Ülkü sözcüğü, Türkçenin en güzel sözcüklerinden biridir. Ülkü, ideal demektir. Sadece fikri bir gaye değil aynı zamanda fiili bir dava ve devrim mücadelesi olarak da algılanmalıdır. Ülkücülük de idealizmdir, davacılıktır. Ziya Gökalp’te de böyledir, Ulu Önder Atatürk’te de.
Atatürk “Ülkü” sözcüğünü Türkçemizin en değerli kavramlarından biri haline getirmiştir. İnkılâp kavramı ve Altı Ok’taki İnkılâpçılık ilkesi için, Devrim ve Devrimcilik sözcülüklerini de salık veren yine Atatürk’tür. Aynı dönemde ülkü kavramı üzerinde de ısrarla durmuştur. Atatürk’e göre Türk genci hem ülkü gençliğidir hem devrim gençliği. Yani gerçek Kemalist aynı zamanda devrimci ve ülkücü olabilen kişidir.
Soğuk Savaş yıllarında bu kadar güzel bir sözcük kirletildi. Gerçek Türk milliyetçiliği Amerikancılıkla, ülkücülük ise gericilik ile ikame edilmeye çalışıldı. Aynı yıllar devrimcilik de saldırı altındaydı. Dönüm noktası “Gerçek Türk Milliyetçisi öğrenciler biz devrimcileriz” diye DÖB adına bildiri yayınlayan Deniz Gezmişlerin, o kuşağın gerçek devrimcilerinin 12 Mart’tan sonra katledilmesiydi.
Atatürkçülükten koparılan devrimcilik de milliyetçilik de, önce mandacılığa sonra da emperyalizm işbirlikçiliğine döndü. Hepsini kavrayan Türk ülküsü ise sahipsiz kaldı. Ve korkunç bir şekilde “ülkücü” sözcüğü katliam, cinayet, irtica, mafya ve işbirliği haberleri, olayları ile anılır oldu.
Düşünün bir kere, en büyük ülkü olan Atatürkçülüğü savunan aydınlar, hocalar katledildi. Kendine “ülkücü” diyen faşist Amerikancılar tarafından. Ne büyük bir acı!
Prof. Dr. Cavit Orhan Tütengil, Prof. Dr. Ümit Yaşar Doğanay, Prof. Dr. Bedri Karafakioğlu ve daha niceleri…
Yıllarca katilleri devletin içindeki çeteler tarafından korundu. Sonra ABD’nin faşist cuntası geldi. Bütün dosyalar hepten karartıldı. Yıllar sonra şehit hocamız Cavit Orhan Tütengil’in kızı Deniz Tütengil şöyle diyecekti: “Anladık ki katilleri devlet koruyor.”
Durum şudur. Katiller kendine “ülkücü” diyebilir ancak onlar gerçek ülkücü değil yalnızca adi tetikçilerdir. Koruyanlar da kendilerine “devlet” diyebilir ancak aslında onlar devlet değil sadece çetedir.
Şimdi ise Ülkücü Ocakları Eski Başkanı Doç Dr. Sinan Ateş’in merhum eşi Ayşe Ateş, adeta tüm ülküyü tüm davayı üstlenmiş. Hesap soruyor. Eşinin temiz ismini koruduğu gibi esas kirli isimleri açığa çıkarıyor. Ancak verdiği ifadeler mahkemelerde sansürleniyor. Aşağıya Ayşe Ateş’in yaptığı açıklamayı olduğu gibi aktarıyorum:
“Bize operasyon çekiliyor, deniliyor. “Pensilvanya” deniliyor. Eğer bir operasyon çekiliyorsa çekenler bu ve benzer delillerle suçu sabitlenmiş olanlardır. Kurumsal araçları katillere tahsis edenlerdir. ‘Onun kalemini kırdık’ diyerek sağa sola elçi yollayanlar, birbirine mesaj atanlardır. Nereden aldığı belli olmayan bir güçle Özel Harekât polislerini torbacılara şoför yapanlardır. Külliye’nin 1 km ötesinde, AK Parti Genel Merkezi’nin dibinde, sanki devlete kafa tutarcasına; bu ülkenin iki kız çocuk sahibi, işinde gücünde şerefli bir akademisyenine gözünü kırpmadan kıyanlardır. Size operasyon çekenleri görmek için demir parmaklıkların ardına, ayaklarınızın altına bakın. Çünkü bir kısmı tutuklu, bir kısmı da yargının önüne çıkmaktan kurtulmak için hâlâ ayaklarınıza kapanıyor.
İçi boş kâğıt parçasını önümüze koyarak adaletin tecellisini önlemeniz, gerçek suçluları kamuoyundan saklamaya yönelik hamleleriniz nafile. Çünkü bu davanın savcısı yüce Türk milleti. Bu asil millet yakanızdan düşmeyecek, peşinizi bırakmayacak. Nereye kaçarsanız kaçın, hangi deliğe saklanırsanız saklanın sizi bulup çıkaracak, sizi alıp getirecek. Ok, yaydan çıktı bir kere.
Şunu da eklemek istiyorum: Bazı yorumları okuduğumda, bazı paylaşımlara baktığımda ne yazık ki bir kesimin, gözünün önündeki bunca delile rağmen, hâlâ Platon’un mağarasından çıkamadığını görüyorum. Zincirlerinizden kurtulun, yalanı kutsamayın, gerçeği kucaklayın. Kaçınılmaz sonla barışın.”
Devlet ve ülkü mü dediniz? Buyurun size. Devleti ve ülküyü yukarıdaki cümleleri kuran cesur Türk kadını temsil ediyor.
Aynı karanlık odaklar Kemalist hocalarımızı katlederken, “bunlar zaten gomonis” diye bahane bulurdu. Nihayet o kadar azıttılar ki, döne dolaşa Ülkü Ocakları Başkanını dahi vurdular. Utanmadan da “zaten Fetöcü” demeye getiriyorlar.
Bugün korkak korkak, ağızlarının kenarıyla iftira atanlar, pek bir cesur kurşun sıktırmışlar başkentin ortasında.
Ayşe Ateş ise Tütengil’in, Doğanay’ın, Karafakioğlu’nun kızları, eşleri, annelerinden almak zorunda kaldığı meşaleyi karanlıkların üstüne sallıyor.
Adalet davasını tek başına üstlenmiş. Bundan öte ülkü mü var? Ülkücülük sözcüğünün temizlenmesi için bundan öte büyük bir meydan okuma mı var?