Nehirlerin, denizlere ulaşmak için aştığı engelleri insanlar, açlıktan tokluğa kavuşmak isteği ile aşarlar. Göçebe toplumdan yerleşik tarım toplumuna ulaştığında bile insanoğlu, daha verimli toprakları, avın bol olduğu su kenarlarını keşfederek oralara akmış, yaşamın diyalektiğini bilirmiş gibi, koşullarını yer değiştirerek geliştirmenin temellerini atmışlardır! Uygarlıklar filizlenmiş, ilkel alışverişin yerini ticaret almış, dünya keşfedilmiş, aynı süreç içinde farklı toplumlar, farklı ekonomik sistemleri kullanıma açmışlardır. İlkel ticaretten, modern sanayi toplumlarına ulaştıysa insanlık, kitlesel göçlerin payı yadsınamaz. Çünkü halklar, kendileriyle birlikte; üzerlerine yapışan alışkanlıklarını, beyinlerinde biriken kültürlerini, genlerinde sakladıkları etnik kimlikleri, yok olmaya karşı bilenmiş dirençlerini, bir başka toprağa taşırlar! Göçün toplumlara dinamizm kazandırdığını tarihçi İlber Ortaylı da belirtir; durağanlaşan toplumların eninde sonunda yok olduğunu iddia eder. Ortaylı’ya göre göç, insanlığın yaşamsal eylemidir aynı zamanda…
Gelenler ile yerleşiklerin kavgası tarihte olağan olmakla birlikte, başlarda kış gibi sert esen ilişkiler, çok sonraları bahara dönüşür! Tek koşulla; ufukta iş, aş ve gelecek korkusu yoksa…
Kapitalizmin korkunç hırsı ve göç…
Kapitalist sistemin baş belası “güç açlığı” göçü tetikleyen, yoksulluğu arttıran, geri kalmışlığı besleyen bir olgu… Ucuz hammadde, düşük üretim gideri ve karın tokluğuna çalışacak milyonlarca emekçi… İşte küresel sermayeyi ayakta tutan üç ana damar! Yoksulluktan sanayileşmiş ülkelere doğru yönelen aç kitleler, alışılagelmiş düzeni yerinden sarsarken, aynı zamanda kapitalist düzene kan pompaladıklarının ayırdında değildirler. Hastalık, açlık, barınma, yoksulluk, yabancı düşmanlığı, çok çocukluluk ve can güvenliğinin olmayışı bir yana, onları düşündüren tek şey bir lokma ekmek, başlarını sokacak bir damdır. Kapitalist çok uluslu burjuvazi bunu çok iyi bilmekte ve bu insanların üzerindeki teri son damlasına değin içmektedir.
Korkunç bir sömürü yaşanmaktadır yoksul ve mülteci halkları üzerinde… Haritaya bastığımız her parmak o yoksul insanların topraklarını gösteriyor bizlere… Deri-kemik kalmış çocukları, bedenlerini satan anaları, çeteleşen erkekleri anlatıyor… Sonu olmayan, önlenmesi olanaksız gibi görünen bu açlık ve sefaleti yaratan emperyalist egemenlerin ise doymaya niyeti yok! Köleliğin gücünü kullanarak sanayi devrimine ulaşan devasa sermaye, şimdi de göç eden açları kullanarak fabrikalarını çalıştırıyorlar, madenleri işletiyorlar, devasa boyuttaki arazilerinde üç kuruşa çalıştırıyorlar, modern ve görkemli kentlerinde onlara sokakları süpürtüyorlar!
“Gel” diyorlar, geliyorlar!
“Dur, yeter…” diyorlar, yine geliyorlar!
Sorun da burada başlıyor!
Para, açlıktan korkuyor!
Ve siyasal düzenler göçü önleyecek, aç bıraktıkları insanların yolunu kesecek önlemleri almayı deniyor, ama şimdilik! Sömürerek varsıllaşanlar, sömürülerek aç kalanlarla kavga ediyor! Biri yiyor biri bakıyor, kıyamet ondan kopuyor!
Bakın size küçük bir örnek…
Dünya finans kuruluşlarından birinin araştırmasında şu satırları okuyunca dilim tutulmuştu yıllar önce! Belleğimde o denli yer etmiş ki, şimdi gerekti!
