AKP’nin Batı ekseninde yükselişi
AKP’nin 2001 yılında kurulurken tam bir Batı mutabakatı ile selamlandığını hatırlıyoruz. Tayyip Erdoğan’ın Pınarhisar Cezaevi günlerinden beri ördüğü ilişki ağları Batılı merkezlere kadar uzanıyor, parti kurma çalışmalarına büyük işadamlarının yanı sıra Amerikalı diplomatlar, istihbaratçılar eşlik ediyordu. Nitekim 3 Kasım 2002’den itibaren AKP hükümetleri kapsamlı bir Batı programı ile icraata başlayarak önemli vaatleri hızla yerine getirecekti.
Kemal Derviş’in IMF ile müzakere ettiği mali programı devam ettirmek hem meyvelerini yemek, hem de Batı’ya güven vermek açısından oldukça önemliydi. Süratle başlatılan özelleştirmeler ve AB’ye tam üyelik müzakereleri, AKP’nin ilk yıllarında Batı’dan tam not aldığı süreçler oldu.
Erdoğan dış sermayeye kapıları kayıtsız şartsız açıyor, Özal’ın hayal bile edemediği bir serbest piyasa egemenliğini Türkiye’de tesis ediyordu. Dünya piyasalarındaki iyimserlik mevsiminin de etkisiyle Türkiye’nin kredi dereceleri yıldan yıla yükselecekti.
Türkiye’yi, hiç olmadığı kadar Batı’ya bağlama macerasında AKP’nin yaşadığı yol kazaları da oldu. Irak’ın ABD tarafından işgaline fiilen katılma projesinin “1 Mart Tezkeresi” ile akamete uğraması ve sonrasında yaşanan “Çuval Hadisesi” ilk önemli yol kazasıydı. Annan Planı’nda Avrupa’nın bile beklemediği bir Denktaş düşmanlığı eşliğinde “EVET” kampanyasına destek verilse de Rum tarafının planı bozması AKP açısından bir başka kazaydı.
Fakat bunlar genel tabloyu bozmuyordu. İçeride dokunulmazlık zırhını yolsuzluklara kalkan ederek yükselen talan ekonomisi, kârlı Türkiye pazarından beslenen Batılılar tarafından hoş görüldü. Boynuzları birbirine tokuşmadıkça merada otlanacak alan çoktu.
AKP’nin hem AB, hem ABD cephesinden en büyük övgüleri aldığı süreçler ise, Türkiye Cumhuriyeti’nin varlığını feci halde tehlikeye atmış olan Türk ordusuna kumpas ve PKK ile çözüm süreçleriydi. Türk ordusunun iğdiş edilmesi ile PKK güdümlü etnik siyasetin kalkışma yapacak kadar güçlendirilmesi bir arada hem AKP’nin, hem de Batı’nın çıkarınaydı.
Hatta Yakın Doğu’da Türk ordusunun caydırıcılığını kaybetmesi sadece Amerika ve Avrupa değil, Rusya ve İran’ın ve hatta sonradan ortaya çıkacak IŞİD gibi haydut yapılanmaların da işine gelecekti. Ordusu kumpas davalarla “sivil”leştirilen Türkiye’de federatif çözüm ve güneydoğuda Kürt özerkliği gibi yıkıcı projelerin dillendirilmesi yine Batı’nın o gün alkışladığı büyük bir girişimdi.
Ergenekon/Balyoz sürecinde yaratılan korku iklimi AKP’nin devlet içinde kadrolaşmasına da ivme kazandırdı. Tıpkı ekonomik yolsuzlukta olduğu gibi, devleti ele geçirme süreci de Batı’nın gözüne hoş görünmüştü. Sonuçta tüm bunların adına vesayet rejiminin sona erdirilmesi diyorlardı.
AKP Şer Ekseninde
AKP ve lideri Erdoğan’ın Batı’da endişeyle karşılanan ilk hareketi kuşkusuz 2009’da Davos’taki “One minute!” çıkışıydı. Tayyip Erdoğan son derece iyi ilişkiler geliştirdiği, hatta Suriye ile barıştırmak için arabuluculuk ettiği İsrail ile bir anda ipleri koparmıştı. AKP teşkilatlarının o gece Erdoğan’ın Davos’tan dönüşü için düzenlediği gösteriler olayların gidişatını haber veriyordu.
Erdoğan İsrail’den sonra Suriye ile de ipleri koparacak, Türkiye’yi “AB adayı ve NATO üyesi tek Müslüman ülke” iddiasından vazgeçen ve mezhep çatışmasını körükleyen, vesayet savaşı sipariş eden bir “şer ekseni” ülkesi ligine düşürecekti.
