KRİZ SİYASETİ
Türk ekonomisi tarihi şoklar ve zorluklarla boğuşuyor. Artan enflasyondan işsizliğe, yükselen döviz kurundan kıtlıklara büyük sorunlar yaşanırken, ekonomimizde yaşanan temel dönüşümü sanırım gözden kaçırıyoruz. Hazine Bakanı Nurettin Nebati ekonomiyi gözlerdeki ışıltı olarak açıkladığında ne kadar dalga geçsek de, gözlerimizin önünde gerçekleşen büyük dönüşüme gözlerimiz kapalı.
Muhalif iktisadi eleştiri iki temele dayanır. İlki, bölüşüm ilişkileri üzerinden eleştiridir, kapitalizm toplumu fakir ve zengin olarak böler. Başta sosyalistler olmak üzere tüm muhalif kesimler de bu eşitsizlikler üzerinden eleştiri geliştirir. İkincisi ise, iktisadi kriz üzerinden eleştiridir. Marksist eleştirinin temeli belki de bu sayılabilir. Kapitalizmin kriz yaratan dinamiği, sistemin sonunu getirecek iç dinamiktir.
Türkiye’de son yıllarda yaşanan ciddi ekonomik sorunlar sadece sol kesim açısından değil, tüm muhalif kesimler açısından ekonomik kriz üzerinden muhalefeti öne çıkarttı. Krizin en bariz göstergesi döviz kurunun önlenemez yükselişi oldu. Aslında döviz, ekonomideki derin ve büyük sorunların görünür kılınmasını sağlayan basit bir işarettir. Herkes o işareti görür ve ona göre konumlanır. Döviz kurundaki artış bir felaket habercisidir.
Bizde de böyle oldu. Dövizin hızlı ve sert yükselişi tüm toplumda adeta bir infial yarattı. Bu infialin somut bir dayanağı da vardı. Dövizdeki her yükseliş fiyat etiketlerine anında yansıyarak sadece alım gücünü düşürmekle kalmadı, insanlar ilk defa kıtlık ve aç kalma korkusunu hissettiler.
İşte böylesi dönemlerde kriz siyaseti son derece doğaldır, gereklidir ama kriz siyasetinin ciddi riskleri vardır. Bunu en iyi sosyalistler bilirler. Sosyalist iktisat, kapitalizmin iktisadi kriz nedeniyle yıkılmak zorunda olduğu varsayımına dayanır, üstelik kapitalizm küresel ölçekte krizlere gerçekten de girmiştir ama her krizden de sağ çıkmayı başarmıştır. Kapitalizm, gerçekten de kriz üreten bir sistemdir ama tam da böyle olduğu için krizler kapitalizmi yıkmaz onu yaşatır. Her kriz, adeta bir kalp masajıdır kapitalizm için.
Kriz üzerinden siyasete dayanan sol ve sosyalist hareketler bu nedenle hep yalancı çoban konumuna düşmüşlerdir. Kaldı ki bu kriz beklentisinin halk üzerindeki etkisi çok da harekete geçirici olmaz. Kriz söylemleri felaket tellallığı olarak algılanır. “Her şey güzel olacak” sloganı ile seçim kazanılmasının sırrı belki de buradadır, “her şey kötü olacak” söylemi insanları korkutur ve düzene daha fazla sarılmalarına yol açar. İnsanlar krizlerin geçmesini ister, krizlerin onların dünyasını yıkmasını değil.
Kriz siyasetçisi bir bakıma mehdici hareketler gibidir. Bir gün o büyük mehdi kriz kılığında gelecek ve tüm sistemi yıkacaktır. Ama dinsel olarak bile kitlesel olamayan bu mehdici anlayışın dünyasal karşılığı da o kadar zayıftır. Hele ki krizler aşıldığında kriz siyasetçisi için her şey biter.