Başlığı şöyleydi raporun:
“Saniyede 90 bin dolar kazanıyorlar!”
Kim kazanıyormuş?
Küresel satış yapan 250 dev market zinciri!
İnanılması güç bir kâr!
Dakikada 5.400 000 dolar!
Dünya bir kez döndüğünde kasalarına giren parayı da siz bulun!
Kârın çoğu ABD’li küresel zincir Wal-Mart’ınmış; yıllık cirosu 312,4 milyar dolar! İkinci vicdansız; 92,8 milyar dolarla Fransız Carrefour… Ardından, 81,5 milyar dolarla yine ABD’li Home Depot’muş! (Bu rapor on yıl öncesine ait). Korkunç bir örgütlenme ve sömürme sistemi ile kendilerine bağladıkları ülkelerin insanlarının kanını emiyorlar. Yerli üretici ve esnafa yaşam hakkı tanımıyorlar. O ülkenin tüccarı, sanayicisi ve üreticisi feodallerle işbirliği yapıp kaleyi içten kapatıyorlar. Neo-liberal özgürlük, fırsat eşitliği, demokratik haklar, kişilerin özgürlükçü girişimciliği gibi uyuşturucular, bu sömürü ağını daha genişletiyor. O genişledikçe yoksulluk artıyor; çıbanbaşı gibi patlayan geri kalmışlık, insanları varsıl topraklara doğru itiyor. Çıkar ekonomisini parçalamaya aday bu insanlar, kapitalist beylerin refahına gözdağı vermesin de ne yapsın?
Bunun için bağırıyor ABD’nin adayı Donald Trump… Göçmenlere dur diyeceğim diyor! “Amerikalı” kalabilmenin zorlaştığı zamanlarda haykırıyor! Entrikadan, savaştan, dünya jandarmalığından bıkmış ulusal düşünceli seçmenlere sesleniyor; “Birlikte, Amerika’yı dünyanın daha önce hiç görmediği yeni yüksekliklere taşıyacağız…” Nasıl olabileceği konusunda ise Trump, bombayı patlatıyor; “Güney sınırımızda, ülkemizin dört bir yanındaki topluluklara sefalet, suç, hastalık ve yıkım yayan büyük bir işgal yaşanıyor… Tarihin en büyük işgali şu anda ülkemizde gerçekleşiyor. Sadece Güney Amerika’dan değil, dünyanın dört bir yanından Afrika’dan, Asya’dan, Orta Doğu’dan geliyorlar. Her yerden geliyorlar. Daha önce hiç şahit olmadığımız seviyelerde geliyorlar ve bu hakikaten bir işgal” (A.A)
Ucuz emeğin adamı ister göçmen, ister mülteci; emekçinin azı yarar, çoğu zarardır! Bunu bilen deneyimli Trump, ulu sermayenin “işgal” korkusunu da giderme sözü verdi! Onu dinleyenler pankartları hazırlamıştı; “Derhal toplu sınır dışı!”
Paraya ve güce doymayanlar, sömürerek yükselenler, korkunç kârlarını bölüşmeden bu göç salgınından kurtulamazlar. Ki bu salgın açları yok ettiği oranda, varsılların daha korkak, daha içe kapanık, daha vicdansız kılıyor! Ne zamana değin sürecek bu çelişkinin acıları? Eurolu, dolarlı rüşvetler ne zamana değin açları topraklarına tutsak edecek? Sayın Erdoğan gibi, Avrupa burjuvazisini mülteci akınından koruyan ve bunu para karşılığında, üstelik ülkesinin demografik yapısını parçalama pahasına yapan kaç lider sayabiliriz?
Çokuluslu şirketlerin gözleri karardığında para için neler yapabileceğini bilen insanlarız… Gerektiğinde devletleri yıktığını, insanları topraklarından, işlerinden, sevdiklerinden ayırabildiğini Ortadoğu’da yaşadık. Şimdi yakındığımız mülteci sorunu, ABD’nin uyguladığı “bahar” siyasetinin ardılıdır. Demokrasi götürmek (!) isterken açtığı yol kazalarını nasıl açıklayacaktır Trump? Irak’ta, Suriye’de, Libya’da… Yurdundan, yaşamından, sevdiklerinden ayrı kalan on binlerce mülteci! Neden olduğunuz toplu ölümlerin gerisinde kalanları nasıl durdurmayı düşünüyorsunuz?