Genel görüş, Erdoğan’ın partisiyle, hükümetiyle, medyasıyla otoriter lige hızlı bir geçiş yaptığını anlatır. Bu klasik anlatım, demokratik yollarla iktidara gelip güç zehirlenmesiyle yoldan çıkan tarihi kişilik elbisesini Tayyip Erdoğan’a da giydirir. Oysa gerek Tayyip Erdoğan’ın, gerekse içinden çıktığı siyasi geleneğin kodlarında demokrasi hiç olmadı. Demokrasi Tayyip Erdoğan’ı arzu ettiği durağa bırakan bir tramvaydı. O durağa varınca üstüne bol gelen gömleği de çıkaracaktı.
Cumhuriyet ile kökten hesaplaşma ruh haletini bir gün olsun terk etmemiş birinin ülkesini Batılı demokrasilerin standardına taşıma hedefi elbette samimiyetten uzak olacaktı. Ama Erdoğan’ın ve çekirdek kitlesinin Atatürk’ün kurduğu ulus devletin tasfiyesinde Batılılar ile ortak dürtüleri paylaştıkları da sır değildi.
Keza 2010 Referandumu da Batı’nın demokratikleşme/sivilleşme başlığı altında AKP Türkiye’sini selamladığı bir süreçti. AKP, devletin iplerini büyük oranda eline aldığı bu referanduma “orduyu dize getirmiş” olarak girmişti. Haliyle “eksen değişimi” denilen şey işte o gömleğin çıkartılmasıydı. Batı’nın, AKP’nin vardığı durağı ta 2013’te, Gezi Olaylarında anca fark etmiş olması bu gerçeği değiştirmiyordu.
AKP’nin Türkiye’yi AB standartlarına uydurmaya çalışma hedefi sadece aldatıcı değil, aynı zamanda yıpratıcı bir seçenekti. Bunun yerine “1,5 milyarlık İslam dünyasının lideri” konumuna yükselerek geniş bir coğrafyada ihvan (kardeş) iktidarlar aracılığıyla hükmetmek çok daha cazipti. Üstelik etnik-mezhepsel kimlik tabanlı adem-i merkeziyetçilik Batı olmadan da kurulabilirdi.
Ulus devlet ortada kurbanlık koyun gibi duruyordu. Tayyip Erdoğan bu kurbanı Batı dünyasına mı kestirecekti, Sünni İslam imparatorluğuna mı? Stratejik tercih işte burada devreye girdi. Tayyip Erdoğan her kesimiyle “kontenjandan Batı’ya mesafeli” duran bir ülkeye bu yüzden Orta Doğu satmaya başladı. Davos’u Mavi Marmara faciasının takip etmesi bu zeminde anlam buluyordu. İsrail, sonraki 10 yıl boyunca Tayyip Erdoğan’ın muhtaç olduğu dış şeytanların başında yer alacak, Batı düşmanlığının temel adımı olacaktı.
Nihayet AKP dış politikası zaten en başından beri Ahmet Davutoğlu gibi şeriatçı bir ideoloğun danışmanlığına emanet değil miydi?
Halifelik sevdasından Avrasyacı otoriterliğe
İhvancı Erdoğan’ın Suriye’de çıkan iç savaşta Esad’ın “gidici” oluşuna oynamayı seçtiği hep söylenegeldi. Esad’ın gidici olmadığının netleştiği 2017’de ise, Ortadoğu ve Kuzey Afrika İhvan’ın helvasını yiyordu. 2013’te Mursi’ye yapılan darbe AKP’nin hilafet iddiasına da en büyük darbeyi vurmuştu.
Merkez Mısır’dan sonra Tunus’tan Yemen’e tüm İhvan kaleleri teker teker düşerken AKP, “değerli yalnızlık” diye ifade ettiği kaybetmişlik ve yalıtılmışlık karşısında tutunacak dal olarak Rusya’yı buldu. Daha doğrusu Putin, Ortadoğu başta olmak üzere birçok coğrafyada çeşitli hukuksal açıkları olan bir iktidarın zayıflığından yararlanmaya başladı. Aslında altımızdan Avrupa’ya akan doğalgazı Avrupa’dan daha pahalıya tüketmemizle kendini gösteren bir Rus etkisi hâlihazırda devletin damarlarında dolaşıyordu.