BÖLÜŞÜM ÜZERİNDEN SİYASET
İktisadi muhalefetin ikinci ayağı burada devreye girer. Sistem krize girse de krizi aşsa da özünde eşitsizlik üretir. Bu nedenle yoksulluk hep vardır. Kimi dönemlerde yoksulluk artar, bu kriz dönemleridir. Kimi dönemlerde ise azalır. Ama eşitsizlik üzerinden siyasetin her zaman için doğal bir tabanı vardır ve bu taban hiçbir zaman da bitmeyecektir.
Bölüşüm üzerinden siyasette insanlar krizlerin yıkıcılığından çok yarattığı eşitsizliklere odaklanır. Bunu aslında en çok büyüme rakamlarında görürüz. Mesela bizim ülkemizde yüksek büyüme oranları açıklanır. Krizciler bu büyüme oranlarını inkâr etmek için açıklamalara girişirler, bölüşümcüler ise büyümenin oranında yanlışlar olsa bile büyümenin gerçek olduğunu kabul eder ve şunu sorgulamaya açarlar, madem büyüdük, o zaman bu büyümeden yoksul kesimler neden faydalanmadı?
Gerçekten de ekonomi eğer küçüldü ise, patronların işçilere dönüp, “bu yıl küçüldük, o nedenle size zam veremeyiz” deme hakkı doğacaktır. Bu nedenle bölüşümcüler, büyüme rakamlarını alır ve alt kırımlarına bakarak, kimin büyüyüp kimin küçüldüğünü analiz ederler. Sınıf iktisadı denilen şey biraz da budur.
“KÜRESEL GÜÇLER” KOMPLOCULUĞU
Bu iki ana akım iktisadi eleştirinin dışında bir de fikir olarak göremeyeceğimiz komplocu “iktisat” vardır. Eskiden Hitler her şeyin sorumluluğunu Anglo-sakson dış güçler ile onların yardımcısı Yahudi iç güçlere atardı. Günümüzde ise bunu daha sol görünümlü “küresel güçler” söylemi ile aynı temelde sunan akımlar vardır. Söylem çekicidir, insanın içindeki ilkel güdüyü harekete geçirir, gerçekten de Hoffer’in dediği gibi insan Tanrısız yaşar ama şeytansız yaşayamaz.
Komplocuların zararı ise sanıldığından büyüktür, çünkü mevcut iktidar da aynı “küresel güçler” temasını işlemektedir. Kimse Yiğit Bulutların ulusalcılıktan AKP’liliğe nasıl dönüştüğünü düşünmüyor mu? Yiğit Bulut, gerçekten de değişmedi, eskiden küresel güçler diyerek AKP’ye karşı çıkıyordu, şimdi ise AKP ile birlikte küresel güçlere karşı çıkıyor.
Türkiye’ye baktığımızda tüm bu görüşlerin karman çorman bir şekilde iç içe geçtiğini görüyoruz. İç içe geçerken de sadece görüş açımızı bulandırmaya yol açıyorlar. Oysa Bakan Nebati’nin gözleri ışıl ışıl, o ne yaptıklarını çok iyi biliyor.
Ben, Nebati’nin gözlerindeki o ışıltının sebebini bulma peşindeyim, bu adamı bu kadar “kıpır kıpır” yapan ne?
2002’DEN 2013’E AKP’NİN NEO-LİBERAL DÖNEMİ
AKP; 2002 yılında işbaşına geldiğinde aslında IMF programı dediğimiz programı uyguladı. Bu, neo-liberal bir reçeteydi ve AKP aslında bu neo liberal politikalarla ekonomide belli bir büyüme ve zenginlik yarattı. Türkiye’nin milli gelirinde ilk 10 yıl görülen yükselme bunun kanıtıdır. Bu 10 yıl boyunca yaşanan büyümenin iki ayağı vardı, ilki yurtdışından giren sıcak paranın bolluğu. İkincisi ise özelleştirme ile yaratılan devasa kaynak. Bir tarafı borçlanmak, diğer yanı ise satıp savmak olan bir politikaydı bu ama bol para varsa her kriz ötelenebilir, geçici bolluklar yaratılabilir. AKP de bunu yarattı.
