Trump’ın hafta başı Suriye’deki son durum üzerine yaptığı değerlendirmede Türkiye’nin rolünü öne çıkarması, narkoz halindeki Türkiye basınına anlaşılan güçlü bir doz daha zerketmiş. Muhtemelen son birkaç günde yapılan açıklamalar ve anlamsız çıkışlar kontrolünü kaybetmiş o kafanın bir takım sayıklamalarıdır.
●●●
Türkiye’deki hükümetin ve besleme basının her fırsatı değerlendirme çabalarını iyi anlayalım.
Orta Doğu’da son bir yıllık süre zarfında cereyan eden olayların etkisinde genel kabul, bölgesel bir güç sayılan İran’ın ciddi anlamda zemin kaybettiği ve artık molla rejiminin de belki şimdiye dek olmadığı kadar sallantıda olduğu yönündedir. İran’daki rejimin son büyük saldırıyı nerelerden ve ne şekilde alacağı üç aşağı beş yukarı kestiriliyor, sadece tam zamanı üzerinde bir tahminde bulunmak zor. Tabii bu yaklaşan tehlike karşısında rejimin önceliği kendisini korumaktır. Medyanın her imkanından istifade ederek halkını ve dünya kamuoyunu “halen ayakta olduğuna” ikna etmeye, rejimini ayakta tutmaya çalışacaktır. Çoğu kimselerin gözünden kaçsa da benzer durum aslında Türkiye’deki iktidar için de geçerlidir. Uzun yıllar süren yanlış siyaset ve despotik tarz yüzünden bir hayli yıpranmış ve bugün itibarıyla insanlarda yeni heyecanlar uyandırmaktan uzak bu “rejim” de tıpkı İran’daki rejim gibi direnmek ve her türlü araçtan faydalanarak ömrünü uzatmak zorundadır.
●●●
“Suriye’nin Toprak Bütünlüğü” ve “Suriye’yi Suriyeliler yönetmeli” olarak sloganlaştırılan ve en başta Türkiye’nin de aralarında bulunduğu büyük güçlerin inanmadığı bu yeni Suriye için yeni bir paradigmanın Batı tarafından oluşturulduğu ve bunun yakın bir zamanda Türkiye’nin önüne konulacağı son yapılan açıklamalarla kendisini belli etmeye başlamıştır.
Önceki yazılarda hem Türkiye’nin hem de İsrail’in aynı anda kazançlı çıkacağı bir oyunun mümkün olmadığını ifade ederken paradigmanın kaydırılmasıyla bunun da mümkün hale gelebileceğini belirtmiş ve o durumda Suriye’nin kuzeyindeki yapılanmaya ama bilhassa da Kıbrıs’ta yapılacak cazip görünümlü dayatmalara karşı uyanık olunması gerektiğinin altını çizmiştim. Amerikan kongresinin ve Avrupa Birliği ülkelerinin son günlerde sergiledikleri tavırlar, Kıbrıs Rum yönetiminin ABD’nin askeri eğitim ve destek programına dahil edilmesi ve son olarak yine Rumların NATO üyeliği için hazırlıklara başladığına dair haberler buradaki tehdidin ciddi olduğunu göstermektedir.
Trump gibi “sıfır diplomasi tam ticaret” tarzında siyaset icra eden Yahudi muhibi bir kovboy için Orta Doğu’daki durum nettir:
İsrail’in güvenliği, silah satışlarının ve fosil yakıtların ABD denetiminde olması ve askerlerinin ölmemesi… Türkiye’deki hükümet buna çok hevesliyse buyursun onlar bizim çıkarımıza ateşe girsin. Sonuçta bir iş yapılacaksa NATO adına ve herkesin çıkarına olmuş sayılacak…
Trump her ne kadar NATO konseptine çok taraftar olmasa da sonuçta müesses nizam halen o gerçeklik çerçevesinde politika geliştirmekte. Ve tabii işler ters gidip birileri kendi çıkarına iş yapmaya başladığında aynı Trump yine o nobran tavrıyla “You’re fired!” (Kovuldun!) tadında bir aşağılayıcı uslüpla (Amerikan kültüründe biraz da eğlenceli bir tarzla) cevap vermekten de çekinmeyecektir.