Mülteciler ve biz…
Dünyanın düzeni bizim dışımızda dönmüyor. Türkiye de, dışa bağımlı ekonomisinde üretmek için ucuz iş gücüne gereksinim duyuyor; çünkü yabancı sermayenin yatırım koşulu bu! Geçmiş ve günümüz iktidarı bu isteği bir emir sayarak, emekçi sınıfa kimlik kazandıracak sendikaları önce sararttı, sonra liberalleştirdi! Emeği ucuzlattı, ücretleri otomatiğe bağladı. Örneğin, zam diye enflasyon farkını alan emekli seviniyor! Burjuvaziyi korkutan sendikalaşma, grev, direniş ve yürüyüşler 22 yıldır yasak! Ve bakanın biri; “çalıştıracak işçi bulamıyoruz” diyebiliyor! Mültecilerin (Suriyeli vb.) varlığını haklı gerekçelere dayandırmaya çalışıyor! Onları mülteci kimliğinden çıkarıyor, paralel vatandaş yapıyor! Devlet utanmadan, kendi işsizleri boş gezerken mülteci çalıştıranlara destek veriyor! Fabrikaya ucuz emekçi; çiftçiye ucuz ırgat; esnafa ucuz çırak, inşaatçıya ucuz sıvacı, duvarcı; hastanelere ucuz doktor; okullara ucuz öğretmen vb. öneriyor; yasal çalışma izni de sağlıyor!
Emekçisi aç, hak aranması yasak, sendikal hakları gasp edilmiş; toprağı, suyu, insanı sömürüye açık bir ülke ne demokratiktir, ne kalkınmıştır, ne de refahı hedefine alıp, geleceğe umutla bakabilir. Bu üzücü sonu yaratan sağ iktidarların vebali büyüktür, ama kendilerine solu yakıştıranların; aslında gerçek liberal bile olmayanbu yanar-döner aydınların da günahsız olduğu söylenemez! Erdoğan faşizmine ‘yetmez ama evet!’ diyen sol-halkçıların bile bugün mültecilerin kavuştuğu yaşam standardından yakınması düşündürücüdür. Bu insanları belirlenen bölgelerde durdurarak, koruyarak ve besleyerek kendi toplum düzenimize (!) katmadan olağanüstü durumu atlatabiliriz. Dedik ya ucuz emek, düşük ücret, çok kâr! Amaç çok açık!
Görülen şu; 22 yılda mülteci çalıştıran (Suriyeli gibi…) yerli ve yapancı firmalar, küçük kent/kasaba esnafı, tarım üreticileri çok kazandı. Yerli emekçiye ödeyecekleri ücretin yarısına, mülteci ve göçmen çalıştırıyorlar. Sigorta primi ödenmiyor; çünkü çalışan kayıt-dışı… Konfeksiyon, inşaat, küçük sanayi atölyeleri, oto tamircileri, lokantalar ve hizmet sektörü ile tarımsal işletmeler, temizlik, hasta bakım işlerinde mülteciler Türk emekçisinin ciddi rakibi oluyorlar! Arz/talep dengesi sermaye büyüdükçe değişiyor; göç de büyüyor! Ucuz işi duyan geliyor! Kimse neden geldin demiyor! Türk vatandaşı çalışacak iş bulamazken Suriyeli kardeşim mumla aranıyor. Karşı çıkan yabancı düşmanı oluyor, destekleyen vicdanlı vatandaş!
“Suriyeliler giderse ekonomi batar”
Bu sözü AKP’li bir bakan söylemişti, yüzü kızarmadan… Türkiye’yi ucuz emek cenneti yaptıklarını da kanıtlanmıştı. 50’den bu yana sağ iktidarların batırdığı ekonomiyi (!) Suriyeli mülteciler kurtaracaksa yazıklar olsun! 1980 sonrası atardamarları kesilen emekçi/sol ve devrimci sol düşüncenin, geçen 45 yıl içinde eylemsiz kalışını da unutmamak gerekir. Sınıfsal anlamda örgütsüz kalan Türk işçisi, kolundaki gücü kullanamamış, yüreğindeki umutlara yenik düşmüştür! Oysa sınıf bilinci bir öğretidir ve eylemlerle pişer, savaşımlarla boyut kazanır. Elinden alınmak istenen işini savunmak, sahip çıkmak bu süreçte edinilen bilinçle doğru orantılıdır.
