kafasında Arap çöllerindeki kabilelerin, kendi aralarında bir konfederasyon oluşturduğu bir toplum sistemi vardır. Türklüğü kaldıralım diyen herhangi biri isterse en çağdaş, en ılımlı bir görüntü altında bunu yapıyor olsun, yaptığı şey tam olarak toplumu, ulus aşamasından kabile aşamasına geri götürmek anlamındaki bir “tam irtica” olacaktır.
İslamcının iddiasına göre; böyle bir ulus öncesi kabileler, cemaatler konfederasyonu yapısı gerilik değil “tam özgürlük”tür. Ona kalırsa, böylesi bir toplumda tüm cemaatlere her istediği hak verilecektir.
Gerçekten de Ali Babacan tam olarak bunu savunuyor. “Sol” görünümlü etnikçi, mezhepçi akım ve kişilerle Babacan’ı buluşturan nokta da burası. Onlar da böyle bir “ulussuz özgürlüğün” peşinde. Fakat bundan doğacak şey gerçekte bir özgürlük değil, herkesin herkesi katlettiği, malını mülkünü yağmaladığı, ırzına tecavüz ettiği bir ulussuz ve devletsiz “kabile anarşisi” olabilir. Bundan daha geri bir yapı da elbette düşünülemez. Milletsizlik ve devletsizlik bir toplum için olabilecek en büyük yıkımdır. Ama fanatik kafalar, dünyada bu duruma düşmüş, kendini aşamadığı için daha da batmış örnekleri görmek istemez…
Devletten kabileler konfederasyonuna, sosyolojiden antropolojiye
Böyle bir kabileler, tarikatlar konfederasyonuna dönüşün bilimdeki karşılığını anlamak bizim için öğreticidir. Bu, o insan topluluğunun artık sosyolojinin alanından çıkıp antropolojinin alanına dönmesi olacaktır. Sonuçta sosyoloji uluslaşmış ya da uluslaşma yoluna girmiş toplumlarla ilgilenir, ilkel kabileleri araştıransa antropolojidir. Daha da gerilerse insanlığın sınırları da terk edilir…
Bunların dünyası kendilerinden ibarettir. Dünyanın geri kalanından yalıtılmış halde yaşarlar. Eğer dışarıda başka bir dünyanın olduğunu fark ederlerse bunu yok etmek için harekete geçerler. Sadece Afrika içlerinde ya da Amazon Ormanları’nın derinliklerinde kalmış yalıtık kabileler gelmesin aklımıza. Her türlü aşiret, kabile, tarikat, cemaat vs. de böyle düşünür, yaşar ve davranır. Afganistan’ı ele geçirmiş Taliban’ın kurduğu Orta Çağ’ın da gerisindeki ilkel toplumda da bunun örneğini görebilirsiniz.
Ama o kadar uzağa gitmeye dahi gerek yok. Türkiye’deki bir tarikatı yakından incelerseniz, orada göreceğiniz anlayış ve ruh hali de bundan farklı olmayacaktır. İslamcının Türksüz, ulussuz “özgürlüğü” ancak böyle bir şeydir. Kabile reisinin ya da tarikat şeyhinin, yanındaki sadık adamlarıyla beraber dilediğine, her dilediğini yapabilme özgürlüğü!
Toplumlar, bu tip vahşiliklerin, iğrençliklerin, en üst düzey sömürünün, köleciliğin, kadın düşmanlığının panzehirini uluslaşmakta buldu. Tabii ki uluslaşmaya da ulus devlet eşlik etti.
Bizim ilericilik formülümüz de Türklük ve ulusal Türk Cumhuriyeti oldu…
Türklük varsa laiklik, medeniyet, demokrasi ve barış da var
Denklem basittir. Türklüğün yani çağdaş ulus aşamasının olduğu yerde, doğal olarak laiklik, medeniyet, demokrasi, özgürlük, insanlık ve refah da olacaktır. Olmadığı yerde, yani İslamcıların tasavvurundaki Orta Çağ kabileleri dünyasında ise Şeriatçılık, yobazlık, medeniyetsizlik, katledilen, istismar edilen kadınlar ve çocuklar, şeyh-reis rejimi, cariyelik, kölelik, yoksulluk ve açlık karşımıza çıkacaktır.
Türklük, diğer yandan barışın da teminatıdır. Atatürk’ün “Yurtta sulh, cihanda sulh” yaklaşımının temelinde de imparatorluk çağından, ulus çağına geçmenin ilericiliği yatar. Çağdaş Türk Ulusu olarak, kendi ulusal sınırları dâhilinde barış içinde yaşamanın ideolojik duruşudur. Eski, ulus öncesi imparatorluğu ihya etmeye çalışmayacağı gibi, yeni alanlara açılmak, yeni imparatorluklar kurmak için savaşlara kalkışmak gibi bir yaklaşım da geliştirmez.
Türk’ün savaşı, ulusal sınırları tehlikeye girdiğinde en şiddetli şekilde girişilecek bir direniştir. Bunun dışındaki hallerde ilke barıştır. Çağdaş Türk ulusu varsa, Neo-Osmanlıcılığa, Neo-İttihatçılığa, Panislamizm’e, İhvancılar Konfederasyonu kurma hayallerine de geçit yoktur.
Türklük ilericiliktir, Türklükten taviz yok
Meseleye nereden yaklaşırsak yaklaşalım karşımıza çıkan sonuç net: Türklük ilericiliktir. İslamcılık başta olmak üzere, onunla ittifak kurmuş olan her türlü ideolojik hareket ise gericiliktir. Etnikçilik, ırkçılık, faşizm, Kürtçülük, imparatorlukçuluk gibi çeşitli görünüşlerle tezahür eden akımların tümünü ortak zeminde birleştiren şey, ulus karşıtlığıdır. Yani, Türk karşıtlığı…
Bu nedenle Türklük; ilericilerin, Atatürkçülerin asla taviz vermeyeceği kırmızı çizgidir.
Türklük düşmanlarına, İslamcı Orta Çağ heveslilerine, iktidarda tahammül etmediğimiz gibi karşımıza muhalif cephe olarak çıkan siyasi yapılanmalar içinde hiç tahammül edemeyiz, varlıklarını kabullenemeyiz, varsın bunlar da olsun, diyemeyiz.
Bunlarla birlikte siyaset yapılabileceğini, hele hele muhalefette ittifak yaparak Türkiye’yi değiştirebileceğini düşünenler istiyorlarsa, bu aşiret-kabile-ümmet gericileriyle beraber sosyolojinin alanından antropolojinin alanına, hatta daha da gerilere doğru gidebilirler. Ama unutmamalılar ki Türkiye’nin geleceğinde bunlara asla yer olamayacak.
Türklükten taviz verene, biz de taviz vermeyeceğiz, toplumbilimin yasaları da…