3 Mart 1924 tarihli Tevhid-i Tedrisat Kanunu, adından da anlaşıldığı üzere eğitimi devletin tekeline alıyor. Devrim yasasıdır. Laiklik ilkesi Anayasa’da ilk defa 1937 yılında zikredilmiş olsa da en önemli temel dayanağı belki de işte bu Tevhid-i Tedrisat yasasıdır ve bu kadar erken bir tarihte kabul edilmiştir.
Amaç bellidir. Çocukları yabancı misyoner okullarında ve ne idüğü belirsiz tekke köşelerinde birbirine yabancılaşmaktan, milleti parçalanmaktan korumak ve milli ruhu tesis etmektir. Çocuklara bir milletin evladı olmayı idrak ettiren bakanlık bu yüzden “Millî” ibaresi taşır. Aileler çocuklarını aynı devletin okullarında aynı Cumhuriyetin öğretmenlerine emanet etmiştir. Eğitim birliği, aileleri de bu aynılıkla ve fırsat eşitliği zemininde kaynaştırmıştır.
AKP’nin çoğunlukla mahcup bir edayla “başarısızlık itirafı” şeklinde üzerini örttüğü belki en büyük projesi işte tam da bu milli eğitimi dinamitlemek oldu. Birçok yönden eğitimin niteliği bilinçli olarak erozyona uğratıldı.
Çünkü AKP için nihaî hedef, millî bütünlüğü ortadan kaldırmak.
Şimdi gündemde “manevî danışman” adı altında okullara atanan imamlar var. MEB’in Gençlik ve Spor Bakanlığı ve Diyanet İşleri Başkanlığı ile imza ettiği protokol, “Çevreme Duyarlıyım, Değerlerime Sahip Çıkıyorum” (ÇEDES) diye bir proje içeriyor. Bu kapsamda ilk olarak İzmir ve Eskişehir’de ilkokul, ortaokul ve liselere “manevî danışman” sıfatıyla çok sayıda Diyanet personeli ataması yapıldı. (Tabi bu İzmir ve Eskişehir önceliğinin nasıl bir kindarlığın sonucu olduğunu takdir edersiniz.)
Oysa manevî değer, öncelikle aileden alınır.
Bakın dikkat! Gericilerin yerden yere vurduğu Tevhid-i Tedrisat, aileye dokunmamıştır. Çocuk, aileden aldığı değerle okula girer, temel öğrenimin yanı sıra daha büyük bir ailenin, yani Türk milletinin parçası olduğu bilinciyle eğitilerek çıkar.
Öğretmenlikle, pedagojiyle alakası olmayan, millî eğitimin müktesebatından nasibini almamış imamlar, vaizler, Kur’an kursu hocaları çocuklara nasıl değer eğitimi verebilir?
Gerici Eğitim Bir-Sen’in Genel Başkan Yardımcısı Talat Yavuz, elbette projeyi savunmuş. “Sonuçta burası bir İslam ülkesi. Burada yaşayan insanlar kendilerini Müslüman olarak tanıtıyor. Bir şekilde dinlerini öğrenmeleri lazım. Yani eğitim-öğretim faaliyetidir.” demiş.
1000 yıllık Müslüman milletin dinini adam akıllı öğrenebildiği tek dönem zaten bu dincilerin düşman olduğu Cumhuriyet dönemi. Takiyyeci yeşil sendikacı ise asıl derdini ağzından kaçırmış. Eğitim-öğretim faaliyeti, devletin tekelinde bir konudur. Paylaşılamaz.
Ama takiyyenin büyüğü, projenin gönüllülük esaslı olması. Ne olacak şimdi? Ailesi onay veren öğrenciye hangi değer aşılanacak? Çocuk, katılmayan arkadaşı hakkından ne düşünecek?
Öyle ya… Değer, yani ahlak aşılanıyor ya… Dinini öğrenecek ya… Katılmayan da haliyle dinsiz ve ahlaksız olacak! Yani aileyi ve öğretmeni devreden çıkarmakla kalmayacaklar. Çocukları da birbirine düşman edecekler.
Ama iş bununla da bitmeyecek. Hangi tarikatın ağırlığıyla hangi okula hangi imam atanacak? Yani tarikatlar, birbiri arasındaki savaşı ilkokul sıralarına kadar taşıyabilecek.
Sosyal hayatı da din kisvesiyle parçalamak, mahalleyi mahalleye, sokağı sokağa, komşuyu komşuya düşman etmek istiyorlar. Geçen yıl AKP’li Metin Külünk, imamları eve davet etme projesini boşuna dile getirmedi. Düşünsenize, aynı apartmanda bir aile imamı eve kabul ederken öbürü hizmet almayı reddedecek.
Amaç? Suriyeliler Türkiye’yi yavaş yavaş ele geçirirken Türkler birbirini kırsın. Bunun başka bir açıklaması olabilir mi?
Aslında imamın camiden çıkması ile askerin kışladan çıkması tam olarak aynı şeydir. AKP, “manevi danışmanlık” projesi ile sadece çocukların körpe zihnini değil Türk ailesini de hedefe oturtmuştur. Maksat, millî ruha darbe yapmaktır.