Suriye’nin kuzeyinde atılması elzem olan adımın içeriği çok önemlidir. Seküler konseptte fakat bununla birlikte kesinlikle Kürt düşmanı görünmeyen bir tarzda olmalı. Son zamanlardaki hiçbir söylem Devlet Bahçeli’nin yaptığı Öcalan çağrısı kadar rezalet değildi. İki gün önce Reuters üzerinden geçilen Türkiye ile Suriye Demokratik Güçleri (SDG) arasındaki ateşkesin hafta sonuna kadar uzatıldığına dair haber de buna yakın bir rezalet ve Türk Milleti adına bir başka üzücü durumdur. Bunu böyle yapmaktansa, tüm inanç gruplarını ve etnik kimlikleri bir arada tuttuğu iddiasını taşıyan SDG ile açıktan ve sadece o bölgelerdeki Türk-Türkmen nüfusun güvenliğini merkeze alan bir mutabakatın sağlanması daha onurludur ve fonksiyonedir. Buna benzer bir öneri Irak Savaşı (2003) sırasında gerekli hallerde bir nüfus mübadelesini de içerecek bir biçimde Prof. Dr. Hasan Köni tarafından getirilmişti. Suriye’nin bugünü için aradaki fark Türk Ordusu’nun belli bölgelerdeki etkin varlığıdır. Dürzi toplulukların bile kendi öz yönetim talepleri için sokağa indiği kaotik ortamda genel hal ve gidişat daha uzun ve maalesef kanlı bir süreci işaret ediyor. Şu durumda tüm anlaşmaların yapılıp kesin barışın sağlandığı güne kadar Türk Ordusu’nun yerinden oynaması düşünülemez.
Kıbrıs’ta ise tam tersine mevcut statükoyu korumak şarttır. Nitekim burada Batı ittifakının Türkiye’ye rağmen jeostratejik bir açılım yapabilmesi oldukça zor. Ancak, İsrail’in artan yoğun ilgisi ve emlak alımları öylece görmezden gelinecek bir konu değildir. Pek tabii salt bugünkü para ölçüsüne göre bakıldığında bu ilgi cazip de görünebilir. Hatta bazıları için o kadar caziptir ki, sözgelimi Besim Tibuk gibi eski siyasetçi bir iş insanı bu ilgiye şüpheyle yaklaşan ve bunun karşında duran KKTC’nin üst düzey memur ve siyasetçilerini bile kendi kanalında en hakaretamiz ithamlarla suçlamaktan da imtina etmemektedir. Elbette başarılı bir iş insanı olmak güzeldir ancak devlet idaresi bambaşka bir sorumluluktur. Kuşkusuz siyasi liderlerin ekonomi konusunda yetkin olmaları ya da en azından o alanda nitelikli danışmanlarının olması gerek şarttır ama yeter şart değildir. Aradaki incelik iyi anlaşılmazsa bugünkü on para sizi yarınlardaki yüz liralardan mahrum bırakabilir.
Almanya bizi kıskanıyor mu?
Doğası ve tarihi zenginliği göz önüne alındığında değil Almanya, tüm dünya Türkiye’yi kıskanır.
Almanya’da hükümetin düşmesini ve Şubat’ta seçime gidilecek olmasını ilginç bir biçimde sevinçle karşılayan yurdum insanının ruh halini pek anlayamasam da Almanya’dan görünen durum biraz farklı.
Geçmişten gelen teolojik ve ideolojik saplantıları bir kenara koyarak şöyle düşünelim:
Pazarında en rahat biçimde hareket ettiği, iş gücünden yararlanabildiği, vize almasına gerek kalmadan daha uygun fiyatlara en güzel tatilleri rahatlıkla yapabildiği buna karşın insanına en aşağılayıcı vize şartlarını reva gördüğü ülkenin, üstelik düzensiz göçlere karşı da kendisini Avrupa’ya siper etmiş bir ülkenin batmasını ya da parçalanmasını bir Alman niçin istesin?
O ülke yıkılsın da oluşacak insan selinde boğulsunlar öyle mi?
Biraz aklı çalışan bir Avrupalının asıl bu şartlarda daha güçlü ve büyük bir Türkiye’yi istemesi beklenmelidir.
Şu halde sorulması gereken asıl soruyu da soralım; O tahayyülde güçlü ve büyük bir Türkiye, bir Türk için ne kadar güçlü ve büyüktür?