2013 yılından itibaren ise işler değişmeye başladı. 2013 yılında FED Başkanı Bernanke, Amerika’nın para politikasının değişeceğini açıkladı, artık bol ve ucuz dolar olmayacaktı. Bu, Türkiye dahil tüm az gelişmiş ekonomiler için kötü haberdi. Nitekim öyle de oldu, 2013 sonrası sıcak para girişi azaldı ve ekonominin kan damarlarından biri tıkandı. İkinci damar olan özelleştirmelerin de hızı kesilmek zorunda kalınca AKP ekonomisi kaçınılmaz krizine girdi.
Fakat AKP krizle gelen bir parti olduğu için krizle gidebileceğini de çok iyi biliyordu. Ve elbette krizin bizim gibi sıcak para cenneti olan ülkelere nasıl geldiğini de. 2013 aynı zamanda Gezi’nin gerçekleştiği yıldı. Yani AKP sadece dışarıdan gelecek sıcak paranın kesileceği haberini duymamıştı Bernanke’den, meydanlardaki milyonlarca yurttaş artık bu hükümet istemiyordu.
2013: DÖNÜŞÜMÜN BAŞLANGICI
2013 yılını ister iktisadi bir zorunluluk olarak görelim istersek AKP’nin bilinçli bir karar anı olarak, sonuçta AKP kendisini iktidarda tutacak adımları adım adım atmaya başladı. Bu adımın temeli, Gezi’de meydana dökülen “büyük Türkiye” koalisyonunu iktisadi olarak yıkmaktı yani Beyaz Türkler’e açılan savaş. Buna orta sınıfların yok edilmesi olarak da bakabiliriz. Fakat bu adım atılırken eş anlı adımlar atılmaya başlandı.
2013 yılından sonraki grafiklere baktığımızda şaşırtıcı bir şekilde borçlanma oranlarının son derece sınırlı bir şekilde arttığını görürüz. AKP; olası bir borç krizi ile karşılaşmamak için tedbir almaya başlamıştı. Aynı dönemde ülkemize doğrudan yabancı yatırımların azaldığını da görürüz, sıcak para girişinin azaldığını da. Aslında bunun iktisadi bir zorunluluk ortamında çıkmış olan bir “siyasi tercih” olduğunu sanırım görmemiz gerek. AKP; istese doğrudan yatırımı da sıcak parayı da çekecek adımlar atabilirdi ve bunu başarabilirdi. Elbette ilk 10 yılı kadar dev bir para girişi olmazdı ama bugün yaşanan döviz krizini de yaşamayacak bir döviz girişi olurdu ülkeye.
Benim gözlemim, AKP’nin dış güçler söyleminin bu politikada hayat bulması. AKP, dış güçlerin yıkamayacağı bir iktidar olabilmek için bugünkü krize girmeyi göze alarak, yabancı sermayeyi uzak tutacak adımları attı. Bu, bir savaş hazırlığı olarak da görülebilir. Dolar rezervlerinin sıfırlanmasından, altın rezervinin artırılmasına atılan adımlar da bu hazırlığın bir parçasıdır. Bunun sonunun döviz kıtlığı ve krizi olacağı ise elbette aşikardır ve AKP’liler de hiç de iktisat cahili değildirler, kriz kaçınılmazsa o krizi fırsata çevirmenin yolları bulunabilir.
İHRACAT İLE DÖNÜŞEN EKONOMİ
AKP’nin ekonomik dönüşüm programı burada devreye girer. Bugünlerde Çin modeli olarak gündeme gelen model, ülke ekonomisini ihracat temelli yapılandırmaktır. İhracat, yaşanacak döviz kıtlığını aşmanın ilk adımıdır. Fakat bu basit parasal bir ekonomik tercih değildir, bunun ötesinde ihracat odaklı ekonomi, sınıfsal bir dönüşüm demektir.