Türkiye’de neden emekçiler sınıflaşamıyor?
Çünkü işçi kendisini işçi olarak göremedi ki sınıflaşsın!
Hedefinde bir ev, bir araba, bir yazlık…
Son model bir cep, ılık sularda bir tatil…
Ya da bir işyeri açıp bakkal olmak, patron olmak, işçi tulumunu çöpe atmak!
Yani emekçilikten istifa edip, küçük burjuva katına yükselmek…
Köylü kardeşlerimizin ağalarına özenmeleri gibi…
Bakin; Jean-Paul Sartre, 1946 yılında şu değerlendirmeyi yapmış:
“…Bir işçi, bir burjuva gibi düşünüp hissetmekte özgür değildir. Bir işçi burjuva gibi yaşayamaz; bugünkü toplumsal düzen içinde, ücretlilik durumunu sonuna kadar yaşaması, çekmesi gerekir. Bundan hiçbir kaçış yolu, başvurulacak hiçbir ‘merci’ yoktur. (…) İşçi, kendi kendini işçi yapmalıdır.”
Saygın yazar Özdemir İnce, Cumhuriyet gazetesindeki köşesinde durumu aydınlatıyor; “Jean-Paul Sartre, nasıl bir burjuva kendini bir işçi gibi hissedemezse bir işçinin de kendini bir burjuva gibi hissetmemesi gerektiğini söylüyor. Kendini burjuva gibi hisseden işçi, kendini bülbül sanan kargaya benzer. Fransa’da, İngiltere’de bir işçi burjuvaların gittiği kahve ve meyhaneye gitmez, içtiği tütün de farklıdır.” (Özdemir İnce/ Kararsızlar yığışımı/19 Temmuz 2024 /Cumhuriyet)
Onları görmezden gelemeyiz…
Yazdıklarımız, mültecilerin “reddi” anlamında değildir. Onların, toplumun sinir uçlarına değin sokulmasını, her sektörde rahatça iş bulmalarını, halkımızın hakkı olan ekonomik olanaklardan daha çoğunu elde etmiş olmalarını eleştiriyoruz. Evet, bize yaslanana sırt vermek, korumak, beslemek ve barındırmak başka şeydir; sığınmacıları paralel vatandaş gibi görüp toplumun demografik yapısıyla oynamalarına izin vermek başkadır. Üzülerek belirtmeliyim ki; dışa bağımlı Türk sermayesinin mülteci emeğine gereksinimi bitmeyecektir. Ucuz malın yağmalanması gibi, ucuz emek üreten mültecilerin de Türkiye’den vazgeçmesi zor görünüyor; kaldı ki bu insanları dışlayacak bir parti de iktidar olamaz!
Türkiye’de işçi, sınıf olacak olgunluğa erişmeden kendini tezgâhta ve makine başında bulmuştur. Sanayi devrimini yaşamadan “küçük Amerika” yapılmak istenen ülkemizde, devletin emekçiye sağladığı yaşam biçimidir bu… Emeğin değeri, Türk parası gibi yerlerdedir. Sınıf bilincinin tırmandığı 80 öncesi emekçinin rakip tek komprador sınıfı iken, bugün rakipleri çoğalmıştır. Liberal/Faşist iktidarın yasakları, yabancı sermayenin ezici gücü, adaletsizlik, sendikasızlık, yoksulluk ve mülteci rekabeti eklenmiştir. Türkiye, sömürülen bir ekonomiyle ve yabancı sermayeye her koşulda destek çıkan dinci bir iktidarla baş başadır. Solcu çevrelerin mülteci emekçileri “kardeş bilmeleri” sosyalist felsefenin özüdür, ama ekmeğini onlara kaptıran Türk emekçisinin aç kalması sosyalist öğretinin kitabında yazmaz. Sosyalizmde rekabet yok, paylaşım esastır. Şimdi zaman emekte de, üretimde de, paylaşımda da Ulusal/Sol devridir. Benim emekçim doymalı, benim emekçimin emeği para etmeli ve refah düzeyi o emperyalist ülkelerin insanları düzeyine erişmelidir. Atatürk’ün amacı da buydu; köle olmadan uygarlaşmak ve çağdaşlaşmaktı!