Trump’ın “Aptal olma” diyerek aba altından sopa gösterdiği Erdoğan sultanlık hayallerinin sonuna gelmişti. Ama denge politikası tam da bu durumdakiler için değil miydi? Halen daha aktifleştirilmemiş S-400’ler için Putin’in cebine milyar dolarlar akıtmak ve karşılığında 20 yılın savunma birikimi F-35’lerden olmak modern Türkiye tarihinin en büyük fiyaskolarından biriydi. Ama önemli olan Erdoğan’ın kayıplarını telafi etmesiydi.
Davutoğlu’nun 2016’daki tasfiyesi, AKP’nin Ortadoğu politikalarının tümden iflas edişi sonrası bir kapanış reveransı gibiydi. Hemen ardından 15 Temmuz olacak, AKP tasfiyesini geciktirdiği bir başka unsur olan Cemaatle hesaplaşmasını da –kendince– gerçekleştirip Türkiye’yi gittikçe koyulaşan bir otoriter atmosferde boğmaya başlayacaktı.
Türkiye’nin özellikle 2014’teki partili cumhurbaşkanlığı sistemi ile tam otoriterlik rotasına girmesi dönemsel olarak tüm dünyada sağcı otoriter liderlerin sivrildiği dönemle uyumluydu. İngiltere, İtalya, Macaristan, Çekya, Polonya, Hindistan, Brezilya’nın yanı sıra elbette Trump ABD’si de bu otoriter rüzgârın öne çıkan birer örneğiydi. İstisnasız hepsinin Rusya ile yakın ilişkileri vardır.
Batı’ya karşı gelmek, müesses nizamlara karşı durmak, yeni paradigmalar ve yeni dünyalar yaratmak gibi, alternatif bir Avrasya bloğunda veya yükselen başka bir şafakta yerini almak ve gerekirse bu uğurda tüm gemileri yakmak gibi fantastik motivasyonlarla donanmış karma bir kadro yavaş yavaş Erdoğan’ın etrafında şekilleniyordu.
İhvan’la süslenen rüyalar çökmüştü ama işte en az İhvancılar kadar çapsız bir başka ekip, aynen Putin’in etrafındakiler gibi imparatorluk nostaljileriyle Erdoğan’ı tatmin etmeye başlamıştı. İbrahim Karagül gibi İslamcılar, Cemil Ertem gibi eski solcular, Yiğit Bulut gibi eski eski ulusalcılar ekonomide, jeopolitikte, iç siyasette Tayyip Erdoğan’a yön veriyor, Davutoğlu’nu aratmıyordu.
Yiğit Bulut’un bir dönem kendi dönüşünü meşrulaştırmak için öne sürdüğü “Rubicon’u aşmak”, geçtiğimiz aylara kadar AKP’nin genel yönelimi olarak geçerliliğini koruyan metafordu. Komutanın Roma Cumhuriyeti’nin kutsal sınırını aşarak geri dönülmez hamleyi yapması, yani senatoyu ve temsil ettiği cumhuriyeti darbeyle yıkarak imparatorluğa soyunması…
Tarihimizdeki köklerini İttihatçılıkta ve Almancılıkta bulan bu despotik geleneğin despotizmden başka bir tarihsel mirası olmayan Rusçulukla buluşması şaşırtıcı olmamalı. Baş uygulayıcı olarak Erdoğan’ı bulması da…
Değerli yalnızlıktan ikinci şans paradoksuna
2020 başlarında İdlib’de resmi rakamla 34 askerimizin Rusya tarafından şehit edilmesi ama bunun karşısında Tayyip Erdoğan’ın maiyetiyle birlikte Kremlin’de dakikalarca bekletilmesi, pandemi dünyayı dondurmadan önceki son fotoğrafımızdı.
Türkiye, NATO’da kovulma mekanizması olmadığı için gurur kırıcı yaptırımlara maruz kalarak dışlanan, hukuku ve temel insan haklarını saymadığı için uluslararası kamuoyunun gözünde büsbütün şeytanileşen bir ülke haline geldi.
Meşhur İdlib saldırısından önce Esad birlikleri ve Rusya tarafından verilen şehitler vardı ve Türkiye ABD temasları bu dönemde güçlenmeye başlamıştı. ABD Suriye özel temsilcisi James Jeffrey’nin Türkiye’ye gelerek Türkçe “Şehitlerimiz var. Başımız sağolsun” sözlerini telaffuz etmesi boşuna değildi. Türkiye “kıvama” geliyordu. Kısa süre sonra İdlib’de 34 askerin şehit edilmesi ise, ABD ile Türkiye’nin Suriye’de sıkı temas içine girmesine Rusya’nın “diplomatik” cevabıydı.