Türkiye’nin ihracat sektörünün temeli KOBİ’ler dediğimiz küçük ve orta boy işletmelerdir. Bunlara bir dönemler “Anadolu kaplanları” da deniyordu, “Yeşil Sermaye” de. Türkiye’nin ihracatının en az yarısı bu firmalarca gerçekleştiriliyor. Elbette büyük sermaye hala kalan yüzde elliyi denetliyor ama artık o büyük sermayenin de en az yarısı Yeşil Sermaye.
TOBB, MÜSİAD, TİM gibi çevrelerin hükümet ile uyumlu açıklamalarını bu çerçevede değerlendirelim. Buradaki sınıfsal dönüşüm, aslında sınıf içi bir dönüşümdür. AKP; TÜSİAD’da karşılığını bulduğu sermaye gruplarının ağırlığını adım adım azaltmakta, kendi “Yeşil Sermaye”sini güçlendirmektedir. İhracat odaklı ekonomi, sermayeye hükmetme adımıdır. Bunda çok önemli başarılar da sağlanmıştır.
Kaldı ki bu şekilde sadece sermaye egemenliği ele geçirilmez, istihdama da hükmedilmiş olunur. İhracat odaklı ekonomi elbette düşük ücrete dayanır. Kolay ihracat yapabilmenin tek yolu ücretleri düşürmektir. Ücretleri düşürmenin yolu ise enflasyon yaratmaktır. Bu enflasyonun, AKP’nin engel olamadığı bir iktisadi canavar olduğunu sanmayalım. Tersine, enflasyon programın bacaklarından biridir.
AKP’lilerin Suriyeli aşkının iktisadi izdüşümü de yine buradadır. Sadece Türk ulusal ve laik yapısını değiştirmiyorlar, Türk ekonomisinin istihdam dokusu da değişiyor. Sanayide ucuza istihdam edilen milyonlarca göçmen hem bir Türk tasfiyesidir, hem de Türk işçi sınıfının yeniden dönüştürülmesidir. Sermaye sınıfını Yeşil Sermaye ile dönüştüren AKP; işçi sınıfını da göçmenlerle dönüştürmektedir.
ORTA SINIFLARIN TASFİYESİ
Ama bu ekonomik modelin belki de asıl hedefi orta sınıflardır. İhracat odaklı ekonomi asgari ücreti egemen kılmaktır. Hele ki ihracat ve ithalat ülke ekonomisinin ana omurgası haline geldi ise, asgari ücret artık herkesin ortak ücreti haline gelir.
Ama dahası da vardır, ülke ihracat dolaşımıyla kurumlaşırken, ister istemez sanayi kesimi desteklenir ve bunun bedelini de asıl olarak hizmet sektörü öder. Bunu kimileri “üreten ekonomi” olarak, kimileri “sanayileşme hamlesi” olarak selamlayabilir, oysa asıl olan orta sınıfların bulunduğu hizmet sektörünü yıkıma uğratmaktır. Şu anda hizmet sektöründeki ekonomik bozulma tam olarak istatistiklere yansımıyor olabilir. Ama en azından şunu biliyoruz, artık hizmet sektörünün ücreti de asgari ücrettir. AKP’nin, orta sınıflardan kaynak çalma yöntemidir bu. Bir diğer gelişme hizmet sektörünün yaygınlaştırılarak ucuzlatılması ve avamlaştırılması ve üstelik bunun da halkçılık olarak sunulmasıdır.
Elbette vergi politikalarını da bu dönüşümün bileşeni olarak görmemiz gerekir. ÖTV, orta sınıflardan kaynak transfer yöntemdir. Otomotiv fiyatlarındaki artış ile benzin zamlarının sınıfsal anlamı vardır. Asgari ücretliler cenneti yapılacak bir ülkede artık otomobil kullanmak pahalı olacaktır ve orta sınıflar direndikleri ölçüde buralarda soyulacaktır. Buna alkol zamlarını da ekleyin. Bunun sadece laiklik karşıtı bir adım olmadığını bilelim. Orta sınıfları soyarak ayakta kalan bir iktidar bu. Eskiden sıcak para yabancı sermayeden alınıyordu şimdi ise orta sınıflardan.