Suriyeli kentleri seviyor!
Avrupa’ya sınır duvarı görevi gören Türkiye, en çok mülteci barındıran ülke; tabii ki para karşılığında! Beslediğimizi mülteci sayısı ise 6 milyonun üzerinde! Suriye, Irak, Afganistan’dan gelen mülteciler kamplarda oturmuyor; içimizde, mahallemizde, kahvehanemizde, alt/üst katımızda yaşıyorlar! Bu İran, Türkmenistan ve Azerbaycan’dan çalışmaya gelen göçmenler de eklenince Türk insanının işsizliği aşması ve liyakat geleneğine güvenmesi olası değil!
2024 yılı raporunda kentlerde 3 milyon 57 bin 762 Suriyeli mültecinin yaşadığı görülüyor. Barınmak değil yaşamaya geldikleri gün gibi açıkta! En sevdikleri kentler Ankara, Antalya, Aydın, Bursa, Çanakkale, Düzce, Edirne, Hatay, İstanbul, İzmir, Kırklareli, Kocaeli, Muğla, Sakarya, Tekirdağ ve Yalova… Sanki çağrılarak gelmişler ve istedikleri yerlere yerleşmişler! Ardından gelsin vatandaşlık! Dönemin İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’nun 2023 yılı açıklamalarına baktığımızda, 237 bin 995 Suriyeliye Türk vatandaşlığı verildiği görüyoruz. 2021 yılında ise 91 bin 500 Suriyeli mülteciye çalışma izni verilmiş! Bu yılki sayı belli değil. Merdiven altı çalışanların sayısı bilinmiyor!
Üniversitede Suriyeli gençler…
Geçen eğitim yılının YÖK verilerine göre Türkiye’de eğitim gören yabancı uyruklu genç sayısı 301 bin 694… Bunun 58 bin 213’ü Suriye, 34 bin 278’i Azerbaycan, 22 bin 641 İran, 16 bin 177’si Irak ve 9 bin 598 Mısırlı… İlköğrenimde okuyan Suriyeli öğrenci sayısı 730 bin 806… Şu değerlendirmeyi rahatlıkla yapabiliriz: bunlar mülteci değil paralel vatandaş adaylarıdır. Bu sayılara ülkemizde doğan yavruları da ekleyecek olursak demografik yapımızın bütünlüğü hakkında hiçbir iddiamız kalmayacaktır. Anadolu geçitler, göçler ve kavimler durağı olmayı sürdürecektir. Bu topraklarda kurulmuş nice uygarlıkların kalıcı olmayışının tarihsel nedeni de zaten budur!
Suç makinasına dönüştüler!
Türkiye genelinde yaşayan düzenli ya da kaçak mültecilerin suça karışması, halkın tepkilerine neden olurken AKP iktidarının Avrupa’ya verdiği sözün arkasında durması olayları toplumsal boyutlara da taşıyor. Son Kayseri’de yaşananlar, dolan bardaktan taşanlar…Yine Süleyman Soylu’nun 2021 yılındaki açıklamasına göre iki yıl içinde, 2020’de 37 bin 418 ve 2021’de 50 bin 231 Suriyeli suç işlemiş. İster sağ, ister soldan bakalım mülteci krizi ekonomik yoksulluk ile birlikte ilerleyen bir sorun. ABD bu sorundan yakınırken, ülkemizin hoşgörü siyaseti yaparak halkı uyutması hiçbir ideolojik düşünceyle açıklanamaz.
Üretimin çarklarını günlük üç beş dolara döndürmek isteyen yerli burjuvazinin mutluluğu mu önemlidir, Türkiye Cumhuriyeti’nin toplumsal yapısının Ortadoğu kimliği ile kirletilmesi mi?