Geçen süre zarfında Erdoğan’ın ve AKP’nin içeriye gaddarlığı, dışarıya çemkirmesi yoğunlaşarak devam etti fakat bir taraftan Türk dış politikası farklı bir telden çalmaya başladı. Önce Mısır ile diplomatik ilişkiler başlatıldı, ardından 15 Temmuz’un finansörü olarak lanetlenen Birleşik Arap Emirlikleri ile karşılıklı ziyaretler yapıldı. Türkiye, ABD’nin Ortadoğu’da herkesi İsrail ile barıştırma ve yeni denge tesis etme kampanyasına katılıyordu.
New York’ta kimseden yüz bulamayan, yandaş gazeteci ordusuna prompter okuyan, yalnızlıktan Mustafa Destici’yi bile oralara kadar yanında taşıyıp sohbet eden Erdoğan bir anda herkesin aradığı barış adamı oluverdi. Ukrayna Savaşı, bir süredir pek fark edilmeden ilerleyen bir süreci daha görünür hale getirmişti.
İşgalin başındaki “Ne Ukrayna’dan vazgeçeriz, ne Rusya’dan” tavrı, Putin’in onurlu çıkış, Zelenskiy’nin güvenlik garantisi arayışı ile örtüştü. Fakat bu arayışlara ciddiyet kazandıran, İsrail Cumhurbaşkanı Herzog’un planlı Türkiye ziyaretiydi. Yıllar önce Batı düşmanlığının ilk unsuru olarak Erdoğan’ın nefret kustuğu İsrail, şimdi Türkiye’nin Batı’ya tekrar açılmasının en kritik anahtarı.
100 yıllık caydırıcılık efsanesi bir ayda paramparça olan Rusya ise, yaptırım uygulamayan tek NATO üyesi Türkiye’nin eline mecbur. Jeopolitik, İkinci Dünya Savaşı’ndaki tarafsızlığa benzer bir rolü Türkiye’ye yine dayatırken yaptırım uygulayan da, yaptırım uygulanan da şu an gayet memnun.
Anlayacağınız üzere bu tarihi dört ayak üzerine düşüş dünya liderliğinden kaynaklanmadığı gibi tesadüf eseri de değil. Erdoğan tüm bu doğru diplomatik konumlanışı ve beraberinde gelen avantajlı konumu, dışişlerindeki “monşer” kadroların bir, en fazla iki yıllık emeğine borçlu. Tabi bir de Atatürk Türkiye’sinin muazzam kazanımı Montrö’ye. (İkisi de Erdoğan’ın düşmanlığına fazlasıyla maruz kalmıştır.) Fakat bundan sonrası için Erdoğan yine nasibine bakacak.
Ukrayna’nın hesaba katılmamış ulusal direnişi, Batı’yı 80 sene sonra ikinci bir Südetler işgalinden, ikinci bir Anschluss’tan veya ikinci bir Vichy utancından kurtardı. Batı 24 Şubat 2022 itibarıyla neoliberal politikalarla otoriter rejimlere ve oligarşilere açtığı maddi/manevi kredinin burnundan geleceği dersini de nihayet almış olabilir.
İşte bu noktada Erdoğan’ın ikinci şans paradoksu gündeme geliyor. Erdoğan, içerideki berbat hali kurtaracak çareler üretmek için yeniden Batı ile iyi ilişkiler kurmak zorunda. Barış görüşmeleri için gelen iki heyetin alkışlarından daha somut bazı kazanımlara ihtiyacı var. Becerebilirse bunu kendi kitlesine yedirmesi zor olmayacaktır.
Batı’nın, ulusal meclisini devre dışı bırakmış, gazetecileri hapislere tıkmış, Anayasa Mahkemesine, kendi kanunlarına bile saygısı olmayan, daha birkaç ay önce büyükelçilerini sınır dışı etmekle tehdit etmiş ikinci bir Putin’i –hem de ikinci defa– fonlamaya niyeti olacak mıdır? Ne tür vaatler mevcut otoriterliği görmezden gelmeye yetecektir? Ne tür tavizler, otoriterliği bırakması yolunda Erdoğan’dan talep edilecektir?
Normal şartlar altında bu düğümü bozacak olan muhalefettir. İşgalin başında Ukrayna’nın savaşını görmeyi reddedenleri ve tüm gerçekliği “büyük güçler” dengesine indirgeyerek ele alanları bolca eleştirmiş, haklı da çıkmıştık. Önümüzdeki dönemin tüm gerçekliğini Tayyip Erdoğan ve Batılı merkezler arasındaki açmazdan kurtaracak olan muhalefetin silkinip kendine gelmesi olacaktır.