TAYYİP ERDOĞAN’IN FAİZ TUZAĞI
Burada belki de en popüler konu olan faiz meselesine girebiliriz. Tayyip Erdoğan’ın “faiz sebep enflasyon sonuçtur” açıklamalarını herkes tartışıyor, onun iktisadi cehaleti üzerine yazmayan, konuşmayan yok. Tayyip Erdoğan cahil olabilir ama iktisadi açıdan cahil olmadığını bilelim. Ülker bayiliği yapan biri ekonominin temel dinamiklerini çok iyi bilir.
Onun faiz söyleminin arkasında başka bir iktisadi cinlik var.
Gerçek iktisada dönersek, enflasyon sebep, faiz sonuçtur çünkü faiz paranın fiyatıdır. Ülkede her ürünün fiyatı artıyorsa paranın da fiyatı artacaktır. Siz eğer yükselen enflasyonu görüyorsanız faizlerin de yükseleceğini bilirsiniz. Ama faizler yükselecekse bunun sorumluluğunu hükümete değil “faiz lobisi”ne atmanın yolunu bulmalısınız. Bunun yolu da faizleri düşürmek ve ideolojik alana çekilmektir.
Yüksek enflasyon politikasının sonucunun dövizi yükseltmek olduğunu bilirseniz, kendi tabanınız zaten dövizde ise, yüksek enflasyon ülke içi bir sınıfsal tasfiye politikasına dönüşür. Ülke içinde sınıfsal tasfiye yaparken faiz tartışması açarak gündemi saptırırsınız.
Enflasyonla mücadelenin yolu yani enflasyonu düşürmenin yolu ekonomiyi durgunluğa sokmaktır ama bunu yaparsanız seçim kazanamazsınız; iktidar olamazsınız. Bu nedenle yüksek enflasyona rağmen dizginleri elinizde utmayı denersiniz.
Yüksek enflasyonun ise sadece ekonomik değil sosyolojik sonuçları da olur: Toplum tabana doğru itilir, orta sınıflar baskılanır, hizmet sektörü geriletilir, böylelikle üretim odaklı bir sanayi cenneti kurarsınız. İstihdam açığını kapatmak için de yabancı işçileri devreye sokarsınız.
MERKEZ BANKASI ARTIK “HAVUZ”
Tayyip Erdoğan açısından faizleri düşürmek hem ideolojik bir saptırma metodudur hem de oligarşik iktidarını kurabilmesi için son adımdır. Bugün MB, piyasayı yani bankaları %14 ile fonluyor. Ama Hazine aynı bankalardan %25 ile borç alıyor. Böylece bankalara hayatta kalabilmeleri ve elbette iktidara boyun eğmeleri için bir havuç uzatılmış oluyor.
Ama buna rağmen bankaların durumu hiç de güçlü değil. Çünkü hükümet sanayiyi sadece hizmet sektörünün aleyhinde desteklemiyor, bankacılık sektörünün aleyhinde de destekliyor. Hizmet ve bankacılık sektörünün kârlılıklarının düşük, sanayinin yüksek olması zaten her şeyi açıklıyor.
Ama sonuçta bankaların da batmaması, yaşaması lazım. MB’nin faiz düşürme kararı bu nedenle bankalara destek için atılmış bir adım. Ama buna rağmen bankaların hiç hoşuna gitmeyen bir adım bu. Çünkü bankalar bu havucun ardındaki sopayı bizden çok daha iyi görüyor.
Türkiye’de gözden kaçırdığımız bir ekonomik dönüşüm de aslında bankacılık alanında yaşanıyor. Düşük faiz ile bankaları fonlayan MB aslında onlara destek olurken onları denetimine alıyor. Kredi faizlerine ve kimlere kredi verilebileceğine hükmetmeye başlıyor. Bu kanal “Yeşil sermaye”nin desteklenmesi için son derece önemli. Ama bankalar özellikle yabancı bankalarla ilişkilerde sınırlandırılmış durumda. Swap piyasası artık bir bankalar arası piyasa değil burada MB var.
MB’nin faizine kimi zaman politika faizi denir kimi zamansa fonlama faizi. Her iki terim de doğrudan gerçekleri görmemizi sağlar. MB’nin düşük faizi politik bir araçtır ve bu politika aracı ile bir kesim fonlanır, o kesim “Yeşil Sermaye”dir. Ama MB, artık “bankaların bankası” olmuştur. Bakan Nebati’nin FED’i beş ailenin bankası olarak tanımlaması son derece doğaldır, çünkü artık bizim Merkez Bankamız gerçekten de tüm iktisadi sistemin merkezi haline gelmiştir. Bence artık Merkez Bankası’na sadece “Havuz” diyebiliriz. Çünkü sadece bankaların zorunlu karşılıklarına hükmetmiyor aynı zamanda desteklediği ihracat sektörünün dövizlerini de MB’de tutma zorunluluğu getirildi.
ORTODOKSLUKTAN ÇIKIŞ
Tüm bu düzenlemeler, piyasa ekonomisinden oligarşik kapitalizme geçişin son adımıdır. Neo liberal Batıcılıkla iktidara gelen AKP 20 yıl sonra neo liberalizmi de, liberalizmi de çöpe atmış, Rusya ve Çin tipi bir oligarşik kapitalist iktidar olma adımı atmıştır. Böylesi büyük dönüşümü görmez, gözümüzü küresel güçlere, neo liberalizme vb. dikersek, Türk ekonomisini anlayamayacağımız gibi açıklayamayız da.
Rusya ve Çin’de de kapitalizm var ama yabancı sermaye ile kurulan ilişkileri serbest bırakmıyorlar. Özellikle Çin, finansal alanı tam olarak denetliyor. Çünkü sosyalizm yıkılırken finansal piyasaları serbestleştiren Rusya’nın başına gelenleri gördü. Şimdi iki ülke de yabancı finansal sermaye ile ilişkileri kısıtlayan ve ekonomik güvenliği önemseyen ama yabancı kapitalizm ile ihracat-ithalat ilişkilerini güçlendiren ve onlara bu payı vererek saldırganlaşmalarına engel olan bir model izliyor. Tayyip Erdoğan, bu modeli Batı’ya kabul ettirebileceğini biliyor ve ona göre adımlar atıyor.
Adamlar eski Türkiye’yi gerçekten yıkıyorlar ve ilk defa bu kadar güçlüler. “Yeşil Sermeye” artık “Yeşil Oligarşi” olarak karşımıza çıkmak üzere. Bakan Nebati’nin gözleri bunun için ışıldıyor. Biz faizi, dövizi tartışır, Tayyip Erdoğan’ın ekonomik cehaletiyle eğlenirken onlar ekonomiyi ele geçiriyorlar.
Yine Bakan Nebati, “artık Ortodoks politikalar izlemeyeceğiz” derken son derece gerçekçi ve pragmatikti. Ekonomi sonuçta bir savaştır, hem sınıfsal bir savaş hem de toplumsal bir savaş. Bizim de artık Ortodoks iktisadi analizlerin dışına çıkmamız, neo liberalizm eleştirisi üzerine kurulu haklı ama bugün için bir anlamı kalmamış olan ideolojimizi acilen değiştirmeliyiz. Küresel güçler komploculuğu vasatlığından çıkmalıyız. Bu vasatlığa karşı çıkmalıyız. Kriz beklentisinin bizi yalancı çobana dönüştürebilme riskini görmeliyiz. Üstelik bölüşüm eleştirimizin tabanının da asgari taban ücretin yaygınlaşması boşa düşebileceğini görmeliyiz.
Bu defa işimiz gerçekten zor, artık karşımızda oligarşik bir faşizm var!
Biz de artık heterodoks olmalıyız…